HASEN EBRİKÂN

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hasen bin Mahlûf bin Mes’ûd bin Sa’d el-Müzîlî er-Râşidî olup, künyesi Ebû Ali’dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. Teni esmer olduğu için, o beldenin lisânında Ebrikân denilmiştir. 807 (m. 1404) senesi Şevval ayının sonlarında Cezayir’in Tilmsân bölgesinde vefât etti.

Hasen Ebrikân, büyük âlim Masnûdî İbni Merzûk el-Hafîd’den ilim öğrendi. Babasının vefâtından sonra, başka beldelere gitti. Oralarda uzun müddet kaldı. Tahsilinin çoğunu Câbiye’de, Abdürrahmân Vaglisî ve talebesi olan âlimlerden tamamladı. Anadolu’da Ebû Abdullah Merrâkû-şî’den de ilim öğrendi.

Hasen Ebrikân, hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Mekke’de beş sene kaldı. Hasen Ebrikân Mekke’den dönünce, Tilmsân’a yerleşti. Burada İbrâhim Masmûdî ile görüştü. Yahyâ Metgari’nin yanında ilim tahsil etti. Hasen Ebrikân, Hûfi’nin ferâiz kitabını Îsâ Emziyâ’nın yanında okudu. Bu ferâiz kitabı üzerinde ba’zı açıklamalar yaptı. Ferâiz, hesâb ve fıkıh ilimlerinde söz sahibi oldu. İbn-i Mâlik’in Elfiye’sini güzel bir şekilde okudu. Bunu okurken, Mekûdî’nin Elfiye şerhini mütâlâa etmekle yetindi.

Hasen Ebrikân’ın nakilleri sağlam, anlayışı çok yüksek idi. Gelişigüzel söylemezdi. Anlattıklarını karıştırmazdı. İlme ve ilim sahiblerine çok hürmet ederdi. O ders okuturken, kimse konuşmazdı. Talebelerin hiçbiri sağa-sola bakmazdı. Kendisinden Tensî, Ali Tâlûtî ve üvey kardeşi Sünûsî ve birçok âlim ilim öğrendi. Büyük âlim Sünûsî, Hasen Ebrikân’ın yanında kalıp, ondan çok istifâde etti.

Kardeşi Sünûsî, onun hakkında şöyle demektedir; “Çok âlim ve evliyâ gördüm. Fakat, hocam ve ağabeyim Hasen Ebrikân gibisini görmedim. O, Allahü teâlânın rızâsının olduğu işlerde kınayanın kınamasından korkmazdı. Gülmez, sâdece tebessüm ederdi. Müslümanlara çok merhametli ve şefkatli idi. Onların sevinmesi ile sevinir, üzülmesi ile üzülürdü. Allahü teâlâyı devamlı zikreder, bu husûsta asla gevşeklik göstermezdi. Büyük-küçük herkes, ona hürmet ederdi. İbn-i Mâlik’in Elfiye’sini ve İbn-i Hâcib’in muhtasarını okuturken, derslerinde ben de bulundum. O, dersi, dinliyenler anlayıncaya kadar anlatırdı. Önce mes’eleyi ana hatlarıyla anlatırdı. Sonra o mes’ele ile alâkalı olarak şerhlerden nakiller yapardı. Sonra kendi söyleyecekleri varsa onları söyler, sonra meşhûr kaynak ve geniş kitaplardan nakiller yapardı. Böylece mes’elenin anlaşılmasını ve tahkîkini te’min etmiş olurdu. Onun derslerine büyük âlimler gelirdi. Onun nakillerini ve zekâsını takdîr ederlerdi. Muhammed bin Abbâs, Muhammed bin Accâr, Süleymân Buzeydî ve birçok âlim bunlardandır.”

Hasen Ebrikân, ana-babasına ve akrabâlarına çok iyilik ederdi. Annesine hürmeti çok ileri seviyeye ulaşmıştı. Annesi vefât ettikten sonra, onun eşyâlarını sakladı. Bu husûsta şöyle buyurdu: “Hayır ve bereketi, ancak ana-babaya ve hocaya iyilikte gördüm.” O bununla, Allahü teâlânın ebeveyne itaat etme emrini de yerine getirmiş oluyordu.

Hasen Ebrikân’ın zühdü pekçok idi. Çok az bir yemekle yetinirdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri ibâdet ederdi. Gece ve gündüz çok az uyurdu. Sâdece ölüm hastalığında yatağa yatmıştır. Vefâtına yakın, çocukları, akrabaları, hem yeri dar, hem de yattığı yatak sert olduğu için, ona geniş bir yer ve yumuşak bir yatak yapmaya karar verdiler. Karar verdikleri yeri ve yatağı hazırladıktan sonra, Hasen Ebrikân’dan oraya geçmesini istediler. O da onların bu sözüne muvafakat ederek, hazırladıkları geniş odaya ve yumuşak yatağa, onların yardımı ile geçti. Çünkü, kendi başına geçebilecek durumda değildi. O gece orada kaldı. Ertesi gün çoluk-çocuğuna ve akrabalarına üzülerek; “Beni eski odama ve sert yatağıma götürün. Çünkü dün gece, nefsim yatağın yumuşaklığını hissetti. Ömrümün sonunda beni, hayâtım boyunca kendisinden kaçtığım dünyâ evine koydunuz” dedi. Bunun üzerine onu hemen eski odasına götürdüler ve sert yatağa yatırdılar.

Hasen Ebrikân’ın vera’ı da çoktu. O, günahlardan çok sakınırdı. Yakınlarından birisinin haramlardan sakınma husûsunda gevşek davrandığı haberi ona ulaşınca; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, Allahü teâlânın ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) emirlerini dinliyen kimseden günah sâdır olması çok garip ve şaşılacak bir iştir” buyurdu.

Hasen Ebrikân, akşam ile yatsı arasını ihyâ ederdi. Buna hiç ara vermeden ve gevşeklik göstermeden devam ederdi. Allahü teâlâyı zikre, özellikle Kur’ân-ı kerîm okumaya çok önem verirdi. O, sâdece Kur’ân-ı kerîmi okumakla yetinmez, aynı zamanda Kur’ân-ı kerîmi yazarak da bir senede hatim ederdi. Bu hâline, vefâtına kadar devam etti.

Hasen bin Mahlûf, mes’eleler hakkında derinlemesine tetkik ve tahkîk yapmadan konuşmazdı. Hattâ birçok âlim, o zaman onun fıkıh ilmindeki bu tetkik ve tahkîkini başkasında görmediklerini söylemişlerdir. O, mes’eleyi iyice tetkik etmedikçe, ne bir sözü tasdîk eder, ne de gelişigüzel bir söz söylerdi.

Zamanının âlimlerinden Muhammed bin Abbâs onun meclisine gelip, ilmî mes’eleler üzerindeki tahkîkini ve tetkikini görünce, çok beğenip, onun büyük bir âlim ve kâmil bir zât olduğunu söyledi, ibâdet, tâat ve vilâyet sahibleri onun yanına gelmiş olsalar, onun hâllerini kabûl ederlerdi. Çünkü onlar, onu bu husûslarda kendilerinden daha üstün bulurlardı. Sultan ve makam sahibi kimseler ona gelmiş olsalardı, Allahü teâlânın ona lütfettiği heybet ve yüksekliği görerek, kendilerini onun yanında pek küçük görürlerdi.

Birgün büyük âlim Muhammed bin Abbâs, Hûncî’nin “Cemel” adlı eserini okuturken, Hasen Ebrikân’ın hizmetinde bulunanlardan birisi bir mes’ele sormaya geldi. Bunun üzerine Muhammed bin Abbâs ona; “Biz bunları Hasen Ebrikân’dan soruyoruz, ondan öğreniyoruz” diyerek, Hasen Ebrikân’ı çok güzel vasfeyledi.

Sünûsî yanına girince, ona tebessüm eder ve ona; “Allahü teâlâ seni müttekî âlimlerden eylesin” diye duâ ederdi.

Hasen Ebrikân’ın pekçok kerâmetleri görülmüştür. Bunlardan bir kısmını, büyük âlim Sünûsî ile kardeşi Ali nakletmiştir. Menkıbelerinden ba’zıları şunlardır:

Hasen Ebrikân, birgün sahrada abdest alıyordu. Bu sırada büyük bir aslan ona doğru geldi ve yakınında bir yere çöktü. Hasen Ebrikân abdestini bitirince, aslana doğru yönelip; “… Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahın şânı ne kadar yücedir” meâlindeki Mü’minûn sûresi ondördüncü âyet-i kerîmesinin son kısmını üç defa okudu. Aslan, onun karşısında, hayasından başını eğen birisi gibi duruyordu. Sonra aslan, kalkıp oradan ayrıldı.

Sa’îd bin Abdülhamîd Asnûnî şöyle anlattı: “Sıcak bir günde, hocam Hasen Ebrikân’ın huzûruna girmiştim. Büyük bir yorgunluk içerisinde görünüyordu. Vücûdunda terler vardı. Bana; “Şu içerisinde bulunduğum yorgunluk niçindir biliyor musun?” dedi. Ben; “Bilmiyorum” dedim. Bunun üzerine bana; “Az önce burada oturuyordum. O sırada şeytan asıl sûretinde yanımıza girdi. Ben ona doğru kalkınca, önümden kaçmaya başladı. Ben, ezân-ı Muhammedî okuyarak onu kovalıyordum. Bir müddet onu kovaladım. Sonra kayboldu. Onun için bu hâldeyim” dedi.

Sünûsî anlatır: “Hocam, ağabeyim Hasen Ebrikân ile beraber şark taraflarından geliyorduk. Yolda, Cum’a isminde bir köye rastladık. Harabe bir hâlde idi. Halkı Tilmsân’a yerleşmişlerdi. Hatırımdan, bu köyü ta’mir edip yeniden kurmak geçti. Allahü teâlânın bu belde ahâlisini azâbla nasıl cezalandırdığını görüp ibret almak için köye girdik. Bu sırada bize doğru gelen bir kedi gördüm. Yakınımıza gelip oturdu. Bitkin bir hâli vardı. Bu arada ben kendi kendime; acaba bu köy tekrar ma’mûr hâle gelir mi? diye düşünürken, o kedi başını kaldırdı, gayet güzel bir ifâde ile; “Bu köy, kıyâmete kadar asla ma’mûr olmaz” dedi. Ben Hasen Ebrikân’a doğru baktım. “Doğru söylüyor” buyurdu.

İbrâhim bin Reddân isminde, büyüklerden bir zât şöyle anlattı: “Hacca giderken, yolda birkaç kişi bineğimi elimden almak istiyorlardı. Hâlbuki binek bana çok lâzımdı. Binek olmadan yola devam etmem çok zordu. Bunun üzerine, hocam Hasen Ebrikân’dan yardım istedim. O ânda hocamı karşımda gördüm. Elimden bineğimi almak istiyenlere yüksek sesle bağırdı. Onlar korkarak, bineğimi almaktan vazgeçtiler. Hocam, bir süre benimle Hicaz istikâmetine doğru yolculuk yaptı. Sonra bir ânda gözden kayboldu.”

Ahmed bin Ya’kûb isminde bir zât şöyle anlattı: “Sultan beni hapsetmişti. Bunun üzerine ben duâlarımda, hocam Hasen Ebrikân’dan yardım istiyordum. Bir gece rü’yâmda Hasen Ebrikân’ı gördüm. Yanıma gelip, beni hapishâneden çıkardı. Benimle beraber Sultan Ebû Fâris’in yanına gitti. Sultan’ın yanında ba’zı kimseler vardı. Ben onları tanıyordum. Hasen Ebrikân, Sultân’a; “Senin bununla ne işin var? Onu serbest bırak” deyince, Sultan; “Onu serbest bıraktım” dedi. Uykudan uyanınca, yanımda bulunan arkadaşıma; “Bugün ben çıkıyorum” dedim. O da; “Nasıl biliyorsun?” diye sordu. Ben; “Hocam Hasen Ebrikân beni serbest bıraktı” deyip, rü’yâmı ona anlattım. Aradan birkaç saat geçtikten sonra, ismimle çağırıldım ve Sultan’ın yanına çıkarıldım. Onu rü’yâda gördüğüm şekilde buldum. Yanında rü’yâda, gördüğüm kimseler vardı. Sultan bana; “Dün gece gördüğüm rü’yâmda, hocam Hasen Ebrikân seni serbest bıraktı. Selâmetle git” dedi. Sâlimen ve hocamın bereketiyle hapis hayâtından kurtulmuş oldum.”

Önde gelen talebelerinden Ahmed Hüseynî şöyle anlattı: “Hocam Hasen Ebrikân’ı tanımadan önce, servetim ve malım çok idi. Birgün Sultan Abdülvâhid bana, hem para cezası verdi. Hem de hapis edilmemi emretti. Hiçbir suçum yoktu. O zaman ben Hasen Ebrikân’ı tanımıyordum. Çünkü daha o sıralar, Hasen Ebrikân meşhûr olmamıştı. Ancak, dâmâdım âlim birisi olup, onun meclisine devam eder ve yanında ders okurdu. Onun için, benim durumumu Hasen Ebrikân’a arz etti. Bundan sonrasını dâmâdım şöyle anlattı: “Hasen Ebrikân, kayınpederimin işinin üzerinde durdu. Büyük câmiye gitti. Orada, ders veren ve Sultan’ın imamlığını yapan zâtla görüştü. Ona kayınpederimin durumunu anlatıp, Sultân’a söyleyip, onun hapisten çıkarılmasını istedi. Bunun üzerine Sultan’ın İmâmı olan zât, Hasen Ebrikân’a; “Efendim! Sultan sert birisidir. Ancak böyle bir teklifi, zât-ı âlinizin ismini söyliyerek yaparsam daha münâsip olur” dedi. O zaman Hasen Ebrikân ona; “Nasıl istersen öyle yap” dedi. Bunun üzerine o zât, o gün Sultan’ın yanına girdi ve şöyle dedi: “Burada sâlih bir zât var. Hüseynî denen şahsı, Allah için serbest bırakman için beni sana gönderdi” dedi. Sultan ona; “O zât kimdir?” diye sordu. Sultan’ın İmâmı şöyle cevap verdi: “O, sâlih birisidir. Ona Hasen Ebrikân denir” deyince, Sultan; “Şu Zir kapısında oturan zâtı mı diyorsun?” dedi. İmâm olan zât; “Evet, odur” dedi. Fakat Sultan; “Ona saçları adedince dayak attırmaya ve beşyüz dinar ceza almaya yemîn ettim” dedi. Sultân’ın İmâmı bunları duyunca, böyle bir işe karıştığından dolayı çok pişman oldu. Sonra Sultân’ın yanından çıktı. Hüseynî, beyaz, ince tabiatlı bir zât idi. Bir tek sopaya bile dayanamaz diye düşünen İmâm, durumu Hasen Ebrikân’a arzetti. Hasen Ebrikân buna çok üzüldü. Durumu, Allahü teâlâya havale etti. Sonra küçük bir kağıda birşeyler yazıp bana verdi ve; “Bunu kayınpederine götür ver. Dövmek için çıkardıkları zaman, onu yanında bulundurmasını, mümkün ise ağzına almasını söyle” buyurdu. Gidip durumu kayınpederime anlattım ve o kâğıdı verdim.”

Ben de o kâğıdı sakladım. Başıma gelecekleri beklemeye başladım. O gün ve gece, bana dokunmadılar. Ertesi gün, Cum’a idi. Sabah güneş doğunca, beni dövmek için hücreden çıkardılar. Çıkarken Hasen Ebrikân’ın göndermiş olduğu kâğıdı kayışımın arasına gizledim. Sonra beni bağlayıp dövmek için avluya çıkardılar. Tam bana vuracakları sırada, sultan’ın sarayından; “Onu hücresine götürünüz” diye bir ses duydum. Gardiyanlar hemen beni hücreme geri götürdüler. Ben hücremde büyük bir azâbın bekleyişi içinde idim. Malımı, çoluk-çocuğumu ve herşeyimi unutmuştum. Sultan, Cum’a namazını  kılıncaya kadar hücremde kaldım. Ben böyle heyecanla beklerken, beni dışarı çıkardılar. Korku içerisinde çıktım, işkence etmek için çıkardıklarına hiç şüphem yoktu. Beni doğruca Sultân’ın huzûruna götürdüler. Sultan bana; “Evine emniyetle gidebilirsin, işkence korkun olmasın. Üzerinde herhangi bir borcun da yoktur” dedi. Bundan dolayı çok sevindim. Geri dönüp huzûrundan çıkarken, Sultân’ın birşeyler söylediğini işittim. Fakat bana söylediğini anlıyamamıştım. Tam dışarı çıkarken, Sultân’ın veziri kızarak bana bağırdı. Ağzı bozuk birisi idi. Bana; “Sultan seni çağırıyor. Sen ise gidiyorsun” dedi. Ben hemen korkarak döndüm. Sultan bana; “Seni Allah için serbest bıraktım. Bunu Allahü teâlâdan bil” dedi. Sonra yanındakilere dönüp; “Bunu niçin serbest bıraktığımı biliyor musunuz?” dedi. Onlar; “Hayır bilmiyoruz” dediler. Bunun üzerine Sultan kolunu açtı. Kolundan, kınında bulunan çok sağlam ve keskin bir bıçak çıkardı ve bize gösterdi; “Eğer Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı olmasa idi. Şimdi ben aranızda yoktum” dedi ve bunu şöyle açıkladı: “Cum’a namazında secdeye vardığımda, bu bıçak kolumdaki kınından çıktı. Sanki birisi, onu kolumdaki kınından çıkarmış, boynumu ve bütün damarlanmı kesmek için onu bana doğru çevirmişti. Fakat bu sırada Allahü teâlâ, lütuf ve ihsânı ile onu benden çevirdi. Allahü teâlâ o ânda kalbime, hapisteki o şahıs ve o sâlih zâtın onun hakkında ricada bulunduğu hâlde, ona yine işkence yaptırmakta inâd etmem sebebi ile bu bıçağın kınından çıktığını ilham etti. Ben o sırada, Allahü teâlânın beni ölümden kurtardığı için, şükür olarak, namazdan sonra hapisteki kişiyi salıvereceğime ve ondan herhangi birşey almamaya yemîn ettim.” Bunları duyan meclistekiler, Sultân’ı ölümden kurtardığı için Allahü teâlâya hamd ettiler.

Buradan ayrıldıktan sonra, dâmâdım ile beraber Hasen Ebrikân’ın yanına gittik. Onu, Kassârîn kabristanında bulduk. Cum’a namazından dönüşte oraya uğramıştı. Âdeti üzere Cum’a namazlarını Ecâdir denilen yerde kılardı. Dâmâdımı görünce; “Ne haber, o işiniz nasıl oldu?” diye sordu. Daha beni tanımıyordu. Dâmâdım; “Efendim! Allahü teâlâ hacetimizi yerine getirdi. İşte hapiste bulunan kayınpederim bu zât idi. Allahü teâlâ onu oradan kurtardı” dedi. Ben de olanları Hasen Ebrikân’a anlattım. Bu haber üzerine o, Allahü teâlâya hamd etti. Kıbleye dönüp, Allahü teâlâya şükür için secdeye vardı. Secdede, ikindi ezanı okununcaya kadar kaldı. Hasen Ebrikân’ın yüksek hâllerini ve ondaki bereketi gördükten sonra, devamlı onunla beraber oldum. Ondan hiç ayrılmadım.”

Abdürrahmân bin Tûmert anlattı: “Yüzümde bir hastalık meydana gelmişti. Aradan epeyce bir zaman geçtiği hâlde, bu hastalıktan kurtulamamıştım. Hastalık ilerliyordu. Artık hastalığın iyileşmiyeceğine kanâat getirmiştim. Cum’a günü Hasen Ebrikân ile karşılaştım. Ecâdir’de Cum’a namazını kılmış, bineğine binmiş bir hâlde evine doğru gidiyordu. Hemen onun yanına vardım ve selâm verdim. Ona hâlimi arzettim. Bunun üzerine Hasen Ebrikân yüzüme bakıp, yüzümün fecî durumunu gördü. Mübârek tükürüğü ile yüzümü sıvazladı. Yüzümdeki yaralar derhâl iyileşti ve hastalıktan hiçbir eser kalmadı.”

Komşu ülkenin Sultânı Umâre Zedâlî, Sultan Ahmed’in topraklarına saldırarak eziyet ve sıkıntı veriyordu. Sultan Ahmed, daha önceleri bu durumdan birkaç defa Hasen Ebrikân’a şikâyette bulunmuştu. Yine birgün Sultan Ahmed, Hasen Ebrikân’ı ziyâret etmek için yanına gitmişti. Hasen Ebrikân, ona ne hâlde olduğunu sordu ve; “O adam ile alâkalı bir şey duydun mu?” dedi. Sultan Ahmed, duymadığını söyledi. Hasen Ebrikân bir müddet bekledikten sonra, Sultan Ahmed’e; “Şimdi gidebilirsin. Allahü teâlâ hacetini giderdi” dedi. Sultan Ahmed evine gidince, birisi gelip, yapılan muharebede Umâre Zedâlî’nin başının kesildiği haberini verdi.

Muhammed Câmî şöyle anlattı: “Hacca gitmek için gemiye binmiştim. Fakat gemi kaptanı yolcularını yan yolda indirdi. Ben bu duruma çok üzülmüştüm. Uyku ile uyanık bir hâlde iken, rü’yâmda Hasen Ebrikân’ı gördüm. Bana; “Sabret, Allahü teâlâ senden bu sıkıntıyı giderecektir” dedi. Dediği gibi oldu ve rahata kavuştum. Kısa bir zamanda Mekke’ye vardım.”

Allahü teâlâ, Hasen Ebrikân’a insanların bâtınlarındaki hâllerini gösterirdi. O şöyle derdi: “Ba’zısı var ki, yanıma domuz sûretinde girer. Yüzü ve dişleri domuzunkinden farksızdır. Ba’zısı yahudi sûretinde girer. Müslümanlara benzer tarafı, sâdece sarığıdır. Allahü teâlâdan hüsn-i hatime, dünyâ ve âhırette affetmesini dilerim.”

Kendisi şöyle anlatır: “Babam ve dedem, sâlih ve evliyâdan idiler. Daha sabî, ya’nî küçük yaşlarda iken diğer çocuklarla oynardım. Oyun oynarken ba’zan avret mahallerimiz açılırdı. Ben bu hâlde dedem Sa’îd’in kabrinin yanına uğradığım zaman, dedemin kabrinden, benim hâlimi hoş görmediğini, bana kızdığını işitirdim.”

Yine kendisi şöyle anlatır: “Babamın bir bahçesi vardı. Ne gece, ne gündüz, hiçbir hırsızın oraya girmeye gücü yetmezdi. Hırsız oraya gireceği zaman, karşısına bir yılan çıkar, hırsız canını kurtarmaktan başka birşey düşünmez ve kaçardı. Ancak biz oraya gideceğimiz zaman, o yılan sakinleşir ve hiçbirimize zarar vermezdi.”

Hasen Ebrikân’ın yakınlarından birisi şöyle anlattı: Birgün, Hasen Ebrikân’ın huzûrunda ders okuyorduk. Bu sırada Sultan Ahmed oraya geldi. Hasen Ebrikân ile görüşecekti, önce vezîri. Hesen Ebrikân’ın huzûruna girdi. Bizim ders okuduğumuzu gördü. Fakat Hasen Ebrikân’ın heybetinden onun yanına yaklaşamadı. Arkada durup kaldı. Sultan da mescidin kapısında bekliyordu. Hasen Ebrikân onların geldiğini gördüğü hâlde, dersi yarıda kesmedi. Hattâ onlardan tarafa bile dönmedi. Sultan ile vezir uzun müddet bekleyip, onun dersi kesmiyeceğini anlayınca, sessizce dönüp gittiler.

Yine Ramazân-ı şerîf ayında Hasen Ebrikân’ın yanında Sahîh-i Müslim’i okurken, Sultan Ahmed, Hasen Ebrikân’ı ziyârete gelmişti. Ben Sultân’ı görünce, edeben ayağa kalkmak istedim. Bu sırada Hasen Ebrikân bana; “Hadîs-i şerîfi kesme” diye bağırdı. Hasen Ebrikân yerinden hiç kıpırdamadı. Sultan ona doğru yaklaşıp elini öptü. Onun karşısına oturdu. Ders bitinceye kadar Hasen Ebrikân onunla konuşmadı.”

Ahmed bin Hâlid Ya’kûbî şöyle anlattı: “Birgün Sultan Ebû Muhammed İbni Ebî Taşfin ile beraber Hasen Ebrikân’ı ziyârete gittik. Sultan, Hasen Ebrikân için, içerisinde pekçok mal bulunan bir bohçayı bir kenara bırakmıştı. Benim ondan haberim yoktu. Çünkü bohçayı Hasen Ebrikân’dan çekindiği için, eline vermeye cesâret edememişti. Biz oradan ayrıldıktan sonra, Hasen Ebrikân bohçayı görmüş. Sultan onu unuttu zannederek, arkamızdan birisiyle gönderdi. Gönderdiği kişi, durumu yanıma gelip bana anlattı. Benim haberim olmadığı için, bilmiyorum diyerek Sultan’a sordum. Sultan; “Evet. Onu bilerek, Hasen Ebrikân’ın onunla dilediğini yapması veya istediği yere dağıtması için bırakmıştım” dedi. Bunun üzerine ben, Hasen Ebrikân’ın yanına gittim ve durumu anlattım. Hasen Ebrikân bana; “Vallahi, bunu ne kabûl ederim, ne de başkalarına dağıtırım. Sultana söyle, onu istediği yere dağıtsın” dedi.

Hasen Ebrikân’ın ihlâsı bütün hareketlerinde görülürdü. Kendisi şöyle anlatır: “Bir şahısla dostluğumuz vardı. Arasıra onun dükkânına gider, bir süre otururdum. Bir Ramazân-ı şerîf bayramı idi. Bayram günü onun yanına uğramadım. Sonra yanına vardığımda bana; “Bayramlarda âdet olduğu üzere, sizi yemek için bekledim. Fakat siz gelmeyince onları dağıttım” dedi. Onun bu sözünü duyduktan sonra, bir daha dükkânına gitmedim. Çünkü ben onunla Allahü teâlânın rızâsı için arkadaş olmuştum. Fakat o, benim dostluğumu, fakirlerin zenginlerden birşeyler faydalanabilmek için olan dostluklardan zannetmişti. Bu sebeble, niyeti hâlis olmadığı için ondan ayrıldım.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Târih-ül-halef cild-2, sh. 138

2) El-Bustân sh. 74


HASEN EBRİKÂN

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 09.ASIR ÂLİMLERİ