Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve kerâmetler sahibi bir velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî bin İsmâil bin Ahmed bin İbrâhim en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1050 (m. 1640) senesi Zilhicce ayının beşinde Şam’da dünyâya geldi. Oniki yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Zamanının en büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta çok derin âiim olarak yetişti. Kadirî ve Nakşibendî yollarına intisâb etti, bağlandı. Yirmi yaşında ders okutmaya ve kitap yazmaya başladı. İstanbul, Mısır ve Hicaz’da ders verdi. Çeşitli ilimlerde ikiyüzden fazla değerli kitap yazdı. İmâm-ı Birgivî’nin “Tarîkat-ı Muhammediyye” kitabının şerhi olan, “Hadîkat-ün-Nediyye” kitabı çok kıymetli olup, meşhûrdur. Şam matbaasında ilk basılan eser onun “Evrâd” kitabıdır. “Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr” kitabında, evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını ve rûhlarından istifâde edileceğini çok güzel anlatmaktadır. “Hülâsat-üt-tahkîk” kitabı, mezheblerin birleştirilemeyeceğini isbât etmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini gayet dikkatle okumuştur. Zamanındaki ba’zı velîler ile görüşerek, zâhir ve bâtınını nûrlandırmıştı. 1143 (m. 1731) senesi, Şa’bân ayının yirmidördüncü günü Şam’da vefât edip, oraya defnedildi.
Abdülganî Nablüsî’nin annesi hâmile iken, babası İsmâil bin Abdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır” diye haber verdi.
Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan günlerce önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1062 (m. 1652) senesinde babası vefât etmesine rağmen, ilim tahsiline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den, nahiv, me’ânî, beyân ve sarf ilimlerini; Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den, hadîs ve ona âit ıstılâhları; Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâkî’den tesfsîr ve nahvi; Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâlüm bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da Nakib-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvi, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, “Şerh-ut-Tenvîr” kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pekçok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da, Şeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Saîd el-Belhî’den ta’lîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve ma’rifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.
Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, ba’zıları bu şiirin kendisine âit olmadığını iddia edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devam etti.
Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’de devam ederdi. Sonra da, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkâr-in-Neveviyye ve başka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkik ve mütâlâa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgûl olunca, kendisini yüksek hâller kapladı. Şaşılacak hâller içinde kaldı. Ledünnî ma’rifetlere erişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine müracaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, va’z ve nasîhata, insanlara doğru olanı anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, onun kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.
Abdülganî Nablüsî, 1075 (m. 1664) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdat’a gittiği ve orada da kaldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Gerek zamanının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyâret etmek maksadı ile, birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde çok seyahatler yapmışmıştır. 1100 (m. 1688) senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1105 (m. 1693) senesinde Mısır’a, 1108 (m. 1696) senesinde Hicaz ve 1112 (m. 1700) senesinde Trablus’a gitti. 1114 (m. 1702) senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihıyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.
Nablüsî, 1119 (m. 1707) senesinde, Şam’daki Selîmiyye Câmi-i şerîfinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mezarı yanında, Beydâvî tefsîrini okutmaya başlamıştı. O, kendisini güzel ahlâk, beğenilen sıfatlar ve huylar ile süslemişti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.
Yûsuf-i Nebhânî, “Câmi’u kerâmât-il-evliyâ” adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, ma’rifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi de güzeldir. Hayatında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.”
Eserleri: İslâm âleminde en çok kitap yazanlardandır. Kitaplarından yüzseksenden ziyâdesinin ismi, “Kâmûs-ül-a’lâm”ın dördüncü cildinin 3081-3083. sahifelerinde, “Silk-üd-dürer”, “Câmi’u kerâmât”, “Esmâ-ül-müellifîn” ve “İzâh-ül-meknûn” kitaplarında yazılıdır. Başlıcaları şunlardır: 1- Tahrir-ül-hâvî bi-şerh-i tefsîr-il-Beydâvî: Üç cildlik bir eserdir. 2- Bevâtın-ül-Kur’ân ve mevâün-ül-irfân: Manzûm bir tefsîrdir. 5000 beyt kadardır. 3- Kenz-ül-hakk-ü-mübîn fî ehâdîs-il-mürselîn, 4-Hadîkat-ün-nediyye şerh-ut-tarikat-il-Muhammediyye: Birinci cildi İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilmiştir. 5- Zehâir-ül-mevârîs fi’d-delâleti alâ mevâdı’ıl-ehâdîs, 6- Cevâhir-ün-nüsûs fî hall-i kelimât-il-füsûs liş-Şeyh Muhyiddîn ibn-il-Arabî, 7- Keşf-us-sirr-ıl-gâmid fî şerh-i Dîvân-ı İbn-i Fârıd, 8-Zehr-ül-hadîka fî tercemet-i ricâl-it-tarîka, 9- Humret-ül-hıssîn ve renet-ül-elhân, 10- Şerhu risâleti Şeyh Arslân, 11- Tahrîk-ül-Oklîd fî feth-ı bâb-ıt-tevhîd, 12- Lem’ân-ül-berk-in-necdî şerh-u tecelliyât-ı Mahmûd Efendi, 13- El-Me’ârif-ül-gaybiyye fî şerhi ayniyyet-il-cîliyye, 14- İtlâk-ül-kuyûd şerhu Mir’ât-il-vücûd, 15- Zıll-ül-memdûd fî ma’nâ vahdet-il-vücûd, 16- Râihat-ül-Cennet, 17- Feth-ül-muîn-ül-mübdî şerhu manzûmet-i Sa’dî Efendi, 18- Def-ul-ihtilâf min kelâm-il-Kâdî, vel-Keşşâf, 19- İzâh-ül-maksûd min ma’nâ vahdet-il-vücûd, 20- Kitâb-ül-vücûd-il-hak vel-hitâb-is-sıdk, 21-Nihâyet-üs-sû fî hılyet-ir-Resûl ( aleyhisselâm ), 22- Miftâh-ül-ma’ıyye fî şerhı risâlet-in-Nakşibendiyye, 23- Bakıyyet-ullahi hayrun ba’del-fenâi fis-seyr, 24-Mecâlis-uş-Şâmiyye fî mevâ’ızı ehl-il-bilâd-ir-Rûmiyye, 25- Tevfîk-ur-rütbe fî tahkîk-ıl-hutbe, 26- Tulû’us-sabâh alâ hutbet-il-misbâh, 27- El-Cevâb-üt-tâm an hakîkat-il-kelâm, 28- Tahkîk-ül-intisâr fî ittifâk-ıl-Eş’arî vel-Mâtüridî alel-ihtiyâr, 29- Kitâb-ül-cevâb anil-es’ilet-il-mieti vel-ihdâ ves-sittîn: 161 mes’elenin cevâbı. 30- Bürhân-üs-sübût fî türbeti Hârût ve Mârût, 31-Lem’ân-ül-envâr, 32- Tahkîk-üz-zevkı ver-reşf fî ma’nâ’l-muhâlefeti beyne ehl-il-keşf, 33- Ravd-ül-enâm fî beyân-il-icâzeti fil-menâm, 34- Safvet-ül-asfiyâ fî beyân-il-fazîleti beyn-el-enbiyâ, 35- Kevâkib-üs-sâri fî hakîkat-il-cüz’-il-ihtiyâri, 36-Envâr-üs-sülûk fî esrâr-il-mülûk, 37-Ref-ür-reyb an hazret-il-gayb, 38-Tahrikü silsilet-il-vedâd fî mes’elet-i halk-ı efâl-il-ıbâd, 39- Zebîd-ül-fâide fil-cevâbi anil-ebyât-il-vâride, 40- En-Nazar-ül-müşerrefî fî ma’nâ kavl-iş-şeyh Ömer, 41- Es-Sırr-ül-muhtebî fî darîh-ı İbn-il-Arabî 42- El-makâm-ül-esmâ fî imtizâc-il-esmâ, 43- Katrat-üs-semâ ve nazrat-ül-ulemâ, 44-El-Fütûhât-ül-medeniyye-fil-hadarât-il-Muhammediyye, 45- El-Feth-ül-mekkî vel-lemh-ül-melikî, 46- El-Cevâb-ül-mu’temed an süâlât-ı ehl-is-Safd, 47-Lem’at-ün-nûr-ül-mudiyye, 48-El-Hâmil fil-mülk vel-Mahmûl fil-felek fî ahlâk-ın-nübüvveti ver-risâleti vel-hilâfeti vel-mülk, 49- En-Nefehât-ül-münteşire fil-cevâbi anil-es’ilet-il-aşere, 50- El-Kavl-ül-ebyen fî şerh-ı akîdet-i ehl-i Medyen, 51- Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından neşredilmiştir. 52- Bezl-ül-ihsân fî tahkîk-ı ma’n-el-insân, 53- El-Kavl-ül-Âsım fî kırâet-i Hafs: Bu eserini, “Kaf’ kâfiyesi üzerine nazm hâlinde yazmış ve bu nazmı şerh etmiştir. 54- Sarf-ül-ınân ilâ kırâat-i Hafs bin Süleymân, 55- El-Cevâb-ül-mensûr vel-manzûm an süâl-il-mefhûm, 56- Kitâbü ilm-il-melâha fî ilm-il-felâha, 57- Ta’tir-ül-enâm fî ta’bîr-il-menâm, 58-El-Kavl-üs-sedîd fî cevâz-i halef-il-va’id ver-reddü aler-recül-il-anîd, 59- Redd-üt-ta’nîfi alel-mu’annif, 60- Hediyyet-ül-fakîr ve tehiyyet-ül-vezîr, 61-Kalâid-ül-ferâid fî mevâid-il-fevâid: Fıkıh bâblarına uyarak Hanefî mezhebi fıkhı anlatılmaktadır. 62- Kitâbü rey’-ıl-ifâdât fî rub’ıl-ibâdât, 63-Kitâb-ül-metâlib-il-vefiyye Şerh-ül-ferâid-is-seniyye, 64-Dîvân-ül-hakâik ve meydân-ür-rakâik, 65-Dîvân-ül-medâih-ın-Nebeviyye, 66- Dîvân-ül-gazeliyyât, 67-Humrat-ü Bâbil gınâ-ül-belâbil, 68-Gays-ül-kabûl Hemâ, 69-Reful-kisâ an ibâret-il-Beydâvî fî sûret-in-Nisâ, 70-Cem’ul-eşkâl ve nef’ul-eşkâl, 71-El-Ikd-ün-nazîm fil-kader-il-azîm, 72-Özr-ül-eimme fî nush-il-ümme, 73-Cem’ul-esrâr fî men’ıl-eşrâr, 74-Cevâbü sü’âlin verede min taraf-i batrik-in-nasârâ, 75-Feth-ül-kebîr, 76-Keşf-üs-setr, 77-Reful-iştibâh, 78-Bast-üz-zirâ’ayn, 79-Hakk-ül-yakîn ve hidâyet-ül-müttekîn, 80-İrşâd-ül-mütemelli fî teblîg-i gayr-il-musallî. 81-Keyfiyet-ül-müstefid fî ilm-it-tecvîd, 82-Sadh-ul-hamâme fî şürût-ıl-İmâme, 83-Tuhfet-ün-nâsik fî beyân-il-menâsik, 84-Bugyet-ül-müktefi fî cevâz-il-huffil-Hanefî, 85-Er-Redd-ül-vefî, 86-Hilyet-üz-zeheb-il-İbrîz fî rıhlet-i Ba’lebek vel-Bikâ’il-azîz, 87-Verenet-ün-nesîm ve gânet-ür-rahîm, 88-Feth-ul-infilâk, 89-El-Hazret-ül-ünsiyye fi’r-rihlet-il-kudsiyye, 90-Redd-ül-metîn alâ müntekıs-ıl-Ârif-i Muhyiddîn, 91-El-Hakîkatü vel-mecâz fî rihlet-i bilâd-iş-Şâm ve Mısr vel-Hicâz, 92-Vesâil-üt-tahkîk fî fedâil-it-tedkîk: ilmî mektûplardır. 93-İzâh-ud-delâlât fî simâ’-ıl-âlât, 94-Temyîz-ül-ıbâd fî seken-il-bilâd, 95-Refuz-zarûre, 96-Risâletün fil-hassi alel-cihâd, 97-Ref us-sütûr, 98-El-İbtihâc fî menâsik-il-hac, 99-Ecvibet-ül-ünsiyye anil-es’ilet-il-kudsiyye, 100-Tatbîb-ün-nüfûs fî hükm-il-mekâdim ver-ruûs, 101-El-Gays-ül-münbecis fî hükm-il-masbûg bin-necs, 102-İşrâk-ül-me’âlim fî ahkâm-il-mezâlim, 103-Eş-Şemsü alâ cenâh-ıt-tâir 104- El-Keşfü vet-tibyân, 105-En-Ni’am-üs-Sevâbiğ, 106-Sür’at-ül-intibâh li-mes’elet-il-iştibâh, 107-Tuhfet-ur-râki’ıs-sâcid fî cevâzi-il-i’tikâf fî fenâ-il-mesâcid, 108-Hülâsat-üt-tahkîk fî beyânı hükm-it-taklîd vet-telfîk, 109-İbânet-ün-nass fî mes’elet-i kass, 110-Es-Sulhü beyn-el-ihvân fî hükmi ibâheti şürb-id-duhân: Bu eserinde tütünün mübah olduğunu delîllerle isbât etmektedir. Bu kitap Süleymâniye ve Nûr-u Osmaniye kütüphânelerinde vardır.
“Hadîkat-ün-Nediyye” kitabında buyuruluyor ki:
“Günahlardan sakınmayan müslümanların ibâdetleri sahih olsa da, kabûl olmaz. Çünkü hadîs-i şerîfde; “Bid’at sahiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz” buyuruldu. Küfürden sonra günahların en büyüğü bid’at sahibi olmak, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmaktır.”
“Hür kadının, zevci veya ebedi mahrem akrabasından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yahut, âkil, baliğ ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi haramdır. Bir veya iki erkeğin sefere gitmesi mekrûhtur. Üç erkeğin gitmesi mekrûh olmaz. Dört erkeğin gitmesi ve içlerinden birini emîr (başkan) seçmeleri sünnettir.”
“Üzerinde İslâm harfleriyle yazılmış bir yazı, hattâ bif harf bulunan kâğıdı, örtüyü, seccadeyi yere koymak yere sermek tahrîmen mekrûhdur. Bunları her ne için olursa olsun kullanmak ve yere sermek, hakaret etmek olur. Hakaret etmek için sermek veya kullanmak küfür olur. Duvara yazmak, yazıyı asmak caiz olur denildi. Buradan anlaşılıyor ki, üzerinde Kâ’be, câmi resmi veya yazı bulunan seccâdeleri namaz kılmak için yere sermek caiz değildir. Bunları zînet (süs) için duvara asmak caiz olur.”
“Sünnet iki türlüdür Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid. Sünnet-i hüdâ, câmide i’tikâf etmek, ezan ve ikâmet okumak, cemâat ile namaz kılmak gibidir. Bunlar, İslâm dîninin şiarıdır. Bu ümmete mahsûsdurlar. Beş vakit namazdan üçünün revâtib, ya’nî müekked sünnetleri de böyledir. Sünnet-i zevâid, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) giyim, yemek, içmek, oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekteki âdetleri ve iyi işlere sağdan başlamak, sağ eli ile yiyip içmek gibidir.”
“Namaz vakti daraldığı zaman farzdan evvelki sünneti kılmak, farzın kazaya kalmasına sebep olursa, bu sünneti kılmak haram olur. Farz olmayan birşeyi yapmak için, farzı terk etmek caiz değildir.”
“And vererek, meselâ; “Allah aşkına” diyerek bir kimseden dünyâlık şey istemek caiz değildir. Hadîs-i şerîfte, bunların mel’ûn oldukları bildirildi.”
“Birinin evine, odasına, bahçesine girileceği zaman izin istemek vâcibdir. Kapıya vurarak, zili çalarak veya seslenerek, meselâ selâm vererek izin istemeden içeri girmemelidir. Ana-baba, çocuğunun; çocuk, bunların odasına gireceği zaman da izin istemelidir. İzin üç defa istenir. Birincisinde izin verilmezse, bir dakika kadar sonra, ikinci defa istemeli, yine verilmezse, üçüncü defa istemelidir. Yine izin verilmezse, (dört rek’at namaz kılacak kadar beklemiş ise) içeri girmemeli, gitmelidir. Kapı aralanırsa, aradığı kimseyi sormadan önce, kendini tanıtmalıdır. İçeri girmeğe rızâsı olduğu bilinen kimsenin yanına izin almadan girilebilir.”
“Kur’ân-ı kerîmdeki duâları okurken değiştirmek, Kur’ân-ı kerîmi kasten değiştirmek olur. Âlimlerimiz sözbirliği ile bildiriyor ki, Kur’ân-ı kerîmde bulunmayan bir harfi ekleyen veya bir harfini değiştiren imansız olur.”
“Fitneye sebep olacak nasihati yapmamalıdır. Gücü, kuvveti, selâhiyeti olan nasihat etmez ise “Müdâhene” olur, haram olur. Gücü yettiği hâlde, fitne çıkarmamak için nasihat etmezse, “Müdârâ” denir, caiz olur. Hattâ müstehâb olur. Güç kullanmak, hükümet adamlarının vazîfesidir. Alay edenlere, zarar yapacaklara nasihat verilmez. Nasihat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak, ortada söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) biri geldi. Onu uzaktan görünce; “Kabilesinin en kötüsüdür” buyurdu. Odaya girince, gülerek karşılayıp, iltifat eyledi. Gidince, hazret-i Âişe, sebebini sordu. “İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmayan kimsedir” buyurdu. O, müslümanların başında bulunan bir münâfık idi. Müslümanları onun şerrinden korumak için müdârâ buyurdu. Fıskı, fuhşu, zulmü açık, ya’nî herkes arasında yayılmış olanı başkalarına söylemek gıybet olmıyacağı ve şerrinden korunmak için müdârâ caiz olduğu buradan anlaşılmaktadır. Hadîs-i şerîfde; “İnsanlara müdârâ için gönderildim” buyuruldu. Dîni ve dünyâyı korumak için dünyalık vermeğe “Müdârâ” denir. Dünyalık ele geçirmek için dîni vermeğe “Müdâhene” denir.”
“Hadîs-i şerîfde; “La ilahe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin kendisi kâfir olur” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf; “La ilahe illallah ehli” ya’nî, “Ehl-i kıble” olan kimse, icmâ’ ile zarurî olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerden şüpheli nassları (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri) yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılınca veya başka bir büyük günah işleyince kâfifr olmaz demektir. Fakat, Ehl-i sünnetten ayrılan kimse, tevâtür ile zarurî olarak öğrenilen din bilgilerinden birine inanmazsa, buna “La ilahe illallah ehli” denmez. Böyle kimse imansız olur.”
“Buhârî’nin Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ; kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki; benimle işitir, benimle görür, benimle herşeyi tutar, benimle yürür, benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu” denilmektedir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki; farzlarla birlikte nafile ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır. Bunların duâları kabûl olur. Allahü teâlâ ile işitir, görür, yürür demekten, âlimler çeşitli şeyler anlamışlardır. Ebû Osman Hayri Nişâbûrî buyuruyor ki: “Bu hadîs-i şerîf, onun görmek, işitmek, tutmak gibi her çeşit istediklerini, hemen ihsân ederim demektir.” “İşlerinizde sıkıştığınız zaman, kabirde olanlardan yardım isteyiniz!” hadîs-i şerîfi de, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına, ölü iken de bu kuvveti vermiş olduğunu göstermektedir.”
“Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almağa, “Gasb etmek” denir. Gasb, haram olduğu gibi, gasb edilen malı kullanmak da haramdır. Başkasının malını izinsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayıp ve kusur hâsıl olmasa bile, haram olur. Kendisine vedîa olarak emânet bırakılan veya gasb ettiği malı, parayı ticârette veya başka yerde kullanıp da bundan kazanç sağlamak caiz değildir. Kazandığı şey haram olur. Bunu fakire sadaka vermesi lâzım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak haramdır. Çünkü, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyet vermek haramdır.”
“Babanın çocuklarına ilim, edeb ve san’at öğretmesi farzdır. Önce, Kur’ân-ı kerîm okumasını öğretmelidir. Sonra îmânın ve İslâmın şartlarını öğretmelidir. Ananın, babanın, okutmak ve terbiye etmek için çocuklarını zorlaması lâzımdır. Kadın, çocuğunun okumasına, ahlâkına ehemmiyet vermezse, kötü yetiştirirse, erkeğin; “Ben râzı değilim. Günâhı senin olsun!” demesi, kendisini kurtarmaz. Kadına hâkim olması, kötülüğe mâni olması lâzımdır. Kadın inâd ederek, fitne çıkarsa veya erkekden gizli yaparsa, erkek günahtan kurtulur.
Anaya, babaya itaat ve ihsân etmelidir. Tâat olan, mübah olan ve günah olmayan şeylerdeki emirlerini yapmalıdır. Zevcenin de, zevcinin günalı olan emirlerini yapmaması lâzımdır. Her me’mûr ve ast için de böyledir. Hiç kimsenin günah işlemek için verdiği emir yapılmaz. Mübah olan işler için verdikleri emirleri yapmak, vâcib değil ise de caizdir. Tâat olan işlerdeki emirlerini yapmak vâcibdir. Yapması caiz olmayan emirlerine karşı isyan etmemeli yumuşak, tatlı cevap vermeli, fakat yapmamalıdır. Ana, baba, en kötü günâhı, hattâ küfrü bile emir etse veya kendileri kâfir ise, onlara karşı gelmek, üzmek yine caiz olmaz. Ana-baba âciz ve fakir iseler, gayr-i müslim olsalar bile, nafakalarını vermek çocuğa vâcibdir. Dedeler, nineler de ana-baba gibidir. Ana baba ve yakın akrabayı ziyâret etmek vâcibdir. Terk etmek büyük günahtır. Hiç olmazsa selâm göndererek, tatlı mektûp yazarak bu günahlardan kurtulmalıdır. Selâmın, mektûbun ve sözle, para ile yardımın miktarı ve zamanı yoktur. Lüzum ve imkânı kadar yapılır. Zî-rahm-i mahrem olmayanlara bunlar vâcib değildir. Bunlar önce anaya, sonra babaya, sonra evlâda, sonra ecdada, ya’nî dedelere, sonra ceddâda ya’nî büyük annelere sonra erkek ve kız kardeşlere, amcalara, halalara, dayılara ve teyzelere yapılır. Bunlardan sonra, mümkün olursa, zî-rahm-i mahrem olmayan amca oğluna, amca kızına ve hala, dayı ve teyze çocuklarına, sonra nikah sebebi ile akraba olanlara, sonra komşulara yardım ve ihsân etmek çok sevâbtır. Ana-baba uygunsuz, hattâ gayr-ı müslim kimseler de olsalar, hizmet etmek, ihsânda bulunmak evlâda vâcibdir. Fakat küfre teşvik ederlerse ziyâretlerine bile gidilmez.”
“Akraba ile ilişiği kesmek büyük günahdır. Erkek olsun kadın olsun, zî-rahm-i mahrem (nikâh düşmeyen) akrabayı ziyâret etmek vâcibdir. Amca kızı gibi nikah düşen yakın akrabayı ve yakın olmayan akrabayı ziyâret vâcib değildir. Fakat bunlara da hediye, selâm yollamak müstehâbdır.”
“Kesb: yaşamak için lâzım olan malları helâlden kazanmağa çalışmak demektir. Kendine evlâdına, ıyâline ve borçlarını ödemeğe lâzım olanları kesb etmek farzdır. Bunun için çalışan sevâb kazanır. Özürsüz terk edene azab yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara “Iyâl” denir. Borç ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa günahlı olmaz. Hadîs-i şerîfde: “Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her müslümana farzdır” buyuruldu. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp câmide oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmayı terk ettiği için, günah işlemektedir. Sâlih değil, fâsıktır. Bunun kalbi Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin te’sirini Allahü teâlâdan beklemek emrolundu. Muhtaç olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek caizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan ve tecessüs etmemelidir. Çünkü ikisi de haramdır. İhtiyâçtan fazla çalışıp, kazandıklarını senelerce saklamak mübahdır. Saklamayıp hayra, hasenata sarf etmek müstehâbdır. Nafile ibâdetlerden daha sevâbdır. Hadîs-i şerîfde; “İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır” buyuruldu. Öğünmek, kibirlenmek için, ihtiyâçtan fazla kazanmak haramdır.” Görülüyor ki, ehlinin ve ıyâlinin nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, helâl kazanmak, nafile ibâdetleri yapmaktan kat kat daha sevâpdır. Hadîs-i şerîfte; “Eshâbım için fakirlik saadettir. Âhir zamanındaki ümmetim için zenginlik saadettir” buyuruldu.”
“Zarûret olmadan birşey istemek haram olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de haramdır. Başkasının çocuğuna, kölesine iş gördürmek ise daha büyük günahdır. Müslim’de, Abdullah İbni Abbâs diyor ki: Çocuklarla oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip, avucu ile sırtımı okşadı. “Git bana Muâviye’yi çağır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfe göre çocukların, haram olmayan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak için güvenilmesi ve ufak işlerin yaptırılması caizdir. Kendi küçük oğlunu ve kızını ve torunlarını bir işde kullanmak, fakir olana veya çocuğu yetiştirmek için olursa caizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir.”
Yine Hadika kitabında buyuruluyor ki:
“İmâm-ı Mubammed Şeybâni’ye, mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde niye bir kitap yazmadığını sorduklarında; “Zühd ve takvâ, ancak, bütün işlerde İslâmiyete uymakla, bâtıl, fâsid ve mekrûh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alış-veriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin, bunların sahîh ve helâl olması şartlarını öğrenmesi lâzımdır. Bunun için, bu işlerin ilmihâlini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, bey’ ve şirâ kitabını yazdım” buyurdu.
“Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek, kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyan mukallidler, âyetten ve hadîsden hüküm çıkarmak ihtiyâcından kurtulur. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehâb olur. Bunları yapmak nafile ibâdet olur. Yalnız, cenâze namazı böyle değildir. Velî kılınca, başkalarının tekrar kılması caiz olmaz. Namaz kılacak kadar Kur’ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzumundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nafile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzumundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve hakimlerin ya’nî Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehâb olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı arttırır. Derin âlimler, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir.”
Yine Hadîka’da âlimlerin ilim sahiplerinin kıymetleri hakkında buyuruldu ki:
“Âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Ey müslümanlar, bilmediklerinizi zikr sahiplerinden sorunuz.” (Nahl-43, Enbiyâ-7) Zikr, ilim demektir. Bu âyet-i kerîme, bilmeyenlerin âlimleri bulup, onlardan sorup öğrenmelerini emretmektedir.
“Müteşâbih âyetlerin ma’nâlarını ancak ilim sahipleri anlar” (Âl-i İmrân-7)
“Allahü teâlânın var ve bir olduğunu ilim sahipleri anlar ve bildirirler.” (Âl-i İmrân-18)
“İlim sahipleri onlara; “Size yazıklar olsun! îmân edip amel-i sâlih işleyenlere, Allahü teâlânın vereceği serâblar dünyâ ni’metlerinden daha iyidir” dediler.” (Kasas-80)
“İlim ve îmân sahipleri; “Dünyâda iken inkâr ettiğiniz kıyâmet günü, işte bu gündür” diyeceklerdir.” (Rûm-56)
“İlim sahipleri Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu anlar.” (Hac-54)
“Kur’ân-ı kerîm, ilim sahiplerinin kalblerine yerleşmiştir.” (Ankebût-50)
“İlim sahipleri Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturduğunu bilirler.” (Sebe’-6)
“İlim sahiplerine Cennette yüksek dereceler verilecektir.” (Mücâdele-11)
“Allahü teâlâdan ancak ilim sahipleri korkar.” (Fâtır-27)
“En kıymetliniz Allahü teâlâdan çok korkanınızdır.” (Hucurât-14)
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğretene duâ ederler.”
“Kıyâmet günü, önce peygamberler, sonra âlimler, sonra şehîdler, şefaat edeceklerdir.”
“Ey insanlar, biliniz ki, ilim âlimden işiterek öğrenilir.”
“İlim öğreniniz! ilim öğrenmek ibâdettir, ilim öğretene ve öğrenene cihâd sevâbı vardır. İlim öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namazı kılmak gibidir.”
“Hülâsa” adındaki fetvâ kitabında diyor ki: “Fıkıh kitabı okumak, geceleri namaz kılmaktan daha sevâbdır.” Çünkü farzları, haramları, âlimlerden veya yazmış oldukları kitaplardan öğrenmek farzdır. Kendisi yapmak ve başkalarına öğretmek için fıkh kitapları okumak, tesbîh namazı kılmaktan daha sevâbdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“İlim öğrenmek, bütün nafile ibâdetlerden daha sevâbdır. Çünkü, kendine de, öğreteceği kimselere de fâidesi vardır.”
“Başkalarına öğretmek için öğrenen kimseye, sıddîklar sevâbı verilir.” İslâm bilgileri, ancak üstâddan ve kitapdan öğrenilir, İslâm kitaplarına ve rehbere lüzum yoktur diyenler, yalancıdır, zındıktır. Müslümanları aldatmakta, felâkete sürüklemektedir. Din kitaplarındaki bilgiler, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılmıştır.”
“İbâdetleri iktisad üzere, ya’nî ne az, ne de pek aşırı olmayarak orta miktarda yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 185. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ sizin için kolaylık istiyor. Güç işleri yapmanızı inlemiyor” buyuruldu. Bunun için, ağır hastanın ve yolcunun oruç tutmamasına izin verdi. Bize ağır ve sıkıntılı işler yapmayı emretmedi. İnsan iki işten birini yapmak durumunda kalırsa, bunlardan hafif ve kolay olanını yapması daha doğrudur. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), birinin mescidde saatlerce namaz kıldığını işitti. Mescide gelip, bunu omuzlarından tutarak; “Allahü teâlâ bu ümmetden kolay işler yapmasını istiyor. Güç işleri beğenmiyor” buyurdu. Allahü teâlâ, bu ümmete kolay şeyleri emretti, İslâm ahkâmına uymak pek kolaydır.
Mâide sûresinin 90. âyetinde meâlen; “Ey mü’minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib, ya’nî güzel şeyleri, kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ, helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez!” buyurdu.
Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, emrettiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever” buyuruldu. Zarûret olduğu zaman, haram işlemeğe ve farzı terk etmeğe, ruhsat, izin verilmiştir. Ya’nî zarûret sebebiyle terk ettiği için azâb yapılmaz. Zarûret zamanında da, dînin emirlerini yapmağa azîmet denir. Ba’zan, azîmet olanı yapmak daha iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmânını gizlememesi böyledir, öldürülürse, şehid olur. Ba’zan ruhsat olanı yapmak, daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse, günâha girer.”
“Muhtâr kitabının şerhi olan ihtiyâr kitabında diyor ki: “Farzları yapamayacak kadar zayıflatan riyâzet, ya’nî az yemek caiz değildir. Kendinin ve çoluk-çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar, çalışıp kazanmak farzdır. Bu niyet ile çalışan kimse, borcunu ödeyemeden ölürse, azâb çekmez. Hadîs-i şerîfde; “Her erkeğin çalışıp kazanması farzdır” buyuruldu. Bundan fazlası için çalışmamak caizdir. Âdem aleyhisselâm buğday eker ve ekmek yapardı. Nûh aleyhisselâm neccâr, marangoz idi. İbrâhim aleyhisselâm kumaş tüccârı idi. Dâvûd aleyhisselâm, önce koyun güderdi. Sonra ticâret yaptı. Sonra cihâd yaptı. Asker idi. Ebû Bekr-i Sıddîk, kumaş tüccârı idi.
Ömer-ül-Fârûk, kösele dikerdi. Osmân-ı Zinnûreyn gıda maddeleri ithalâtçısı idi. Hazreti Ali işçilik ve cihâd yapardı. Çoluk-çocuğunun bir yıllık nafakasını toplayacak kadar çalışmak, mübahdır. Müslümanlara yardım için, cihâd etmek için fazla çalışıp kazanmak müstehâbdır, iyidir. Hadîs-i şerîfde; “İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olandır” buyuruldu.”
“Gösteriş için, övünmek için kazanmak tahrimen mekrûhtur. Mültekâ kitabında ise açıkça haramdır denildi. Çalışmak rızkı arttırmaz. Rızkı veren, Allahü teâlâdır. Çalışmak, sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak sünnettir.
Çalışan insan beş türlü olur: Birincisi, rızkın yalnız çalışmaktan geldiğine inanır. Kâfirler böyledir, ikincisi, rızkın Allahdan geldiğine ve çalışmanın sebebe yapışmak olduğuna inanır. Çalışırken, Allahü teâlâya âsî olmaz. Haram işlemez. Hâlis, sâlih mü’minler böyledir. Üçüncüsü, rızkın Allahdan geldiğine inanır ise de, çalışırken Allahü teâlâya âsî olur. Fâsık mü’minler böyledir. Dördüncüsü, rızkın hem Allahdan hem de çalışmaktan geldiğini sanır. Müşrikler böyledir. Beşincisi, rızkın yalnız Allahdan geldiğini bilir. Fakat rızkı verir mi vermez mi bilmez. Münâfıklar böyledir.
Tâtârhâniyye fetvâ kitabında diyor ki: Câmide, evde kapanıp, hep ibâdet etmek ve yiyip, içip, evlenmek, gezmek gibi eğlenceleri ve helâl kazanmağı terketmek, tahrimen mekrûhtur.
“Âlimler; “İbâdetlerde aşırı gitmemeli, kendini sıkıntıya düşürmemeli” buyurdu. Bu sözleri, bütün ümmet için farz, vâcib veya sünnet olan şeylerdedir. Her müslümanın böyle yapması lâzımdır. Tasavvufcuların çektikleri sıkıntılar ise, nafile ibâdettir. Herkesin yapması lâzım değildir. Kur’ân-ı kerîmde Tegâbün sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gücünüz yettiği kadar, Allahdan korkunuz!” buyuruldu. Allahü teâlâ, Peygamberine;
“Mekke dağlarını altın yapayım ister misin?” buyurunca, bu altınları Allah yolunda ve düşmanlarla cihâd için kullanmayı düşünmedi, istemedi. Güçlük çekmeği arzu eyledi. Tebük gazvesinde ise; “Bu orduya lâzım olanları getirene Cenneti müjdeliyorum” buyurarak, Eshâbından yardım istedi.
Resûlullahın uzun günler orucunu bozmadığı ve açlıktın mübârek karnına taş bağladığı kitaplarda yazılıdır. Mübârek ayakları şişinceye kadar geceleri çok namaz kıldığı da bildirilmiştir. Mübârek zevceleri de, böyle çok ibâdet yaparlardı. Fakat, ümmetine çok merhamet ettiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istemezdi. Ümmetine ruhsat ile emrederdi. Kendisi azîmet ile ibâdet yapardı. Din demek, yalnız emir demek değildir. Ruhsat ile azîmetin ikisi de dindir. “Allahü teâlânın helâl ettiklerini, kendinize haram etmeyiniz!” meâlindeki Mâide sûresi 87. âyet-i kerîmesi; (ruhsat, izin verilen şeyleri inkâr etmeyiniz! Bunları haram etmeyip de, terk eder, çekinirseniz zühd olur, iyi olur. Yapması ise, günah olmaz) demektir. Hadîs-i şerîfde; “Sünnetimi kabûl etmeyen benden değildir!” buyuruldu ki, ruhsat, izin verdiğim şeyleri kabûl etmeyip, kendine sıkıntı veren benden değildir demektir.
Tasavvuf büyükleri, ruhsat ve azîmetten, ikincisini seçmişlerdir. Ruhsat ile amel etmeği de inkâr etmemişlerdir. Herkese ruhsat ile amel etmeği emretmişlerdir. Resûlullah da ( aleyhisselâm ) böyle yapardı. Tasavvuf demek, Kitaba ve sünnete uymak, bid’atlerden sakınmak, tasavvuf büyüklerine saygılı olmak, herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmektir. Ehl-i sünnet âlimleri, azîmet ve vera’ ile hareket ettiklerinden, bir haram işlememek için, yetmiş helâli terk ederlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki: “Biz bir harama düşmek korkusundan, yetmiş helâli terk ederdik.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ). Hazreti Ebû Hüreyre’ye; “Vera’ üzere ol ki, insanların en âbidi olursun!” buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, din demek, yalnız ruhsat, her işte orta yol demek değildir. Azîmet, zühd ve vera’da dindendir.
Riyâzetin, açlık çekmenin tahrimen mekrûh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Rûhanî kuvvetleri, bu tehlikeyi önleyenler için riyâzet çekmek caiz ve fâideli olur.
Rehberin yol göstericinin lâzım olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Kâmil olan rehber, talebenin sıhhatini, mizacını, rûhunun kuvvetini anlar. Ona uygun olan miktarda, riyâzet etmeği emreyler. Onu tehlikeden korur. Kâmil olan rehber, hem beden, hem rûh ve hem de din mütehassısıdır. Resûlullah efendimizin vârisi vekîlidir. Kâmil olan rehberin emri ile yetişenlerde hiçbir zarar ve tehlikeye düşen görülmemiştir. Hepsi yükselmiş, olgunlaşmıştır. Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslâmiyete uymakta hiç gevşeklik göstermemişlerdir. Farzı terk etmeğe sebep olan şeyi yapmak haramdır. Rehber bundan korur. Nafile ibâdetleri izinle yapmak, bunun için lâzımdır.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) ümmetine çok merhametli idi. Mi’râc gecesi, elli vakit namazın beş vakte inmesini diledi. Ümmetine sıkı emirler gelmesine yol açmaması için, eshâbının sıkıntılı riyâzetler yapmalarına izin vermezdi. O’nun, ümmetine çok fâideli olacak ibâdetleri bildirmeyeceği ve yapılmalarını önleyeceği düşünülemez. Herşeyin en iyisini, en fâidelisini söylemiş, yapmış ve yaptırmıştır. Ruhsat ile amel, aşırı ve noksan olmaksızın kulluk etmek, bütün ümmeti için fâideli olacağından, bunları açıkça yapmış ve emreylemiştir. Eshâbının yükseklerine ise, gizli bilgiler ve ibâdetler öğretmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Bekâra sûresi 282. âyetinde meâlen; “Allahdan korkunuz! Böylece, size çok şeyler öğretir” buyuruldu. Bu (çok şeyler), ilâhî ma’rifetler, gizli bilgilerdir. Hadîs-i şerîfde; “İlmin, inceleri ve gizlileri vardır. Bunları ancak Allah adamları bilir. Bildiklerini söylerlerse, câhiller bunlara inanmazlar” buyuruldu.
İmâm-ı Kastalâni’nin “Mevâhib” kitabında yazılı olan mi’râc hadîsinde; “Rabbim bana başka başka üç ilim bildirdi. Birinci ilmi kimseye bildirme dedi. Çünkü, bu ilmi benden başka hiç kimse anlayamaz. İkinci ilmi, dilediğine bildirebilirsin dedi. Üçüncü ilmi, ümmetinin hepsine bildir dedi.” Görülüyor ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ) Allahü teâlânın bana bildirdiği ilim, yalnız ümmetin hepsine bildirilmesi emr olunan ilimdir buyurmadı. Hak olan başka iki ilim daha bulunduğunu haber verdi. Resûlullahm, dilediğine bildirmesi için izin verilen, ikinci ilim “Vilâyet ilmi” ya’nî tasavvuf ilmidir. Bu ilim, İslâmiyetin bâtınını ve hakîkatini bildirmektedir. Bu ilim, ancak takvâ ile elde edilir. Âyet-i kerîmede, Hızır aleyhisselâm için; “Ona bizden ilim verildi” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, vilâyet ilmini bildirmektedir. Herkese bildirilmesi emrolunan İslâmiyet bilgileri, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek sözlerinden ve hareketlerinden alınmış olduğu gibi, vilâyet ma’rifetleri de, onun mübârek kalbinden çıkıp, kalblere akmaktadır. Bunun içindir ki, Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ); “Resûlullahdan iki ilim aldım. Birisini sizlere bildirdim, ikincisini bildirmiş olsam, anlayamaz, beni öldürürsünüz” dedi. Birincisi, “İlm-i zâhir”dir. İkincisi, “İlm-i batın”dır. Bunu ancak, evliyâ ve sıddîklar bilir.
Tasavvufcular, bâtın ilmine kavuşmak için, riyâzetler çekiyor, mücâhedeler yapıyorlar, İlm-i zâhirde, sahte ve yalancı ilim adamları olduğu gibi, sahte ve bozuk kimseler, tasavvufcu kılığına girmişler, bu mübârek yolu, dünyâ çıkarlarına âlet etmişlerdir. Bu yalancılardan sakınmak, tuzaklarına düşmemek için, onları tanımak lâzımdır. Bunun için de, İslâmiyeti iyi öğrenmek lâzımdır. Doğru ile yanlışı ayıran biricik ölçü, İslâmiyettir. İslâmiyete uyan bir kimse, tasavvuf yolunda da çalışırsa çok iyidir. Fakat, bu yolda ilerlemek için, kâmil olan rehberin, yol gösterici olgun velînin kontrolü lazımdır. Kâmil olan rehber, kalb ve rûh mütehassısıdır. Talibin kalbindeki hastalığı anlayarak, ona uygun olan riyâzeti ve zikri seçer, yaptırır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; Bekâra sûresi 10, Mâide sûresi-52, Enfâl sûresi-49, Tevbe sûresi-125, Hac sûresi-53, Ahzâb sûresi 12, 32 ve 60. ve daha birçok âyet-i kerîmelerde meâlen; “Kalblerinde hastalık vardır” buyuruyor. Bu hastalığın tedâvisi, Resûlullahın sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyâzete, sıkıntıya lüzum kalmıyordu. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, o sohbetin bereketi ile, Resûlullahın mübârek kalbinden feyz aldılar. Tasavvufun en yüksek derecelerine kavuştular. Kendilerinden sonra gelen evliyânın hepsinden daha yüksek oldular. Onlardan sonra gelenler, Resûlullahın sohbetine kavuşamadıkları için, riyâzetler, sıkıntılar çekerek, kalb hastalıklarından kurtulmağa çalışmışlardır. İlm-i bâtın, ilm-i zâhirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, “Ulemâ-i râsihîn” denir. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) vâris olan ulemâ, yalnız bunlardır. Riyâzet, sıkıntı çekerek, kalblerini tedâvi edenler, ilm-i bâtına kavuşunca, riyâzeti bırakırlar. Yalnız farzları, sünnetleri yaparlar. Eshâb-ı Kirâm gibi batınları ile de, kalbleri ile de, ibâdet ederler. Pazarda alış-veriş etmeleri, onların bâtın ibâdetlerine zarar vermez. Allahü teâlâyı bir ân unutmazlar. Kur’ân-ı kerîmde, bunlar övüldü. Nûr sûresi-37. âyetinde meâlen; “… Alış-verişleri, Allahı unutturmaz!” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), riyâzet çekmeden bu dereceye kolayca ve az zamanda yükseldiler. Hazret-i Ömer, ilk sohbetinde yükseldi. Eshâb-ı Kirâma riyâzet çekmeleri için izin verilseydi, din âlimleri, mezheb imamları, onların riyâzetlerini kitaplarına yazarak, bütün müslümanların böyle yapmaları lâzım olurdu.”
“Hadîs âlimlerinden Muhammed bin Abdullah Hâkim Nişâbûrî’nin “Müstedrek” kitabında Bildirdiği hâdîs-i şerîfde; “Deccâl zamanında bulunan mü’minlerin gıdası, meleklerin gıdası gibi, tesbih ve takdis etmek olur. Allahü teâlâ, o zaman tesbih ve takdis edenlerin açlığını giderir” buyuruldu. Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ, dilediği kullarına öyle hâl verir ki, yemeğe, içmeğe ihtiyâçları kalmaz. Deccâl zamanında, bütün mü’minlere bu hâli ihsân edecektir. Deccâlin fitnelerinden biri şudur ki, uğradığı şehirlere; “Bana ibâdet ediniz, bana uyunuz!” diyecek. Ona uyarlarsa, göğe emrederek yağmur yağacak, yere emrederek ekin çıkacaktır. Ona uymazlarsa, emredip, hiç yağmur yağmayacak ve yerden ot bitmeyecektir. Herkes aç kalacaktır. Hadîs-i şerîf, bu fitnenin mü’minlere zarar vermeyeceğini bildiriyor. Mü’minler tesbîh okuyarak, açlık duymayacaklardır.
Zühd, sabır, riyâzet, açlık gibi sıkıntı çekmenin İslâmiyete uymadığını zannetmemelidir. Çünkü İslâmiyet, bedene eziyet ve zarar veren şeyleri yasak etmiştir. Bu riyâzetler, tasavvufculara zarar vermemektedir. Bunlar da, İslâmiyetin her hükmü gibi, Resûlullahdan gelen İslâm dininden bir parçadırlar. Bu işleri ve bunları yapan evliyâyı inkâr etmek, dînin bir parçasını inkârdır.
Tasavvufcular riyâzet yapıyor diyerek, bunları peygamberlerden (aleyhisselâm), hattâ Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) daha üstün sanmamalı ve daha üstün tutmamalıdır. Evliyânın hiçbirine de dil uzatmamalıdır. Evliyânın büyüklüğünü anlayamadığı için, kusuru kendinde bilmelidir. Hadîs-i şerîfde; “Kendi ayıblarını, kusurlarını düşünmekten, başkalarının ayıblarını araştırmayana müjdeler olsun!” buyuruldu. Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Günahların en kötüsü, müslümana kötü gözle bakmaktır. İnsanların çoğu, bunu günahdan saymazlar. Tövbesini hiç yapmazlar.” Bir kimse, evliyânın hepsine hüsn-i zan edip, övse, yalnız bir velîyi, dînimize uygun bir sebep göstermeden kötülese, o hüsn-i zanlarının hiç fâidesi olmaz. Evliyânın hepsini tasdik etmeyen kimse, velî olamaz. Allahü teâlânın bir velîsini, kötü gözle bakarak inciten kimse, dînin bir parçasını kötülemiş olur. Ebü’l-Mevâhib Şâzilî buyurdu ki:
“Zamanındaki evliyâya saygılı olmayan,
Evliyâ defterinden silinir hemân.”
Muhyiddîn-i Arabî (r.aleyh) buyurdu ki: “Evliyâya ve ilmi ile âmil olanlara düşmanlık küfür olduğunu, büyüklerin çoğu bildirmiştir.” Abdülvehhâb-i Şa’rânî’nin üstadı, Aliyyülhavvâs buyurdu ki: “Evliyâdan ve ulemâdan birine düşman olandan uzaklaşmak lâzımdır”. Velîye ve âlime karşı gelmek, dalâlettir. Kendini helak etmektir.
Allahü teâlânın velîleri, ilmi ile âmil olan âlimlerdir. Bunlardan ölü veya diri olan birisini dil veya kalb ile inkâr etmek, açık bir küfürdür. İnkâr edenin imansız olacağını bütün müslümanlar sözbirliği ile bildirmişlerdir. Müslümanların bütün mezheblerine göre imansız olurlar. Çünkü bu, dîn-i İslâmı inkâr etmektir. İnkâr eden, câhil ve ahmak olduğu için, bu inkârının, çirkinliğini, bozukluğunu anlamamaktadır. Bâtıl ve bid’at olan ve kendine göre çirkin olan birşeyi inkâr ettiğini zannetmektedir. Velînin işini ve sözünü böyle sanarak, bu tehlikeye düşmekte, ona fâsık veya kâfir, zındık demektedir. Hâlbuki, Allahın velîsi, bu câhilin kötülediği şeylerden çok uzaktır. Sözleri ve işleri İslâmiyete uygundur. Tâat ve kurbettir. O câhil ise, inâd etmekte, evliyânın ilimlerini, sıddîkların ma’rifetlerini anlamamaktadır. Kalbi ölmüş, hakîkati göremiyor. Küfür, dalâlet ve zındıklık çukuruna kendisi batmıştır. Tevhîd ehli olduğunu, tâat yaptığını, insanlara ilm ve feyz verdiğini sanıyor. Kıyâmet günü küfrünün cezasını bulacak, zulmlerinin, iftiralarının azâblarını çekecektir. Dünyâda kendine ve benzerlerine kâfir demiyor. Çünkü, hepsi inkârda ortaktırlar. Kendilerini müslüman sanıyorlar. Hâlbuki, müslümanlar, bunların imansız olduklarını bilmektedir. Çünkü müslümanlar, Allahın evliyâsına ve onların doğru hâllerine inanıyorlar. İnkâr edenlerin anlamamaları, bilmemeleri özür olmaz. Çünkü, dînini bilmemek özür değildir. Bunların evliyâyı bilmemeleri, yahudilerin, hıristiyanların ve mecûsilerin ve putlara tapanların, Muhammed aleyhisselâmın hak dînini bilmemeleri gibidir. Onların bilmemeleri özür olmadığı gibi, bunların bilmemesi de özür olmaz.
Evliyâ ve peygamberler, ne kadar yüksek olurlarsa olsunlar, Allaha kul olmaktan kurtulamazlar. Hârika, kerâmet hâsıl olmasında, kulların hiç te’sîri olmadığı gibi, âdet üzere yaratılmakta olan şeylerde de, te’sîrleri yoktur. Herşeyi, yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Evliyânın ve peygamberlerin, hiçbirşeyin yaratılmasında te’sîrleri olmaz. Fakat Allahü teâlâ, evliyâsını ve peygamberlerini, başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği ni’metlerini, bunlara ihsân etmiştir. Allahü teâlâ, her insanın istekli işlerini, insanların istemelerinden sonra, dilerse yaratmaktadır. İnsanların istediği şeyleri, O istemezse yaratmaz. İnsanların istedikleri ba’zı şeyleri, O da hep istemekte ve hep yaratmaktadır. Meselâ, insan kolunu kaldırmak, gözünü kırpmak isteyince, o da hemen istemekte ve hemen onun kolunu kaldırmaktadır. İstememesi pek nâdirdir, insanların ba’zı isteklerini ise, O nadiren istemekte ve yapmakta ve çok zaman istemeyip yapmamakta, ya’nî yaratmamaktadır. Dünyâdaki isteklerimizin çoğu böyledir. Fakat bu da, insandan insana değişmekte olduğu hergün görülmektedir, işte Allahü teâlâ, evliyâsının ve peygamberlerin isteklerinin çoğunu, kol kaldırmak ve göz kırpmak gibi, hemen dilemekte ve yaratmaktadır. Bu onlara karşı, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Burada, evliyânın birbirlerine göre farkları olduğu gibi, hiçbir velî, hiçbir peygamber derecesine varamaz. Hiçbiri dünyâya değer vermedikleri için, Allahü teâlâdan dünyâ için birşey istemezler. Dünyâdan her istedikleri de âhıret için ve Allah içindir.”
“İlm-i zâhirden birkaç şey öğrenip, ilm-i bâtından birşey bilmeyenler, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve dalâlet sanıyorlar. Anlamadıkları ma’rifet bilgilerine inanmıyorlar. Böylece Muhyiddîn-i Arabî. Ömer bin Fârıd, Abdülkâdir-i Geylânî, Celâleddîn-i Rûmî, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Ahmet Ticânî, Abdülvehhâb-i Şa’rânî ve Şerefüddîn-i Busayrî gibi tasavvuf büyüklerini beğenmiyorlar. Batın ilimlerine inanmıyorlar. Batın bilgilerine inanmayan ise, Muhammed aleyhisselâmın dîninin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ve dalâlet ehli, ya’nî sapık denir. İmânlı görünür ise de, münâfık gibidir. İmâm-ı Süyûtî’nin ve Hatîb’in bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Din bilgisi iki kısımdır: Biri kalbde olan fâideli bilgilerdir, ikincisi, dil ile anlatılan zâhir bilgilerdir” buyuruldu. Yine Süyûtî’nin ve Deylemî’nin, bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Bâtın bilgileri, Allahü teâlânın sırlarından bir sırdır. Onun hükümlerinden bir hükümdür. Dilediği kulunun kalbine verir” buyuruldu. İmâm-ı Mâlik buyurdu ki: “İlm-i zâhire mâlik olan, ilm-i bâtına kavuşabilir. Zâhir bilgisi olan kimse, ilmi ile amel ederse, Allahü teâlâ, ona batın bilgisi ihsân eder.” Ali bin Muhammed Vefâ’nın ârifane sözlerine şaşırıp kalan İmâm-ı Ömer Bülkînî, bunları nereden öğrendin deyince; “Allahdan korkunuz! Allahü teâlâ, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Bekâra sûresinin 282. âyet-i kerîmesini okudu. Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “İlm-i zâhir ile ilm-i batın, birbirlerinden ayrılmazlar. Beden ile kalbin bırlikte bulunması gibidirler. Bâtın ilimleri, ârifin kalbinden kalblere akar. Zâhir ilmleri, âlimin sözünden öğrenilir. Kulaklara kadar gidip, kalblere girmez.” Hadîs-i şerîfde; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Bu âlimler, yalnız zâhirî ilim sahibi olanlar değildir. Bu âlimler, bildikleri ile amel eden, takvâ sahibi olan, peygamberlerdeki ilimlerin hepsine kavuşan hakîkî âlimlerdir. Zâhirî ilim sahiplerinin niyetleri hâlis olmadığı ve şehvetlerinin pençesinden kurtulmadıkları için, ilmin nûru kalblerine girmez. Beyinlerine işlemez. Bunların kalblerini, beyinlerini Cehennem ateşi temizleyecektir. İmâm-ı Münâvî, İmâm-ı Gazâlî’den haber veriyor ki: Âhıret bilgisi iki türlüdür. Biri keşf ile hâsıl olur. Buna; “İlm-i mükâşefe” ve “İlm-i bâtın” denir. Bütün ilimler, bu ilme kavuşmak için sebepler, vesilelerdir, ikincisi; “İlm-i muâmele”dir.
Âriflerden çoğuna göre, ilm-i bâtından nasîbi olmayanın imansız gitmesinden korkulur. Bundan nasîb almanın en aşağısı, bu ilme inanmaktır. Bid’at veya kibir bulunan kimseye bâtın ilmi nasîb olmaz. Dünyâya düşkün olan ve hep nefsinin isteklerine uyan da, çok şey öğrense de, batın bilgisinden hiçbirşeye kavuşamaz. Batın bilgisi, temizlenmiş kalblerde hâsıl olan bir nûrdur. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidirler. Bunları, ancak ma’rifet sahipleri bilir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, batın ilmlerini göstermektedir. İmâm-ı Mâlik’in ilm-i bâtına kavuşturur dediği zâhir bilgisi, onun zamanındaki, kendisi ile amel olunan ilimdir. Şimdi, dünyalığa kavuşmak, şöhret sâhibi olmak için öğrenilen şeyler değildir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için, herkese lâzım olan ilm-i hâl bilgileri az zamanda ve kolayca öğrenilebilir. Bununla amel edince, ilm-i batın hâsıl olabilir.
Batın ilimlerine kavuşmamış olan din adamları, bilmedikleri ilimlere inanmıyorlar. Bâtın ilmi olarak anladıkları ve söyledikleri de, kendi gibi bir câhilden işittikleri veya batın âlimlerinin kitaplarından okuyup ezberledikleri şeylerdir. Paslı kalbleri açılmamış, rahmânî nûra kavuşmamışlardır.
Kendilerini batın âlimi sanan bu câhiller, akıllarının esîridirler. O büyüklerin bildirdiklerini, kısa akılları ile ölçerek yanlış anlamaktadırlar. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri de böyle yanlış anlıyorlar. Bozuk, zararlı tefsîr kitapları yazarak müslümanları felâkete sürüklüyorlar. Nûr sûresinin; “Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz!” meâlindeki 40. âyet-i kerîmesi bunları göstermektedir.
Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nûrlanmak, ârif olmak, ilm-i batın sâhibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akıl eremez, anlıyamaz. Allahü teâlâ, herşeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Birşeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lâzımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi mâsivâ’dan ya’nî Allahü teâlâdan ve O’nun râzı olduklarından başka olan herşeyin sevgisinden temizlemektir. Mahlûkların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmaktır. Buna; “Fenâ-i kalbi” denir. Kalb, Allahdan başka herşeyi tam unutursa, yukarda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Ya’nî madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimağ (beyin) ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lâzım değildir. Sıvıyı boşaltmak lâzımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlûkların sevgisi, hattâ düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nûr, ma’rifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahlûklardan temizlemeğe sebep de, Ehl-i sünnet i’tikâdı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibâdetleri yapmaktır. Nafile ibâdetlerden, te’sîri en çok ve sür’atli olanı, zikr yapmak ve Allahü teâlânın velîlerinden biri ile beraber bulunmaktır.”
“Cemâat rahmettir. Ya’nî müslümanların hak üzerinde birleşmeleri, Allahü teâlânın, merhamet etmesine sebep olur. Tefrika (bölünmek) ise azâbdır. Ya’nî, müslümanların topluluğundan ayrılmak, Allahü teâlânın azâb yapmasına sebep olur. Demek ki, her müslümanın doğru yolda olanlara katılması lâzımdır. İmânı doğru olanlar az olsa dahî, bunlara katılmalı, bunlar gibi inanmalıdır. Doğru yol, Eshâb-ı Kirâmın yoludur. Bu yolda olanlara; “Ehl-i sünnet ve cemâat” denir. Eshâb-ı Kirâmdan sonra ortaya çıkan bâtıl, bozuk kimselerin çok olması, insanı şaşırtmamalıdır. İmâm-ı Beyhekî buyuruyor ki “Müslümanlar bozulduğu zaman, bunlardan önce olanların doğru yoluna sarılmalısın! Bir kişi kalsan bile, o yoldan ayrılmamalısın!” Necmüddîn-i Gazzî buyuruyor ki: “Ehl-i sünnet ve cemâat” demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı Kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. “Sivâd-i a’zam” ya’nî İslâm âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemâat, yetmişüç fırka içinde, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan fırka-i nâciye bunlardır. Kur’ân-ı kerîmde; “Parçalanmayınız!” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, i’tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayınız demektir. Âlimlerin çoğu, meselâ Abdullah İbni Mes’ûd, böyle olduğunu bildirmiştir. Ya’nî nefslerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayınız demektir. Bu âyet-i kerîme, fıkıh bilgilerinde ayrılmayınız demek değildir. Âyet-i kerîme, bozgunculuk olan ayrılmağı yasaklamaktadır. Bu ise, akâiddeki, inanılacak şeylerdeki ayrılıktır. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık böyle değildir.
Çünkü bu ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki, ibâdetlerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı Kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i’tikâd bilgilerinde de ayrılıkları yoktu. Hadîs-i şerîfde; “Ümmetimin ayrılığı rahmettir” buyuruldu. Dört mezhebin amel, iş bilgilerinde ayrılması böyledir. Şimdi dört mezheb olması, Allahü teâlânın hidâyeti ve rahmetidir. Hepsi sevâb kazanmıştır. Kıyâmete kadar, bu mezheblerde olanların ibâdetlerine verilen sevâbların bir misli de, bunların mezheblerinin İmâmlarına verilmektedir. Âlimlerin amel, iş bilgilerinde çeşitli ihtisas kollarına ayrılmaları da böyledir. Böylece; bir kısmı hadîs, ba’zısı tefsîr, birçoğu da fıkıh ve Arabî ilimlerde yetişmişlerdir. Arabî bilgilerde birçok âlim yetişmişdir. Tasavvufcuların riyâzet çekmekte ve talibleri yetiştirmekte, ayrı yol tutmaları da, ya’nî çeşitli yolların meydana gelmesi de, bu hadîs-i şerîfe uygun olmaktadır. Necmeddîn-i Kübrâ; “İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yollar, insanların sayısı kadardır” buyurdu. Bu söz de, talibleri yetiştirmek yolunu bildiriyor. Yoksa, i’tikâdlarında hiçbir ayrılık yoktur. Bütün evliyânın i’tikâdları, îmânları birdir. Hepsi, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdındadır. San’at sahiblerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da öyle rahmettir. Fakat, i’tikâdda ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Çünkü, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Cemâat rahmettir. Ayrılık azâbdır” buyurdu.
“Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kişi, sevdiği ile beraber olur” buyurdu. Müslim kitabında bildirildiği üzere, bir kimse, Resûlullaha kıyâmeti sorunca; “Kıyâmet için ne hazırlık yaptın?” buyurdu. O kimse; Allahın ve Resûlünün sevgisini hazırladım deyince; “Sevdiklerinle beraber olursun” buyurdu. İmâm-ı Nevevî, bu hadîs-i şerîfi açıklarken; “Bu hadîs-i şerîf, Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü ve sâlihlerin ve hayr sahiblerinin dirilerini ve ölülerini sevmenin kıymetini, fâidesini bildiriyor” dedi. Allahü teâlâyı ve O’nun Peygamberini sevmek demek, emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, bunlara karşı edebli, saygılı olmak demektir. Sâlihleri severek onlardan fâidelenmek için, onların yaptıklarını yapmak lâzım değildir. Çünkü, onların yaptıklarını yaparsa, o da, onlardan olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Bir kimse, bir cemâati sever. Fakat onlardan olmaz.” Onlarla beraber olmak, onların derecesine yükselmek demek değildir. Hadîs-i şerîfde; “Bir cemâati seven kimse, onların arasında haşr olunur” buyuruldu. Ebû Zer ( radıyallahü anh ); “Yâ Resûlallah! Bir kimse, bir cemâati sevse, fakat onların yaptıklarını yapmasa, nasıl olur? dedikte; “Yâ Ebâ Zer! Sevdiklerinle beraber olursun” buyurdu. Fakat, Hasen-i Basrî (r.aleyh) buyuruyor ki: “Bu hadîs-i şerîfler seni yanıltmasın! Sen iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin! Yahudiler ve hıristiyanlar, peygamberlerini sevdiklerini söylüyorlar ise de, onlar gibi olmadıkları için, onların yanına gidemiyeceklerdir.” İmâm-ı Gazâlî bunun için; “Onların iyi amellerinden birkaçını veya hepsini yapmadıkça, yalnız sevmekle, onların yanına kavuşulamaz” dedi. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bir cemâati seven kimse, üç nevî olabilir: Onların bütün amellerini ve ahlâkını edinmiştir. Yâhud hiçbirini edinmemiştir. Yâhud da, birkaçını yapar. Başkalarını yapmayıp, bunların tersini yapar. Hepsini yapabilen, onlardan olur. Onlarla olur. Onlara olan sevgisi, onu da tam onlar gibi yapmıştır. Muhabbetin en yüksek tabakasına erişmiştir. Elbet onlardan olur. Sevdiklerine hiç uymayan, onlara hiç benzemeyen kimse, onlardan hiç olamaz. Sevdiklerinin birkaç ameline uyan kimseye gelince, îmânda uymamış ise, onlardan olamaz. Onları seviyorum demesi hiç doğru değildir. Onun kalbinde, onlara sevgi değil, düşmanlık vardır. Din düşmanlığından daha büyük düşmanlık olmaz. Yahudilerin ve hıristiyanların, peygamberleri seviyoruz demeleri böyledir. Kişi, sevdikleri gibi inanıp, tâat ve ibâdetlerde, onlara tam uymazsa, beğenmediği için uymamış ise, seviyorum demesinin yine fâidesi olmaz. Onlarla birlikte olamaz. Gücü yetmediği, nefsine hâkim olamadığı için, hepsine uyamamış ise, onlarla birlikte olmasına mâni olmaz. Hadîs-i şerîfler, bu ikinci kısmı bildirmektedir. Bir cemâati seven, fakat tam onlar gibi olmayan kimseye karşı söylenmiştir. Ebû Zer hadîsi, bunu açıkça bildirmektedir. Bu hadîs-i şerîf, müslümanları çok sevindirmektedir. 183 (m. 799) senesinde Kûfe’de vefât etmiş olan Muhammed bin Semmâk, son nefesinde; “Yâ Rabbî! Sana hep isyan ettim. Fakat, sana itaat edenleri hep sevdim. Beni bu sevgime bağışla!” diyerek duâ etti.”
“Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kişi, sevdiği, ile birlikte olur” buyurdu. Selef-i sâlihîni, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerini sevsek, onlar gibi olmasak bile, bu hadîs-i şerîfdeki müjdeye kavuşuruz. Allahü teâlânın sevdiklerinin ve Allahü teâlâyı sevenlerin dirilerini ve ölülerini seven kimse, büyük saadete, iyiliklere kavuşur. Onları sevmek, meselâ onların düşmanlarına karşı ve onları kötüleyen câhillere karşı, onları savunmak, övmektir. Dünyâya düşkün olanların en kötüleri, Allahü teâlânın sevdiklerini, evliyâyı kötüleyenlerdir. Dünyâya düşkün olmak, bütün kötülüklere yol açar. Hased, hırsızlık, rüşvet, kibir gibi haramlara sebep olur. Câhil din adamlarının kibirli olmaları, hep dünyâya düşkün olmalarından ileri gelmektedir. Muhyiddîn-i Arabî’nin kalbinin açılması, bâtın ilimlerine kavuşması, tasavvuf büyüklerini sevdiği, onları savunduğu için olduğunu, kendisi bildirmektedir. Rûh-ül-kuds kitabında diyor ki: “Elhamdülillah! Câhil din adamlarına karşı, tasavvufcuları hep savundum, ölünceye kadar da savunacağım. Bunun için, kalb bilgilerine kavuşturuldum. Onlara saldıran, isimlerini söyleyerek kötüleyen, kendisinin câhil olduğunu ortaya koyar. Bunun sonu felâket olur.”
Muhyiddîn-i Arabî, Vasıyyet-i Yûsufiyye kitabını açıklarken diyor ki: “Resûlullahı rü’yâda gördüm. Bana; “Allahü teâlânın bu ni’metine nasıl kavuştuğunu biliyor musun?” buyurdu. “Hayır bilmiyorum” dedim. “Ehlullah olduğunu söyleyenlere, saygı gösterdiğin için kavuştun!” buyurdu.
Kendi kusurlarını araştırıp düzeltmeğe çalışan kimse, başkalarının ayıblarını görmeğe vakit bulamaz. Hep, kendinden daha iyi olan müslümanları görür. Ya’nî her gördüğü müslümanı kendinden daha iyi bulur. Velî olduğunu söyleyen kimsenin doğru söylediğine inanır. Başkalarının kötülüklerini araştıran, kendi kusurlarını görmeyen ise, velîye inanmaz.
Necmüddîn-i Gazzî, Hüsn-üt-tenebbüh kitabında diyor ki; “Sâlihleri sevmek, sohbetlerinde bulunmak, ziyâretlerine gitmek, onlarla bereketlenmek lâzımdır. Evliyâ bunlardır.” Şah Şuca’ Kirmanî buyuruyor ki: “Evliyâyı sevmekten daha kıymetli ibâdet olmaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar. Allahü teâlâyı seveni, Allahü teâlâ da sever.”
Ebû Osman Hayrî diyor ki: “Evliyânın sohbetine kavuşan kimse, Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulur.” Yahyâ bin Mu’âz diyor ki: “Evliyânın sohbetine kavuşan sâdık bir kimse, herşeyi unutur. Allahü teâlâ ile olur. Böyle olmazsa, Allahü teâlâya hiç kavuşamaz.”
Muhammed bin Irak, Sefînet-ül-Irâkıyye kitabında diyor ki: Fıkıh âlimlerinden Muhammed bin Hüseyn Becli, Resûlullahı ( aleyhisselâm ) rü’yâda görüp, hangi amelin en iyi olduğunu suâl etti. Resûl aleyhisselâm; “Evliyâullahdan olan bir velînin yanında bulunmaktır” buyurdu. Diri iken bulamazsak deyince: “Diri iken de, ölü iken de onu sevmek, düşünmek böyledir” buyurdu.
İmâm-ı Birgivî hazretleri duâ ederken; “Ey yardımcıların en iyisi! Ey ümidsizlerin sığınağı! Yâ Erhamerrâhimîn! Ey günahları örten merhameti bol Allahım! Habîbin, sevgili Peygamberin hürmeti için ve bütün peygamberlerin, meleklerin, Peygamberinin Eshâbının ve Tabiînin hürmetleri için, günâhı çok olan bizlere acı! Suçlarımızı affeyle” derdi. Allahü teâlâya, Peygamberi ve O’nun Eshâbı ve Tabiînin hürmeti için duâ etmek, duânın kabûl olması için bunları vesile etmek caizdir, meşrûdur. Onların şefaatini istemek olup, Ehl-i sünnet âlimleri caiz olduğunu bildirmiştir. Mu’tezile, buna inanmadı. Vesîle ederk yapılan duâ, o velînin kerâmeti olarak kabûl olur. Bu da, öldükten sonra da, kerâmetin bulunduğunu göstermektedir. Bid’at ehli olan sapıklar, buna inanmıyor.
İmâm-ı Münâvî, Câmi’us-sagîr’i açıklarken buyuruyor ki: “İmâm-ı Sübkî; “Duâ ederken, Resûlullahı vesile yapmak, O’nu şefaatçi yapmak, O’ndan yardım istemek güzel olur. Selef-i sâlihînden ve sonra gelen âlimlerden hiç kimse buna karşı çıkmadı. Yalnız İbn-i Teymiyye bunu inkâr ederek, doğru yoldan ayrıldı. Kendinden önce gelenlerden, kimsenin söylemediği bir yola saptı. Ehl-i İslâm arasında sapıklığı ile nâm aldı” buyurdu. Âlimlerimiz, Resûlullaha mahsûs olan üstünlükleri bildirirlerken, duâ ederken, Resûlullahı vâsıta kılmak caiz olur. Başkalarını vâsıta etmek böyle değildir dediler. Fakat, İmâm-ı Kuşeyrî diyor ki: “Ma’rûf-i Kerhî talebesine, duâ ederken beni vâsıta ediniz! Ben, Allahü teâlâ ile aranızda vâsıtayım demiştir. Çünkü evliyâ, Resûlullahın vârisleridir. Vâris olan, vârisi olduğu zâtın bütün üstünlüklerine kavuşur.”
Yine Hadîka kitabında 153. sahifeden başlayarak yazılanların özeti şöyledir:
Edille-i şer’iyye: “Edille-i şer’iyye ya’nî din bilgilerinin kaynağı dörttür. Kitâb, sünnet, kıyâs ve icmâ’. Kıyâs ile icmâ’, Kitabdan ve sünnetten çıkmıştır. Şu hâlde, din bilgisinin ana kaynağı Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve sünnettir. Bu ikisinden alınmayan her bilgi, her iş, bid’attir. Bid’at olan inanışlar, bilgiler ve işler, sapıklıktır. İnsanı felâkete götürür. Meselâ, tasavvufcu, tarikatçı olduğunu söyleyen kimseler, bir münkeri, ya’nî icmâ’ ile bildirilenlere uymayan birşeyi yapınca; “Biz bâtın bilgilerini biliyoruz. Bu iş bize helâldir. Siz kitaptan öğreniyorsunuz. Biz ise, Muhammed aleyhisselâmdan sorup anlıyoruz. O’nun sözüne güvenmezsek, Allahdan sorup öğreniyoruz. Şeyhimiz himmeti bizi ma’rifetullaha kavuşturuyor. Kitaptan, üstâddan birşey öğrenmeğe ihtiyâcımız yoktur. Allah bilgilerine kavuşmak için kitap okumamak, mektebe gitmemek lâzımdır. Bizim yolumuz bozuk olsaydı, nûrlar, peygamberler, rûhlar, bize görünmezlerdi. Biz yanılırsak, haram işlersek, rü’yâda bize bildirilir, doğruları öğretilir, ilim adamlarının kötü gördükleri şeyler, bize rü’yâda kötülenmedi, iyi bildiğimiz için yapıyoruz” diyorlar. Bu gibi saçma sözler, zındıklıktır, sapıklıktır, İslâmiyet ile alay etmektir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere hakaret etmek, güvenmemektir. Bunlarda yanlış ve zamana uymayan şey bulunduğunu söylemektir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, ilhâm vâsıtası ile ahkâm anlaşılamaz. Ya’nî, Allahü teâlânın, velîlerin kalblerine verdiği bilgiler, helâl ve haramlar için delîl, sened, olamazlar. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek kalbine gelen ilham, her müslüman için seneddir. Herkesin bunlara uyması lâzımdır. Evliyânın ilhamı İslâmiyete uygun ise, yalnız kendisine seneddir. Başkalarına sened olamaz. İlham, Kitabın ve sünnetin ma’nâlarını anlamağa yardım eder. İlhâm, sâlih mü’minlerde olur. Bid’at sahiplerinin ve fâsıkların kalblerine şeytanın vesveseleri gelir. Kalbe gelen bilgilere ilm-i ledünnî denir. Bu ilim, rûhanî veya şeytanî olur. Birincisine “İlham”, ikincisine “Vesvese” denir, İlhâm, Kitaba ve sünnete uygun olur. Vesvese, bunlara uygun olmaz. Rü’yâ da, ilm-i ledünnî gibi, Rahmânî veya şeytanî olur. Resûlullah ( aleyhisselâm ), peygamber olduğu bildirilmeden önce, altı ay, rü’yâ ile amel eyledi. Tasavvuf büyüklerinden yüksek veli Cüneyd-i Bağdadî hazretleri; “İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bunda başka olan, dinler, mezhebler tarîkatler, rü’yalar çıkmaz sokaktır, insanı saadete kavuşturmazlar. Kur’ân-ı kerîmin ahkâmını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır. Bizim ilmimiz, mezhebimiz, Kitâb ile sünnettir” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri buyuruyor ki: “Bir velî, İslâmiyete uydukça, ilerler, ilhamları artar. Fakat, velilere gelen ilhamlar, Kitâb ve sünnetin üstüne çıkamaz.”
Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve üstadı olan Sırrî-yi Sekatî hazretleri; “Tasavvufun üç ma’nâsı vardır. Birincisinde, sûfinin kalbinde Allahü teâlâya olan ma’rifeti, vera’ının nûrunu söndürmez. Kalbinde olan ma’rifet nûru ile, maddenin ve enerjilerinin hakîkatlerini, özlerini anlar ve Allahü teâlânın isimlerinin, sıfatlarının tecellîlerine kavuşur. Bedeninde olan vera’ nûru ile, İslâmiyetin ince bilgilerini anlar. Her işi, İslâm ahkâmına uygun olur. İkinci ma’nâsına göre, sûfînin kalbinde, Kitaba ve sünnete uymayan ilim bulunmaz. Uygun olup olmadığını, zâhir ve batın bilgilerinde derin âlim olup, tasavvuf büyüklerinin kullandıkları kelimeleri anlayanlar ayırabilir. Tasavvufun üçüncü ma’nâsına göre, sûfînin kerâmetleri, İslâm bilgilerinin hiçbirine aykırı olmaz. İslâm ahkâmına uymayan şeyler, kerâmet olmaz. Bunlara “İstidrâc” denir” buyurdu. Evliyânın, sözlerinin, işlerinin İslâm ahkâmına uygun olup olmadığını her ilim sahibi anlayamaz. Tasavvuf bilgilerini iyi bilmek ve tasavvuf büyüklerinin sözlerinin ma’nâsını iyi anlamak lâzımdır. Meselâ, Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; “Sübhânî mâ a’zama şânî” buyurdu. Yalnız zâhirî bilgileri olanlar bu sözü; (Mahlûklardaki kusurlar bende yoktur. Benim şânım çok büyüktür) demek sanır. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bu söz için; “Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi olarak bildirmektedir” dedi. “Tenzihin tenzihidir” buyurdu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, bu sözü ile İslâmiyete uygun olan birşeyi anlatmak istemiştir. Sekr ya’nî tasavvuf sarhoşluğu hâlinde olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlayamıyacağı kelimelerle bildirmiştir.
Yine bu büyük veli, Bistâm şehrinde, talebelerini alarak, bir velîyi görmeğe gittiler. Zühdü, takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından uzaklaştı ve; “Bu adam, Resûlullaha karşı lâzım olan edeblerden birini gözetmedi. Velî olmak için, lazım olan edebleri de gözetemez” dedi. Kıbleye karşı edebsizlik, kötü birşeydir. Allahü teâlâ, namazı kıbleye karşı kılmağı emretmiştir. Kıbleye karşı abdest bozmak yasak edilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri, yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmağa mekrûh dedi. Allahü teâlâ Kâ’be’yi tavaf etmeği ve tavâfda temiz olmağı emreyledi. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri buyuruyor ki: “Duâlarının kabûl olduğunu söyleyen bir kimse, İslâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz.” Yine Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki: “Bir kimse, velî olduğunu söylerse, hattâ havada oturursa, ibâdetleri yapmasına ve haramlardan sakınmasına ve İslâmiyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki: “Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti bütün ahlâkta ve bütün işlerde O’nun sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”
Kerâmet: Evliyânın kerâmetleri hakdır, doğrudur. Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve İslâmiyete uyduğu görülen kimselere, Allahü teâlânın âdeti dışında, (ya’nî fizik, kimya ve fizyoloji kânunları dışında) ikram ettiği, ihsân ettiği şeylere “Kerâmet” denir. Bir velî, kerâmet sahibi olduğunu söylemez. Kerâmet göstermesini dilemez. Kerâmet, velînin ölüsünde de, dirisinde de hâsıl olur. Peygamberler ölünce, peygamberlikten ayrılmadıkları gibi, velîler de ölünce, evliyâlık derecesinden düşmezler. Velîler, Allahü teâlâya ve sıfatlarına ârifdirler. Kur’ân-ı kerîmde, birçok velîlerin kerâmetleri bildirilmektedir, Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelince, hazret-i Meryem’de görülen kerâmetler bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem’in odasına geldiği zaman, yanında yiyecek olduğunu görür; “Bunu nereden aldın” derdi. Çünkü, onun yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. O da; “Allahü teâlâ yarattı” cevâbını verirdi. Eshâb-ı Kehf’in kerâmetleri de, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir. Mağarada senelerce aç ve susuz kaldılar. Âsaf bin Berhıyâ’nın, Belkıs’ın tahtını Süleymân aleyhisselâma getirmesi de, Kur’ân-ı kerîmde bildiriliyor. Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin binlerce kerâmetleri, kitaplarda yazılıdır ve dillerde dolaşmaktadır. Ehl-i sünnet düşmanlarının kerâmetlere inanmamasına, pek de şaşmamalıdır. Çünkü, kendilerinde kerâmet hiç hâsıl olmadığı gibi, hocalarından, büyük bildiklerinden de böyle şeyler görüldüğünü duymuyorlardı. (İmâm-ı Necmüddîn Ömer Nesefî’den, kerâmeti sorduklarında; “Allahü teâlânın, evliyâsına, ya’nî sevdiği kullarına, âdetini bozarak, ihsânda bulunması. Ehl-i sünnete göre caizdir” buyurduğu, İbn-i Âbidîn’de, mürted bahsi sonunda da yazılıdır.)
Yine İbn-i Âbidîn’de, evliyânın az zamanda uzak yerlere gittikleri yazılıdır. İbn-i Hacer-i Heytemî hazretlerinin fetvâlarında diyor ki: “Bir velî, bulunduğu yerde akşam namazını kıldıktan sonra, garba doğru, kerâmet olarak, az zamanda çok uzağa gitse, gittiği yerde güneş batmamış olsa, burada güneş batınca, akşam namazını tekrar kılması lâzım olmadığını söyleyenler çoktur. Şemseddîn Remlî ise, lâzım olur buyurdu.” İhtiyâç olduğu zaman, yiyecek, içecek ve giyecek, hemen hâsıl olması da çok görülmüştür. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) amcaoğlu Hazreti Ca’fer Tayyâr’ın havada uçtuğu târih kitaplarına geçmiştir. Lokmân-ı Serahsî’nin ve benzerlerinin uçtukları da meşhûrdur. Su üstünde yürümek, ağaç, taş ve hayvanlarla konuşmak da çok görülmüştür. Allahü teâlânın, böyle âdetinin ve kânunlarının dışında yaptığı şeyler, peygamberlerde hâsıl olursa, mu’cize denir. Peygamberlerin diri olması şart değildir. Pegyamberler öldükten sonra da, Allahü teâlâ bunlara mu’cize ihsân eder. Bunun gibi, velîler öldükten sonra da, Allahü teâlâ bunlara kerâmet vermektedir. Hiçbir velî, hiçbir nebinin derecesine yükselemez. Herhangi bir peygamber (aleyhisselâm) bütün velîlerin hepsinden daha yüksektir. Velîler, dereceleri ne kadar yüksek olursa olsun, İslâmiyetten ayrılamazlar. Ya’nî, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaları ve dereceleri ne kadar yükselirse yükselsin buna devam etmeleri lâzımdır.
Velîlerin en yükseği Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’dır. Bundan sonra, en yükseği Hazreti Ömer-ül-Fârûk’dur. Onun müslüman olmasından önce, müslümanlar gizli ibâdet ederlerdi. Hazreti Ömer müslüman olunca; “Bugünden sonra artık gizli ibâdet olunmaz” dedi. İslâmiyette, açıkça ilk ibâdet eden, Ömer-ül-Fârûk’dur. Bu ikisinden sonra velîlerin en yükseği, hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Resûlullahın Rukayye ve Ümm-i Gülsüm adındaki iki mübârek kızı ile ard arda evlendiği için, (iki nûr sahibi) ma’nâsına gelen “Zinnûreyn” adı ile şereflenmiştir. Bu iki zevcesi ölünce, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Bekâr bir üçüncü kızım daha olsaydı, onu da Osman’a verirdim” buyurdu. Bundan sonra, evliyânın en üstünü, hazret-i Aliyy-ül-mürtezâ’dır. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) Tebûk gazâsına giderken, hazret-i Ali’yi, Medine’de, Ehl-i beytini korumak için, kendi yerine vekîl bırakmağa râzı oldu ve; “Sen, bana Hârûn’un Mûsâ’ya olduğu gibisin. Şu kadar var ki, benden sonra, hiç peygamber gelmeyecektir” buyurmuştu. Bunun için, kendisine “Mürtezâ” denildi. Resûlullahdan sonra bu dördünün hilâfeti, üstünlükleri sırasına göre oldu. Bunlardan sonra, evliyânın en üstünleri Eshâb-ı Kirâmın hepsidir (radıyallahü anhüm ecmaîn). Eshâb-ı Kirâmın isimlerini ve aralarında olan muharebeleri söylerken, kalbimizin ve dilimizin onlara karşı saygılı ve iyi olması lâzımdır. Çünkü onların birbirleri ile muharebeleri, ictihâd ayrılığı idi. Onların bu işlerine de sevâb vardır. Yanılanlarına bir sevâb, doğru olanlarına, iki sevâb verildi. Aşere-i mübeşşere denilen on kişinin Cennetlik olduklarına inanırız. Bunların Cennete gideceklerini, Resûlullah haber verdi. Bunlar, Dört halîfe (Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali), Talhâ bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Abdurrahmân bin Avf’dır (r.anhüm). Resûlullahın mübârek kızı Hazreti Fâtıma-tüz-Zehrâ ile bunun iki oğlu, Hazreti Hasen ile Hazreti Hüseyn’in ve Hadîce-tül Kübrâ ve Âişe-i Sıddîk’a’nın da Cennetlik olduklarına inanırız. Bunlardan başka, hiç kimsenin ismini söyleyerek Cennetlik olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Başka âlimlerin, velilerin Cennete gideceklerini, çok zan ederiz. Fakat, kesin söyleyemeyiz. Eshâb-ı Kirâmdan sonra, evliyânın en üstünü Tabiînin üstünleridir. Onlardan sonra Tebe-i tabiînin üstünleridir. “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.”
Yine Hadîka’da sünnet-i seniyyeye yapışmak ile ilgili olarak buyuruluyor ki;
Sünnet-i seniyyeye yapışılmasının ehemmiyetini bildiren âyet-i kerîmeler Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 31. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm )! Onlara de ki; eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.” Ya’nî emirlerine itaat ettiğiniz ve Allahü teâlâyı sevdiğiniz iddiasında sâdık iseniz bana tâbi olunuz. Çünkü, bana tâbi olmak, Allahü teâlânın sevgisinden ve O’na itaatten dolayıdır. Eğer bana tâbi olursanız, Allahü teâlâ sizi sever ve günahlarınızı af ve mağfiret eder. Sizden meydana gelen günahları affetmek sûretiyle sizden râzı olur ve kalblerinizdeki perdeleri kaldırır. Sizi kendisine yaklaştırır. Allahü teâlâ Gafûr’dur, Rahîm’dir. Ya’nî sevdiği, râzı olduğu kulunun günahlarını af ve mağfiret eder. Fadlı ve keremi ile ona merhamet eder.
Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, hâinlerin, münâfıkların reîsi olan Abdullah bin Übey bin Selûl, arkadaşlarına; “Muhammed ( aleyhisselâm ) kendisine itaat edilmesinin Allahü teâlâya itaat edilmesi gibi olduğunu söylüyor. Hıristiyanların Îsâ bin Meryem’i (aleyhisselâm) sevdiği gibi bizim de kendisini sevmemizi istiyor” demişti. Bunun üzerine; “Onlara; “Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat ediniz” de! Eğer (Allaha ve Resûlüne itâattan) yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allahü teâlâ kâfirleri sevmez” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 32. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ya’nî Allahü teâlâya itaat, O’nun Resûlüne itaat etmeye bağlıdır. Allahü teâlâya itaat, O’nun Resûlüne itaat etmekle olur.
İmâm-ı Şafiî hazretleri buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) tarafından bildirilen emir ve nehiyler (yasaklar), Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği emir ve nehiyler gibidir.”
Allahü teâlâ Âl-i İmrân sûresinin 164. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Allahü teâlâ mü’minlere lütuf ve ihsânda bulundu. Çünkü, (vahiyden hiçbir şey duymamışlar iken) içlerinden, aralarından onlara âyetlerimi okuyan, onları kötü i’tikâd ve huylardan temizleyen, Kitabı (Kur’ân-ı kerîmi) ve Hikmeti (sünneti) öğreten bir peygamber gönderdi. Hâlbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık (cehâlet) içerisinde idiler. Doğru yolu kaybetmişlerdi. Kör bir durumda idiler, iyiliği bilmezler, kötülüğü kötü görmezlerdi. İşte onlar bu durumda iken peygamber göndermek sûretiyle, onları doğru yola hidâyet etti, ulaştırdı.”
Nisa sûresi 69. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Allahü teâlâya ve Resûlüne ( aleyhisselâm ) itaat edenler (var ya), işte bunlar, Allahü teâlânın kendilerine ni’met verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ise ne güzel arkadaş (tırlar).”
Bu âyet-i kerîme, Resûlullah efendimizin âzâdlısı Sevbân ( radıyallahü anh ) hakkında nâzil oldu. Şöyle ki: Sevbân, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) çok severdi. O’ndan ayrı kalmaya hiç tahammül edemezdi. Birgün Resûl aleyhisselâmın huzûruna girdi. Rengi değişmişti. Şiddetli bir üzüntüsü olduğu anlaşılıyordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ona bu hâlinin sebebini sorunca şöyle arzetti: “Yâ Resûlallah! Hasta değilim. Bir yerimde ağrı yok. Fakat sizi göremeyince kendimde şiddetli bir yalnızlık hissediyorum. Sizi görmedikçe bu sıkıntıdan kurtulamıyorum. Sonra âhıret hatırıma geldikçe, orada sizi görememekten de korkuyorum. Çünkü siz diğer peygamberlerle (aleyhimüsselâm) birlikte İlliyyîne (Cennetteki çok yüksek derecelere) yükseltilirsiniz. Sizin dereceniz pek yüksek olduğundan, ben Cennete girmiş olsam bile yine sizinle beraber olamam ve sizi göremem. Cennete giremezsem zâten hiç göremem. Bu büyük acıya ise nasıl tahammül ederim?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Ayetin nüzûl sebebi hakkında başka rivâyetler de olup, bunlardan ba’zısı şöyledir:
Eshâb-ı Kirâmdan birisi, “Yâ Resûlallah! Siz âhırette (Cennette) en yüksek derecelerde bulunacaksınız. Biz ise Cennete girmiş olsak bile aşağı derecelerde bulunuruz. O hâlde sizi nasıl göreceğiz?” diye arzetti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Vâhidî’nin anlattığına göre, Ensârdan ba’zıları gelerek; “Yâ Resûlallah! Siz Cennette en yüksek derecelerde bulunursunuz. Göremeyince bizler sizi çok özleriz. O zaman ne yaparız?” diye arzettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Yine Rivâyet edildiğine göre, Ensârdan bir zât ağlayarak, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna geldi. Resûl aleyhisselâm ona; “Niçin ağlıyorsun?” diye sorunca, o zât şöyle cevap verdi: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben sizi canımdan, çoluk-çocuğumdan ve malımdan daha çok seviyorum. Çoluk-çocuğum arasında bulunurken sizi hatırlayınca hemen hasretiniz gönlümü dağlıyor. Göremeyince deli gibi oluyorum. Hem siz Cennette diğer peygamberlerle birlikte en yüksek derecelerde bulunursunuz. Bizler, Cennete girsek bile aşağı derecelerde bulunuruz. O zaman biz sizleri göremeyiz.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Müellif, ya’nî Abdülganî Nablüsî hazretleri buyuruyor ki: “Ya’nî Allahü teâlâya ve Resûlüne ( aleyhisselâm ) itaat edenler, onları (peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihleri) görürler, onları ziyâret ederler, onlarla beraber bulunurlar. Bunun için Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne ( aleyhisselâm ) itaat edenler, dereceleri pek yükseklerde olan peygamberleri göremiyecekleri vehmine kapılmasınlar.”
Hâzin tefsîrinde buyuruluyor ki: “Her kim, emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak sûretiyle, O’nun Resûlüne uyarsa, böyle kimseler, Allahü teâlânın kendilerine dünyâda hidâyet, âhırette ise Cennete girmekle ihsânda bulunduğu kimselerdir. Bunlar Cennette peygamberler ile beraberdirler, onları görürler, onlarla beraber oturup kalkarlar. Fakat onların derecelerinde olmazlar. Derecelerinde olmak ayrı şey, dereceleri farklı olup, görüşmek, buluşmak daha ayrı şeylerdir.
Sıddîklar: Peygamberlerden sonra onlara tâbi olmakta en ileride olanlar, peygamberlerin sünnetlerine tam uyan ve bu şekilde vefât edenlerdir.
Sâlihler: Hayır husûsunda içleri ve dışları bir olanlardır.
Nisa sûresi 115. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, mü’minlerin yolundan ayrılanı saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme sokarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.”
Beydâvî tefsîri, âyet-i kerîmede geçen “mü’minlerin yolu” lafzını, mü’minlerin üzerinde bulundukları i’tikâd ve amel diye tefsîr etmiştir.
Hâzin tefsîri, “Mü’minlerin yolundan ayrılan…” lafzını; mü’minlerin üzerinde bulundukları îmândan başkasına uyarsa, putlara ibâdet ederse… diye tefsîr etmiştir.
Bid’atların zararları: İrbâd bin Sâriye ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Birgün Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize namaz kıldırdı. Namaz bittikten sonra bize döndü. Beliğ bir nasîhatta bulundu. Bu nasihatten kalbimiz ürperdi. Bu sırada orada hazır bulunan sahabeden birisi arzetti ki: “Yâ Resûlallah! Yapağınız bu nasihat, kavminin arasından artık ayrılan, onlarla vedalaşan ve kendisinden sonra doğru yoldan ayrılmamaları için onlara lâzım olan nasihatleri yapan bir kimsenin nasihati gibidir. O hâlde bize ne tavsiye edersiniz, diye suâl etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “(Ey mü’minler!) Size Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Ya’nî, iş, söz ve sükûtlarınız husûsunda Allahü teâlâdan korkunuz.”
“Şühpesiz ki dinde, kıyâmete kadar benim ve Hulefâ-i râşidînin üzerinde bulunduğumuz i’tikâd ve diğer husûslara muhalif olarak ortaya çıkarılan herşey bid’attir.” (Ya’nî din kemâle erdikten sonra sanki kemâle ermemiş, tamamlanmamış ve eksikmiş gibi güya bu eksikliği gidermek için, dinde yapılan yenilikler veya Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) sonra nefsin arzu ve isteklerine göre ortaya çıkarılan şeylerdir.)
“Her bid’at dalâlettir. (O bid’atin sahibi o bid’at sebebiyle doğru yolu kaybeder.) Her bid’at sahibi Cehennemdedir.”
Câbir (radıyallahü anh) şöyle anlatır: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) Cum’a’larda, bayramlarda veya başka zamanlarda dînî ve dünyevî fâidelere dâir hitâb buyurup, Allahü teâlânın emirlerini anlatırlarken, heybetli olurlar, mübârek seslerini yükseltirler pek te’sîrli konuşurlardı. Sanki, başında bulunduğu büyük bir orduyu, sabah ve akşam; “Düşman size bir baskın yapabilir. Bu sebeple böyle bir baskın için hazır olunuz” diye korkutan, îkâz eden bir kumandan gibi konuşurlardı.”
Mübârek sohbetlerinde; “Ben ve kıyâmet şu ikisi gibi (yakın) olduğu hâlde gönderildim” buyurup, şehâdet ve orta parmakları arasını bir miktar ayırarak gösterirlerdi. “En hayırlı söz, Allahü teâlânın Kitabı; en doğru yol, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. İşlerin (fiil, söz, hâl ve i’tikâdların) en kötüsü, dinde sonradan meydana çıkarılan (bid’atlar)’dır” buyurdu.
Taberânî’deki bir hadîs-i şerîfte; “Bid’at sahibi bid’atinden vazgeçinceye kadar, Allahü teâlâ tövbesini kabûl etmez” buyuruldu. Her günahtan sonra tövbe etmek lâzımdır. Tövbenin doğru olması için, üç şart vardır: Günaha son vermek, yaptığına pişman olmak ve bir daha hiç yapmamağa azmetmek, karar vermek. Eğer kul hakkı da Varsa, hakkını ödeyip, helâllaşmak da lâzımdır. Bid’at sahibi demek, bir bid’ati meydana çıkaran veya çıkmış bir bid’ati yapan demektir. Bid’at demek, dinde bulunmayan bir inanışı, bir işi, bir sözü veya ahlâkı, sonradan ortaya çıkarmak veya dinde sonradan ortaya çıkmış böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan sevâb beklemek demektir.
İbn-i Mâce’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Bid’at sahibi bid’atinden vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ onun hiçbir ibâdetini kabûl etmez” buyuruldu. Dinden olan bir inanışı, ibâdeti, sözü veya bir huyu değiştiren bir kimsenin, dinde reformcunun, doğru olan ibâdetleri dahî kabûl olmaz. Ya’nî ibâdetin fâidelerinden mahrûm kalır. Bu bid’atten vazgeçmesi lâzımdır.
Yine İbn-i Mâce’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Bir bid’at, küfre yol açmasa bile bunu ortaya çıkaranın orucu, haccı, umresi, cihâdı, tövbesi ve hiçbir iyiliği kabûl olmaz. Bu kimsenin, yağdan kıl çıkar gibi, müslümanlıktan çıkması kolay olur” buyuruldu. Şartlarına uygun olan farzları ve nafileleri sahîh olur, borçtan kurtulur ise de, kabûl olmaz. Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Bid’ati küfrüne yol açarsa, ya’nî küfre sebep olan bir söz söyler, bir şey kullanır, bir iş yaparsa, îmânı giderek, ibâdetleri sahih de olmaz. Bid’at sahibi, bid’atini iyi ve sevâb bilir. Bunun için dinden kolay çıkar. Bid’at işleyen, bunu ibâdet sanmakta sevâb beklemektedir. Günah işleyen ise, günahını suç bilmekte, Rabbinden utanmakta, azâbından korkmaktadır. Bid’atler, büyük günahdır. Fakat her günah bid’at değildir.
Bid’at Arabça bir kelimedir, önceden olmayıp sonradan ortaya çıkarılan herşey demektir. Bu bakımdan, kelimenin lügat ta’rîfine göre hem âdette, hem de ibâdette yapılan değişiklikler, reformlar bid’at olur. Âdet demek, karşılık olarak kıyâmetde sevâb beklenilmeyen, yalnız dünyâ fâidesini düşünerek yapılan şey demektir. İbâdet, âdetin tersi olup, kıyâmette karşılığında sevâb beklenen şeydir. Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn zamanlarında bulunmayıp da, sonradan meydana çıkan herşey bid’at olunca, âlimler bu bid’atleri, kısımlara ayırmışlar, bunlardan haram ve mekrûh olmayanlara Bid’at-i hasene demişlerdir. (Hattâ İmâm-ı Rabbânî hazretleri haram ve mekrûh olmayanlara, birinci asırda aslı bulunanlara bid’at ismini bulaştırmadı. Bunlara sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minare, türbe yapmak böyledir.)
Fakat dinde bid’at demek, Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn zamanından sonra, Resûlullahın izni olmadan, dinde yapılan eklemeler ve noksanlıklar, ya’nî ibâdet olarak yapılan sevâb olduğu düşünülen değişiklikler demektir. Dinde reform da, dinde bid’at demektir. Âdetlerde yapılan değişiklikler, bu bid’atin dışında kalmaktadır. Hadîs-i şerîflerde kötü olduğu bildirilen, dindeki bid’atlerdir. Ya’nî dinde reformlar, ibâdetlerde yapılan değişikliklerdir. Bunlar ibâdetlere yardımcı değildirler. Hepsi ibâdetleri değiştirmekte, bozmaktadırlar.
Dinde reformlar (yenilikler) ikiye ayrılır: İ’tikâdda ve ibâdet olan işlerde bid’atlerdir. İ’tikâdda olan reformlar, ya ictihâd ile yapılır, ya’nî âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkanlır, yahut, akıl ile, düşünce ile beğenilerek yapılır, îctihâd yapabilmek için derin âlim, ya’nî müctehid olmak lâzımdır. Müctehid, i’tikâd bilgilerinde ictihâd yaparken yanılırsa, affolmaz. Suçlu olur. Yanlış anladığı inanılacak şey, dinde açıkça bildirilmiş ve câhillerin bile işitip bildiği, yayılmış bilgilerden ise, bu müctehid ve buna inananlar îmândan çıkar. İmânsız olduğu anlaşılan bir kimse, bu küfründen tövbe etmedikçe, mü’min ve müslüman olduğunu söylese ve bütün ömrünü ibâdetle geçirse de, küfürden kurtulamaz. Açık bildirilmiş fakat herkesin işitmemiş olduğu bilgilerden veya açık bildirilmemiş bilgilerden ise, kâfir olmazlar. Bid’at sahibi, dalâlet ehli ya’nî sapık olurlar. Bu yanlış inanışları adam öldürmek ve zinâ gibi büyük günahlardan da daha büyük günahdır. Yetmişiki türlü bid’at fırkası bulunacağı ve sapık inanışları sebebi ile hepsinin Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Müctehid olmayan din adamlarının, kendilerini müctehid sanarak, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ma’nâlar vermeğe kalkışmalarıyla veya kendi görüşleri ile söyledikleri i’tikâd bilgisi, açık bildirilmemiş veya herkesin işitmediği bilgilerden olsa bile, yanlış olursa, böyle yanlış inananlar kâfir olur. Meselâ, Resûlullahın mi’râca çıktığına ve kabir suâline, ictihâd yolu ile inanmayan bir müctehid, bid’at sahibi, ya’nî sapık olur. Kendi aklı, görüşü ile inanmayan, müctehid olmayan bir din adamı ise, din bilgilerine kıymet vermemiş olacağından îmândan çıkmış olur.
İ’tikâddaki ictihâdlarında yanılmamış olan İslâm âlimlerine ve bunlar gibi doğru inanan müslümanlara Ehl-i sünnet veya sünnî denir.
Yetmişiki bid’at ehlinin ibâdetleri sahîh olsa da, kabûl olmaz, ibâdetlerinde, ictihâd ile yapacakları bid’atleri de ayrıca suç olur.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, ibâdetlerde ictihâd ile buldukları bilgiler bid’at değildir. Bu bilgileri bulurken yanılmaları suç olmaz. Dört mezhebin imamları, bu bilgileri, İslâmiyetin sahibinin izni ile, İslâmiyetin bildirdiği delîllerden, senedlerden çıkarmışlardır. Bu bilgiler, İslâmiyeti değiştirmiş değil, İslâmiyete yardımcı olmuşlardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bunlar, olduğu gibi kabûl edilir. Açık bildirilmemiş bir işi gösteren delîli ararken yanılmak suç olmaz. Fakat bir delîlden çıkarılmayıp, akla uyarak yapılan ibâdetler, bid’at olur, sapıklık olur. Böyle reformlar, bir müekked sünnetin ortadan kalkmasına sebep olursa, günâhı daha çok olur.
Resûlullahın ibâdet olarak yaptığı ve arasıra bıraktığı şeylere sünnet-i hüdâ veya müekked sünnet denir. Bunları arasıra yapmayanlara azâb bildirilmedi. Hiç terk etmediği ve terk edenlere azâb yapılacağını bildirdiklerine vâcib denir. Arasıra yaptığı ibâdetlere müekked olmayan sünnet veya müstehâb denir. Âdet olarak yaptıklarına sünnet-i zevâid veya edeb denir.
Âdetlerde değişiklik yapmak, bid’at değil ise de vera’ sahiblerinin bunları da yapmaması iyi olur. Hadîs-i şerîfde; “Benim sünnetime ve benden sonra, Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine sarılınız!” buyuruldu. Sünnet sözü, yalnız olarak söylenildiği zaman, İslâmiyetin bildirdiği herşey demektir. Bu dînin sahibi olan Resûl (aleyhisselâm) âdetlerde birşey bildirmedi. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) insanlara dinlerini bildirmek için geldi. Dünyâda muhtaç oldukları şeylerin yapılmasını öğretmek için gelmedi. Hadîs-i şerîfde; “Dünyâ işlerinizi yapmasını siz daha iyi bilirsiniz!” buyuruldu. Dünyânıza fâideli olan şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzum yoktur demektir. Dînî vazîfelerinizi, ibâdetlerinizi bilemezsiniz. Onları benden öğreniniz demektir. Bunun için âdetler, İslâmiyetin dışında kalmaktadır, İslâmiyetin dışında olan şeylerde yapılan değişiklikler bid’at olmaz.
Minare, mekteb, kitap gibi sonradan yapılmış olan şeyler bid’at ya’nî dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyet bunlara izin vermiş, hattâ emretmiştir. Böyle şeylere sünnet-i hasene denir. İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri meydana çıkarmağa sünnet-i seyyie denir. Bid’atler, ya’nî dinde reformlar, sünnet-i seyyiedir. Sünnet-i hasene ya’nî dine yardımcı şeylerin sadr-ı evvelde ya’nî Eshâb-ı Kirâmın ve Tâbiîn-i izamın zamânlarında yapılmaması, onların bu fâideli şeylere ihtiyâçları olmadığı içindi. Onlar, kâfirlerle cihâd ediyor, memleketler alıyor, İslâmiyeti dünyâya yayıyorlardı. Onların zamânlarında bid’at sahibleri çıkmamış veya çoğalmamıştı. Kıyâmete kadar sünnet-i hasene meydana çıkarmak caizdir ve sevâbdır.
İbâdetde bir bid’ati yapmak, bir sünneti terk etmekden daha fenâdır.
Bid’at işlemek haramdır. Sünneti özürsüz terk etmek mekrûhdur. Bir sünneti özürsüz terk etmeği sevâb sanırsa, sünneti terk etmesi de bid’at olur. Bir inanışın, bir işin veya bir sözün sünnet veya bid’at olduğu bilinemediği zaman, bunu yapmamak lâzım olur. Çünkü, bid’ati terk etmek lâzımdır. Sünneti yapmak lâzım değildir. Lâzım olmayan şey yapılmazsa kaza olunamaz. Bunun için namazların kılınmamış sünnetleri kaza olunmaz. Allahü teâlânın haram ettiği şeylerden bir zerresini yapmamak, insanların ve cinnin bütün ibâdetlerinden daha sevâbtır. Bunun için güçlük olan yerde vâcib de terk edilir. Fakat haram işlenemez denildi. Meselâ başkasının yanında taharetlenilmez.
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Girmek istemiyen müstesna, ümmetimin hepsi Cennete girer.” Bunun üzerine orada hazır bulunan bir sahabi ( radıyallahü anh ). Cennete girmek istemeyen kimsenin hâline taaccüp ederek: “Cennete kim girmek istemez, ki? Herkesin arzusu Cennete girmektir” diye arzedince, Peygamber efendimiz; “Zâhirî ve batınî olarak emrettiğim ve nehyettiğim işlerde bana itaat eden kimse, ebedi kalıcı olarak Cennete girer. (Bu husûslarda) bana itaat etmeyen ise Cennete girmekten imtina etmiş, girmek istememiş olur” buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevabı vardır!” Ya’ni nefse, bid’atlara ve kendi aklına uyarak İslâmiyetin hududu dışına taşıldığı zaman, benim sünnetime uyana, kıyâmet günü yüz sehîd sevâbı verilecektir. Çünkü, fesâd zamanında İslamiyete uymak, din düşmanlarıyla harb etmek gibi güç olacaktır.
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler.” Ya’nî İslamiyetin başlangıcında, insanların çoğu, müslümanlığı bilmedikleri, onu yadırgadıkları gibi, âhır zamanda da, dîni bilenler azalır. Bunlar, benden sonra bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler. Bunun için, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker yaparlar. Sünnete, ya’nî İslâmiyete uymakta başkalarına örnek olurlar. İslâm bilgilerini doğru olarak yazıp, kitaplarını yaymağa çalışırlar. Bunları dinleyenler az, karşı gelenler çok olur. O zamanda, sevenleri çok olan din adamı, doğru arasına eğrileri, hoşa giden sözleri karıştıran kimsedir. Çünkü yalnız doğruyu söyleyenin düşmanları çok olur.
İmâm-ı Kastalânî hazretleri, Mevâhib-ül-ledünniyye kitabında buyuruyor ki: “Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnet-i seniyyesini sevmek ve O’nun mübârek sözleri olduğu için hadîs-i şerîfleri okumayı istemek, O’nu sevmenin alâmetlerindendir. Çünkü îmânın tadı kalbine girmiş olan bir kimse Allahü teâlânın veya Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kelâmından bir harf işittiği zaman, rûhu ve kalbi ondan zevk alır. Bu mübârek kelime o kimseyi zerrelerine kadar kuşatır. Onun vücûdundaki her kıl bir kulak, her zerre bir göz olur. Böylece o kimsenin kalbi nûrlanır, sırrı parlar.”
Hadîs-i şerîfde; “Beni seven, Cennette benimle beraber olur” buyuruldu. Ya’nî Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sevgisi o kimseyi Allahü teâlânın rızâsına ve ebedî ni’metlere kavuşturur. Yine hadîs-i şerîfde; “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurulmuştur. Ancak seven ile sevilen kimselerin dereceleri ve âhıretteki mükâfatları eşit olmaz. Bunlar herbirinin durumuna göre farklıdır. Ancak Resûlullahı ( aleyhisselâm ) seven, O’nun derecesine muttali” olur. O’nu görür ve ziyâret ederse de yine herbiri kendi derecesindedir.
İmâm-ı Nevevî hazretleri Sahîh-i Müslim şerhinde bu hadîs-i şerîfi açıklarken; “Allahü teâlâyı, Resûlullahı ( aleyhisselâm ), sâlihleri hayatta ve vefât etmiş olan hayırlı kimseleri sevmenin faziletine işâret vardır. Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü ( aleyhisselâm ) sevmenin en üstün derecesi, onların emirlerine uyup yasaklarından sakınmak, İslâmiyetin bildirdiği edebler ile edeblenmektir” buyurmaktadır.
İlim öğrenmenin ehemmiyeti: Dinde öğrenilmesi îcâbeden, mutlaka, zarurî lâzım olan bilgiler vardır. Burada maksat, sâdece bu bilgilerin öğrenilmesi değil, asıl olan onlarla emel etmektir. Bu bilgileri öğrenmek, namaza göre abdest durumundadır. Namaz abdestsiz olmadığı gibi, namazın, diğer ibâdet ve işlerin düzgün olarak yapılması da bu ibâdet ve işleri anlatan ilmi öğrenmeden mümkün olmaz.
Bilinmesi emrolunan bilgiler öyledir ki, Allahü teâlânın emirlerini yapmakla mükellef olan bir kimse bu bilgileri öğrenmezse, kulluk vazîfelerini yerine getiremez. Böylece âsî ve günahkâr olur.
Ta’lîm-ül-müte’allimîn kitabında şöyle anlatır: “Erkek olsun, kadın olsun her müslümana, mukim iken olsun, yolcu iken olsun her zaman karşılaştığı ve yapması îcâbeden şeylere dâir bilgileri öğrenmesi lâzımdır. Meselâ her müslümanın günde beş vakit namaz kılması farz-ı ayndır. Bu sebeple en az namaz sahih olacak kadar, namaza âit bilgileri (meselâ gusl, abdest, bunlarda kullanılabilecek suların vasıfları, namazın şartları, rükünleri, namazda okuyacak kadar Kur’ân-ı kerîm ezberlemek gibi) öğrenmek elbette farzdır. Bir ibâdeti yaparken o ibâdetin farzlarını öğrenmek farz olduğu gibi, vâciblerini öğrenmek de vâcibdir. Demek oluyor ki, bir ibâdetin yapılabilmesi için, farz olan bilgileri öğrenmek farz, vâcib olan bilgileri öğrenmek de vâcibdir. Ya’nî farzı yerine getirmeye vesile olan bilgileri öğrenmek farz, vacibi yerine getirmeye vesile olan bilgileri öğrenmek ise vâcibdir.
Bunun gibi, bir sünneti ve müstehâbı yapabilmeye vesile olan bilgileri öğrenmek ve bilmek de sünnet ve müstehâb olmaktadır. Oruç ve zekât gibi diğer ibâdetlere âit bilgileri öğrenmek de böyledir. Bu hâl ibâdetler husûsunda böyle olduğu gibi, ticâret ve san’atta da böyledir. Ya’nî bir müslüman, nafakasını helâlden kazanabilmek, kimseye muhtaç olmamak, kendinin ve çoluk-çocuğunun saadet ve rahatlarını te’min etmek için bir san’atta, ticârette, bir iş kolunda çalışırken, bu çalışmasında harama düşmemek için lâzım olan husûsları öğrenmesi farzdır. Meselâ, bakkâllık yapacak bir kimsenin bu işe başlamadan evvel, bey’ ve şirâ ya’nî alış-veriş ilmini çok iyi öğrenmesi lâzımdır. Aksi hâlde harama düşmekten kurtulamaz. Hâlbuki, daha evvelden, alış-veriş ilminden, kendine lâzım olan kadarını bilmesi farz idi. Şimdi ise, alış-veriş onun mesleği, işi olmuş, bu iş için lâzım olan alış-veriş ilminin her kısmı ile muâmele etmek durumunda kalmıştır. Bu ilmi iyi bilmiyenin ise haramdan kurtulamıyacağı meydandadır.
İbn-i Allân el-Mekkî es-Sıddîkî (r.aleyh) buyurdu ki: “Kim olursa olsun, insanların hemen tamâmına yakını, yaptığı işin beğenilip takdîr edilmesini ister ve kendisi de yaptığı işi beğenir. Bu insanın tabiatinde vardır. Kalb hastalıklarından (ucb, kendini ve ibâdetini beğenme gibi zararlı huylardan) kurtulup, saadete ermek, ancak büyük âlim ve velîlerin yoluna girmekle, onları çok severek onlar gibi olmaya çalışmakla mümkündür. Şimdi onları bulup, kendilerinden öğrenmek çok zor hattâ imkânsız olduğuna göre, onların Allah rızâsı için yazdıkları eserleri okumak ve tatbik etmek de aynı maksadı hâsıl eder.”
Yine her müslümanın, kötü huylardan kurtulup, iyi huylara sahip olabilmesi, bu iyi huyların kalbe iyice yerleşmesi için; kalbin hâllerini, iyi huyları, bunların zıddı olan kötü ahlâkı ve kötü ahlâktan kurtulmak çârelerini çok iyi bilmesi ve bu husûsta çok dikkatli ve uyanık olması lâzımdır. Meselâ, cömerdlik, tevâzu, iffet ve ihlâs gibi güzel huylara sâhib olmak ve bunların kalbde yerleşmesi için, bu güzel huyların zıddı olan, cimrilik, kibir, hayâsızlık ve riya gibi kötü huy ve düşünceleri bilmek ve bunların zararlarından çok sakınmak lâzımdır. Kötü huylardan kurtulup, iyi huylarla bezenmek için, kötü huyları iyi bilip, zararlarından çok sakınmak lâzımdır. Bunun için;
“Kötülüğü öğendim, kötü olmak için değil,
Kötülüğü bilmeyen, düşer içine, iyi bil!”
demişlerdir.
Bunun gibi, bir kimsenin kalbinde, sâlihlere meyil, muhabbet ve onlar gibi olabilmek arzu ve düşüncelerinin yerleşebilmesi ve bu arzunun şiddetlenip o insanın hâl ve hareketlerinde kendini gösterebilmesi için, o insanın, sâlihlerin kıymetini, üstünlüklerini, âsî ve fâsık kimselerin ise kötülük ve zararlarını iyi bilmesi lâzımdır. Âsî ve fâsıkların kötü ve zararlı olduklarını bilmeyen, anlamayan kimsenin gözünde, sâlihlerin, iyi kimselerin başka kimselerden bir farkı olmaz. Dolayısıyla o kimsenin sâlihleri sevmesi, onlar gibi olmaya gayret etmesi de düşünülemez. Çünkü o zavallı kimsenin gözünde, sâlihlerin kıymetini anlayacak basiret ve gönlünde onların üstünlüğünü anlayacak bir hâssa, duygu yoktur.
Ebü’l-Hasen Şâzilî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Bizim bildiğimiz ve bildirdiğimiz bilgilerden haberi olmayan zavallılar, büyük günahlara ısrar ederek (devam ettikleri hâlde) vefât ederler.” Çünkü onlar, iyiliğin kıymetini kötülüğün zararını, ya’nî bunları anlamaya yarayan bilgileri öğrenmemişler, böylece nefslerinin hevâ ve arzularına tâbi olarak günahlara dalmışlar ve ömürleri bu gaflet ve cahillik içinde geçip gitmiştir.
Bir müslümanın, Allahü teâlânın yapılmasını açıkça emrettiği bir farzı yapabilmesi için, yapması îcâbeden, kul olarak vazîfesi olan bu farzın ne olduğunu, nasıl yapılacağını öğrenmesi de farzdır. Yine Allahü teâlânın yapılmasını açıkça men ve yasak ettiği birşey karşısında, müslümanın o isten sakınabilmesi için o şeyin haram olduğunu, yapmaması îcâbettiğini öğrenmesi ve bu bilgisini tatbik etmesi, ya’nî emir ve yasaklara riâyet etmesi farzdır.
Kelâm ilmini, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri i’tikâdı öğrenecek ve bunları akıl ile, nakil ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Baskalarına caiz değildir. Dîne yardım etmek için fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak, Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi caizdir. Başkaları öğrenirse, bâtıl yollara kayar.
İmâm-ı Şafiî (r.aleyh) buyurdu ki: “İlm-i kelâm ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafif kalır.” İmâm-ı Şafiî’nin zamanındaki ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa görüşleri ve hayâlleri ile yazdıkları din kitaplarına okumanın yasaklık derecesini ve zararlarını artık düşünmelidir. İmâm-ı Şafiî yine buyurdu ki: “Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi öğrenmeden önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmakdan, arslandan kaçar gibi kaçınılırdı.” Şimdi, kendi aklı, kendi görüşü ile kelâm ilmi kitapları yazanlar çoğaldı. Bunların kitapları yanlışlarla doludur. İmâm-ı Ebû Yûsuf; “Kelâm ilmi ile uğraşanların İmâm olması caiz değildir” buyurdu. Bezzâziyye fetvâsında; “lim-i kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur” buyuruldu. Fıkıh ilmi ile uğraşmak, ya’nî farzları ve haramları öğrenmek ise, her müslümana farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de farz-ı kifâye olup, çok sevâbdır. Hiç zararı yoktur.
İlim öğrenmekte niyet düzgünlüğü: Bostân-ül-ârifîn kitabında diyor ki: “Bir kimse, ilim öğrenirken nefsinin arzu ve istekleri ve mal sevgisi gibi husûslardan dolayı niyetini düzeltmeye gücü yetmezse, ihlâs elde edemese bile bu şekilde ilim öğrenmeye devam etmesi, ilmi büsbütün terketmekten daha efdaldir. Bu şekilde devam edince, öğrendiği fâideli ilim geç de olsa onda ihlâs meydana getirir ve niyetini düzeltir.”
Ba’zı büyük zâtlar, ilme başladıkları sırada sâlih ve hâlis niyetlerinin bulunmadığını, fakat daha sonra hâlis niyetin kendiliğinden hâsıl olduğunu, bundan sonra, ilme, sırf Allah rızâsı için devam ettiklerini bildirmişlerdir. Bunlardan Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: “Biz ilme başladığımızda tam hâlis bir niyetle başlamamıştık. Fakat ilim, Allah rızâsından başkasını kabûl etmedi.”
Burada Allahü teâlânın rızâsından başkasını istemeyen ilimden murâd, zâhirî ve bâtınî günahlardan meneden ilimlerdir. Çünkü günahlarda, Allahü teâlâdan başkasının rızâsını istemek vardır. Nasihatler, Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı teşvik eden ve günahlardan meneden ilimler, Allahü teâlânın râzı olduğu ilimlerdir. Ekseriyetle bu bilgileri öğrenen kimsenin niyeti zaman içerisinde düzgün olur.
Fıkıh ilminden lüzumu kadar nasîbini alan, öğrenen kimsenin, tasavvuf bilgilerinden nasîb almak için de gayret etmesi gerekir. Çünkü, kalbin hastalıkları olan kötü huyları ve bunların ilâçlarını ve iyi huyları elde etmek yolları, tasavvuf bilgileri, hâlleri ile elde edilir. Eshâb-ı Kirâmın, evliyânın, âriflerin hâl tercümelerini, güzel hâllerini ve hikmetli sözlerini, husûsiyetlerini okuyup, öğrenmek de lâzımdır. Bunlardan istifâde edip, rûhâniyetlerinden feyz alabilmek için onları çok sevmek, kalbini onlara bağlamak lâzımdır. O büyüklerin ilimlerini, amellerini vera’ ve takvâlarını okuyup, imkân nisbetinde bu husûslarda onlara uymak, onları nümûne edinmek pek fâidelidir.
Bir kimse fıkıh ilmini öğrenir de tasavvuf ilminden ve o büyüklerin hikmetli hâl ve sözlerinden habersiz olursa, kalbi katılaşır ve ona nasihat fâide vermez olur. Basireti (kalb gözü) görmez olur. Böyle bir kimse, dünyâ hayâtının görünüşüne aldanır ve şeytanın vesveseleri ona musallat olur.
Hak için yumuşamayan katı kalb, Allahü teâlâdan, O’nun lütuf ve ihsânlarından uzaktır.
Başkalarına ilim öğretmek: Bir kimse fıkıh ilmi tahsil eder, bu ilmi başkalarına da okutacak hâle gelir, ihlâs ile ibâdet yapar, devamlı ibâdetle meşgûl olması sebebiyle başkalarına fıkıh ilmi öğretmekten uzak kalırsa, şayet o beldede insanlara ilim öğretecek başka bir âlim yoksa, o ibâdetle meşgûl olan zât bu ilmi başkalarına öğretmediği için mes’ûl olur. Şayet, insanlara ilim yönünden fâideli olacak ikinci veya daha çok âlim zâtlar var ise bu durumda mes’ûl olmaz. Bununla beraber; “Başkasının ibâdetinin sahih olmasına sebep ve yardımcı olan bir ibâdet, (meselâ bilmeyenlere namaz, abdest, gusül bilgileri öğretmek), kişinin, fâidesi sâdece kendisine olan bir ibâdeti yapmasından üstündür” buyurulmuştur. Çünkü insanların hayrı ençok olanı, insanlara hayır işleri öğretmek sûretiyle fâideli olandır.
Başkasına fâideli olacak bir ibâdet yapmak iki kısımdır:
1- Uhrevî olan, başkasının âhıretine fâideli olan bir ibâdet yapmak:
Böyle bir ibâdet birçok işlerden çok daha üstündür. Çünkü başkalarının âhıretine fâideli olacak iş, peygamberlerin (aleyhisselâm) işidir. Peygamberler (aleyhisselâm) insanlara önce îmânı, doğru olan i’tikâdı, bundan sonra dînin amelle alâkalı emir ve yasaklarını öğretiyorlar. Güzel ahlâk bildirip buna uymaya teşvik ediyorlar, kötü huylardan da sakındırıyorlardı.
Peygamberler (aleyhisselâm) peygamber olmaları i’tibârı ile başka kimselerden kat’î olarak üstün, yüksek ve seçilmiş zâtlar oldukları gibi, ümmetlerinin âhıretlerine fâide veren işler yapmaları ya’nî onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirip, onların dünyâ ve âhıret saadetlerine vesile oldukları için ayrıca çok kıymetli ve üstündürler.
Abdullah İbni Mes’ûd’un (r.anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Her kim ki, insanlara öğretmek (onların âhıretlerine fâideli olmak) niyetiyle (fâideli) ilimden bir mes’eleyi tam olarak öğrenirse, Allahü teâlâ ona yetmiş sıddîk sevâbı verir” buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîf, yapılan işten ecr ve sevâb hâsıl olabilmesi için, niyetin düzgün ve hâlis olması lâzım olduğunu ve bir mes’eleyi başka bir kimseye öğretmek isteyen kimsenin, o mes’eleyi tam olarak bilmesi îcâbettiğini göstermektedir.
Başkalarına birşey öğretmek isteyen kimsenin, ilmin bütün mes’elelerini bilmesi lâzım ve hattâ belki de mümkün değildir. İyi bildiği bir mes’eleyi öğretir. Meselâ namaz, ilimden bir mes’eledir. Namazın şartlarından ba’zılarını (hadesten ve necâsetten taharet, gibi) iyi öğrenen bir kimse, başkasına namazı öğretmeye kalkarsa bu uygun değildir. Evvelâ kendisi, namazın diğer şartlarını ve rükünlerini (namazın içindeki farzları) de iyice öğrenmesi lâzımdır.
Bu sebeple Tecnîs kitabında diyor ki: “Bir kimse, hem kendisi amel etmek, hem de başkalarına öğretmek sûretiyle insanlara fâideli olmak niyetiyle ilim öğrense, başka bir kimse de sâdece amel etmek niyetiyle ilim öğrense, bu iki kimseden üstün ve efdal olanı birincisidir. Çünkü onun fâidesi hem kendisine hem de başkalarınadır.
2- Başkalarına fâideli olacak ibâdetlerin ikinci kısmı, başkalarının dünyâda fâidelenmelerine vesîle olacak ibâdet (iş)tir. Meselâ, zekât ve sadaka böyle ibâdetlerdendir. Bunları alan kimse dünyâda fâidelenir. İhtiyâçlarını giderir. Veren kimse ise onun ecr ve mükâfatını âhırette görür.
Başkalarına hayırlı işlerinde vesîle olmak, yollarda bulunan pislik, taş diken gibi gelip geçeni rahatsız eden eziyet veren şeyleri temizlemek, yerde görülen bir ekmek parçasını hemen alıp bir hayvana vermek, veya en azından ayak basılmayan bir yere koymak da çok faziletli ve insanlara fâideli işlerdendir.
Peygamberlerin günah işlemekten ma’sûm olmaları: Bütün peygamberler (aleyhisselâm) peygamber olduğunun kendilerine bildirilmesinden önce olsun, sonra olsun, büyük ve küçük günah işlemekten, dînî ve dünyevî husûslarda yalan söylemekten berî ya’nî uzaktır. Onlar Allahü teâlânın katında, en sevilen, en hayırlı, en seçkin kimselerdir. İnsanları hayra, saadete, kurtuluşa da’vet eden mübârek zâtlardır. Allahü teâlâ onları, böyle yaratmış, her türlü uygunsuz hâlden muhafaza etmiştir.
Abdülganî Nablüsî hazretlerinin yazdığı Keşf-ün-nûr min eshâb-il-kubûr kitabından ba’zı kısımlar:
Kerâmet hakkında buyuruluyor ki:
“Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetler ihsân etmiştir. Kerâmet, evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yarattığı, âdet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile, ya’nî dilediği zaman, bu şeyleri, bu kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bu şeylerin yaratılmasında kulun kudretinin ve irâdesinin te’sîri yoktur. Kulun irâde ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul, istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.
Kendisinde kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir te’sîri olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki, görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hatırlamak gibi duygularının, iç ve dış organlarının hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her an bilmektedir. Evliyâlık da, bu demektir. Ya’nî böyle olduğunu her an bilen ve inanan kimse, Allaha yakîn olmuş, velî olmuştur. Bu bilgisi, her an bütün varlığını kaplamaktadır. Allahü teâlâ, velisine ba’zan gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman, veliliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında velî olduğu için, böyle zamanlarında da, kendisine velî denilir. Bunun gibi, îmânı olan insana mü’min denildiği için, uyku zamanında gaflet hâlinde olduğu zaman da kendisine mü’min denilmektedir. Bu gaflet zamanı, evliyânın aşağı hâlleridir.
Allahü teâlânın emrettiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hâllerini, ya’nî nafile ibâdetleri de yapan bir müslüman, Allaha yaklaşır, velî olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîf tasavvuf kitaplarında yazılıdır.
Âriflere göre, velî olmak için, kendisinin “Mevt-i ihtiyâri” denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velîlerde kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gâfiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yaptıklarını sanırlar. Herşeyi Allahü teâlânın yarattığını unuturlar.
Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduklarını fıkıh kitapları da bildirmektedir. Hanefî mezhebinde kabir üzerine basmak, oturmak, orada uyumak, abdest bozmak mekrûhtur. Çünkü bunlar ihânet, hakaret etmektir. Hadîs-i şerîfde; “Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmağı tercih ederim” buyuruldu. Bu sözler, insana öldükten sonra da saygı göstermek lâzım olduğunu bildiriyor. Ya’nî dînimiz, ölülerin muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmetin âdet hâricî yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmiştik. İnsanın yeryüzünde yürümesi, oturması âdet olduğu için, mü’minin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, ona kerâmet ya’nî ikram ve ihsân olmaktadır. Her mü’mine öldükten sonra böyle kerâmet veren dinimiz, ilim, irfan sâhibi olan evliyâya daha kıymetli kerâmetler de ihsân olunacağını göstermektedir.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Bakî’ kabristanını ziyâret eder, mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sahibi olduklarını göstermektedir. Çünkü, mü’minin kabri başında yapılan duânın kabûl olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Mü’minin kabri başında duânın kabûl olması onun kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Her mü’min için böyle kerâmet olunca, evliyâ için daha çok olacağı meydandadır.
Mü’min ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dînimiz bunu emretmektedir. Bu emir, mü’minin öldükten sonra da, kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir. Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur.
Mü’min ölürken necâsetlenmektedir. Onu bu necâsetten kurtarmak, temizlemek için yıkamak emrolundu. Bu emir, mü’minin öldükten sonra da kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir.
Câmi’ul-fetâvâ kitabında âlimlerin ve seyyidlerin mezârları üzerine bina, türbe yapmak mekrûh değildir diyor. Yine bu kitapta, ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüb olması mekrûhdur diyor. Bu da, her mü’minin öldükten sonra kerâmet sahibi olduğunu göstermektedir.
Hâlbuki, diri iken her mü’min kerâmet sahibi olmaz. Yalnız evliyâ diri iken de kerâmet sahibidir. Abdullah Nesefî’nin “Umdet-ül-i’tikâd” kitabında; “Her mü’min uykuda da mü’min olduğu gibi, öldükten sonra da mü’mindir. Bunun gibi peygamberler öldükten sonra da peygamberdirler. Çünkü peygamber olan ve îmân sahibi olan rûhdur. İnsan ölünce, rûhunda bir değişildik olmaz” demektedir. İnsan, beden demek değildir, insan rûh demektir. Beden, rûhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde ekseriya, Dıhye ismindeki sahâbî şeklinde görünürdü. Eshâb-ı Kirâmdan ba’zıları da, Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâil aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, rûh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsanın rûhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, rûhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Rûhun böyle değişikliğe uğraması kerâmetinin kalmıyacağını göstermez.
Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını bildiren birçok vak’a ve hikâyeler kitaplarda yazılıdır. Meselâ, büyük velî Muhyiddîn-i Arabî’nin Rûh-ül-kuds kitabında, Ebû Abdullah İşbilî’nin çeşitli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebü’l-Kâsım bin Hamdin ismindeki kimsenin, İmâm-ı Muhammed Gazâlî’yi reddeden, kötüleyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu bozuk kitabı hiç okumayacağına yemîn etti. Allahü teâlâ kabûl buyurup, görmek ihsân eyledi. Bu da, İmâm-ı Gazâlî’nin öldükten sonra olan kerâmetini göstermektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 271
2) Silk-üd-dürer cild-3, sh. 30-38
3) Acâib-ül-âsâr cild-1, sh. 154
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 590
5) Târihu âdâb-ı lügat-il-Arab cild-3, sh. 348
6) El-A’lâm cild-4, sh. 32
7) Sefînet-ül-evliyâ cild-1, sh. 94
8) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 85
9) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 3080-3083
10) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-3, sh. 125
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1023, 1166, 1167, 1168, 1169, 1170,
12) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 24
13) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 8, 9, 13, 19, 20
14) Fâideli Bilgiler sh. 170
15) Kıyâmet ve Âhıret sh. 190
16) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 43
17) Brockelmann Sup-2, sh. 473
NABLÜSÎ (Abdülganî bin İsmâil)