Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed Hakkı bin Ali bin İbrâhim’dir. Doğum târihi belli değildir. Güzelhisârî ve Nâzillili nisbetleri ile tanınır. 1300 (m. 1883) senesinin sonlarına doğru Mekke-i mükerremede vefât etti.
Muhammed Hakkı, tasavvuf yolunda yetişmiş olup, birçok ilimde söz sahibi idi. Hanefî mezhebinde idi. Birçok eser yazan Muhammed Hakkı’nın eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Esbâb-ül-kuvve min ihsân-il-kudre fî edeb-il-ehli veş-şürbi, 2- Ahkâm-ül-mezâhib fî etvâr-il-lihyi veş-şevârib, 3-Tefhîm-ül-ihvân bi tecvîd-il-Kur’ân, 4-Es-Senûhât-il-mekkiyye, 5- Tenbîh-ür-Resûl alâ Taksîr-üz-züyûl, 6-Tıbb-ül-Kur’ân, 7- Hazînet-ül-esrâr, 8-El-Büdûr-ül-müsfire, 9- Risâletü fî ehâdîs-ül-magfireti.
Hazînet-ül-esrâr adlı eserden ba’zı bölümler:
Amellerin yedi mertebe üzerine olduğu, bunların, îmânın etrâfında koruyucu kal’alar olduğuna dâirdir:
İslâmiyet, Allahü teâlânın katından olan kıymetli bir cevher, O’nun nezdinden olan büyük sırlardır. Allahü teâlâ onu, onunla şereflendirmek için mü’min erkek ve kadınların kalblerine koydu. Sonra, Allahü teâlâ bu îmân cevherine, düşman zarar vermemesi ve ona bir zarar gelmemesi için, onun etrâfına muhkem ve sağlam bir kal’a koydu. Bu kal’a, farzları eda etmektir. Sonra Allahü teâlâ ikinci olarak, bu birinci kal’anın etrâfına sur yaptı. Bu sur, haramları terk etmektir. Sonra bu ikincinin etrâfına üçüncü bir sur yaptı. Bu, vâcibleri eda etmektir. Üçüncünün etrâfına dördüncü olarak bir sur yaptı. Bu da sünnetleri eda etmektir. Sonra bu döndüncü surun etrâfına beşinci bir sur koydu. O da müstehâbları eda etmektir. Sonra bunun etrâfına altıncı olarak bir sur yaptı. Bu ise mendubları eda etmektir. Sonra bunun etrâfına yedinci bir sur yaptı. Bu ise mekrûhları terketmektir.
Şeytan; mekrûhlarda ısrar etmemizi, mendubları, müstehâbları, sünnetleri ve vâcibleri terketmeye aldırış etmemeyi, haramları işlemeyi, farzları yapmamayı, her ibâdeti zamanında yapmamayı, ibâdetleri yaparken eksik olarak yapmayı, tenbellikle, gafletle, riya ve gösterişle yapmayı, ibâdetlerde huşû’ ve hudû’u terketmeyi, ibâdet ve tâatları dünyevî düşüncelerle yapmayı vesvese ederek, insanları Allahü teâlânın rızâsından uzaklaştırmaktadır. Şeytan ve onun yardımcıları ve hizmetçileri, ibâdetleri terk ettirmek, günahları işlemek husûsunda dâima bizimle muharebe etmektedir. Biz de Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak husûsunda onlarla muharebe etmekteyiz. Bu muharebe (nefsle mücâdele), silâhla yapılan muharebeden daha üstündür. Nitekim Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “En üstün cihâd, kişinin nefsi ve hevâsı ile olan cihâddır” buyurmuştur.
Bahsettiğimiz yedi kısım ibâdetler, dînimizde amelleri teşkil eder. Bu ibâdetler, fıkıh kıtablarında bildirildiği şekilde yapılır. Ancak böyle olursa, bu ameller kâmil bir şekilde yapılmış olur.
Îmân ve İslâm da yedi kal’a içerisinde muhafaza edilir. Bunların birincisi yakîn, ikincisi ihlâs, üçüncüsü farzları eda etmek, dördüncüsü haramları terketmek, beşincisi vâcibleri yapmak, altıncısı sünnetleri yapmak, yedincisi edebleri terk etmemektir. Bir kimse edebleri yerine getirdiği müddetçe, şeytan ona istediğini yaptırmak husûsunda ümidli olmaz. Çünkü bir kimse ibâdetlerdeki edebleri terk edince, şeytan ona sünnetleri terk ettirmek husûsunda ümidli olur. Bir kimse sünnetleri terk edince, şeytan ona vâcibleri terk ettirmek. Vâcibleri terk edince şeytan o kimseye haramları yaptırmak husûsunda ümidli olur. Şeytan bunda da muvaffak olunca farzları terkettirir. Sonra ihlâsı, sonra da yakîni onun elinden alır. Neticede şeytan, o kimsenin imansız olup sû-i hatime ile can vermesine ümid besler.
Evliyânın büyüklerinden olan âlimler buyurdular ki: “Edebleri terketme hastalığına yakalanan bir kimse, sünnetleri terk eder. Sünnetleri terk etme hastalığına tutulan bir kimse, vâcibleri terkeder. Vâcibleri terk eden bir kimse, haram işler. Haramları işleyen farzları terkeder. Farzları terkeden bir kimse, dînin emirlerine ehemmiyet vermemeğe başlar. Böyle bir hastalığa yakalanan kimse küfre düşer. Bu sebeple bütün işlerde güç yettiği kadar edebleri muhafaza etmek lâzımdır.
İmâm-ı Şafiî hazretleri buyurdu ki: “Mü’minin, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) sevmesinin alâmeti; onun bütün işlerinde, sözlerinde, ahlâkında, yemesinde, içmesinde, yatmasında, kalkmasında, bütün hareket ve hareketsizliklerinde ve susmasında, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) uymasıdır.”
Kur’ân-ı kerîm okumak, dil ve kalb ile zikir, murâkabe: Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Namazda Kur’ân-ı kerîm okumak, namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okumaktan daha üstündür. Namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okumak, tekbir ve tesbîhden daha üstündür.”
İbâdet ve tâatla meşgûl olmak isteyen kimse, içinde zindelik görüp arzu duyduğu müddetçe namaz kılmalıdır. Çünkü namaz, ibâdetlerin en faziletlisi ve mü’minlerin mi’râcıdır. Eğer bu sırada kendisinde bir yorgunluk ve bıkkınlık hissederse namazı bırakır, biraz Kur’ân-ı kerîm okur. Çünkü sâdece okumak, insana daha hafif gelir. Bir müddet Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra bıkkınlık meydana gelirse, kalb ve dil ile Allahü teâlâyı zikr eder. Çünkü böyle yapmak biraz daha hafiftir. Biraz zikr ile meşgûl olduktan sonra, yine bıkkınlık hâsıl olursa, zikri bırakır. Bu sefer murâkabe ile meşgûl olur. Murâkabe, kalbin Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesidir. Kalbin bu şekilde bilmesi devamlı olursa çok kıymetlidir. Bu sırada yorgunluk meydana gelirse uyumalıdır. Çünkü bu anda uyumakta selâmet vardır. Yoksa nefste türlü vesveseler hâsıl olur. Öyle ki kalbi katılaştırır. Bu vesveseler uyumakla def edilir.
Niyeti düzeltmek: Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, niyetsiz hiçbir söz ve işi kabûl etmez.” Diğer bir hadîs-i şerîfde; “Niyeti olmayan kimsenin sevabı yoktur” buyuruldu.
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanlar kıyâmet gününde niyetlerine göre diriltilirler.
Amel olunan her iş şu dört şeye muhtaçtır: 1- İşe başlamadan önce onu bilmek, eğer bilinmezse o işin bozukluğu daha çok olur. 2- İşe başlarken niyet lâzımdır. Yoksa yapılan işe sevâb verilmez. 3- İşe başladıktan sonra sabır göstermek. Sabırsız iş devam etmez. 4- İhlâslı olmak. İhlâssız olan kimsenin ameli kabûl edilmez.
Hadîs-i kudsîde şöyle buyuruldu: “İhlâs, benim sırlarımdan bir sırdır. Onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.”
Cüneyd-i Bağdadî hazretleri şöyle buyurdu: “Ey tasavvuf yolunda bulunanlar! Eğer Allahü teâlâyı tanıdığınızı ve O’na ta’zimde bulunduğunuzu söylüyorsanız, yalnız bulunduğunuz zaman Allahü teâlâya karşı tavrınıza bakınız. Yemenizde, içmenizde, yatmanızda, kalkmanızda, konuşmanızda ve bütün işlerinizde vakitlerinizi Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği işlere sarfedebilirsiniz. Bunları, niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bu bakımdan yemek yerken, su içerken lezzet almak için değil de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiği enerji ile daha iyi ibâdet edebilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve bıkkınlığı giderip, ibâdeti daha zinde ve rahat bir şekilde yapabilmek niyetiyle uyumalıdır. Diğer bütün işleri ve edindiği mesleği helâl kazanmak niyetiyle yapmalıdır. Bütün yapılan bu işler, niyeti düzeltmek sûretiyle ibâdet olur. Bir insan hâlis niyetle yaptığı işler sebebiyle sevâba kavuşur. Bu sebeple kalb nûrlanır. Bu nûr, nefse sirayet eder. O kimse ma’nevî kirlerden temizlenir. Beşerî tabiatı, melek tabiatı gibi olur. Artık tabiatı, elinde olmadan tâatları, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden sakınır.”
İbn-i Abbâs’ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Din nasihattir.” “Kime?” diye sorulduğunda; “Allaha, Resûlüne, Kitabına, müslümanların reîslerine ve bütün müslümanlara” buyurdu.
Meşhûr şarih Hattâbî ve başkaları, bu hadîs-i şerîfi şöyle açıkladı:
Allahü teâlâya nasihat demek; O’na îmân etmek, O’na ortak koşmamak, O’nu kâmil sıfatlarla vasfedip, noksan sıfatlardan tenzih etmek, O’nun beğendiği işleri yapmak, yasaklardan sakınmak, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, Allahü teâlâya itaat edenleri sevmek. O’na âsi olanları sevmemek, O’nun ni’metlerini i’tirâf etmek, ni’metlerine şükretmek, bütün işlerde ihlâs üzere olmak, insanlara iyi muâmele etmek demektir. Bütün bunlar, kulun nefsine nasîhata âit husûslardır. Burada Allahü teâlâya nasîhattan murâd Hattâbî’nin açıkladığı bu ma’nâdadır.
Allahü teâlânın Kitabına nasihati: Hattâbî bunu şöyle açıkladı: Bunun ma’nâsı; onun Allahü teâlânın kitabı olduğuna, Allahü teâlâ tarafından indirildiğine, mahlûkun kelâmına benzemediğine, mahlûkâttan hiçbirinin onun bir benzerini asla getiremeyeceğine îmân etmek, ona ta’zim ve hürmette bulunmak, onu güzel okumak, okurken huşû’ üzere bulunmak ve harflerin hakkını vermek, içerisinde bildirilenleri tasdik etmek, emirlerine uymak, onda bildirilen hükümleri öğrenip yerine getirmeye çalışmak, onun nasîhatlarından istifâde etmek, muhkem âyet-i kerîmelerle amel etmek, müteşâbih âyet-i kerîmelere teslim olmaktır. Yine bütün bu husûslar, kulun kendi nefsine olan nasîhatlardır.”
Allahü teâlânın Resûlüne nasihat: Ya’nî O’nun, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna ve Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine îmân etmek, O’na itaat etmek ve yardımcı olmak, düşmanlarına düşman, dostlarına dost olmak, O’nun hakkını gözetmek, sünnet-i seniyyesini ihyâ etmek, her tarafa yaymak ve öğrenip anlatmak, sünnet-i seniyyeyi öğrenirken, okurken veya mütâlâa ederken edebli olmak, sünnet-i seniyye hakkında ilimsiz konuşmamak, sünnet-i seniyyeyi bilenlere hürmet etmek, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile ahlâklanmak, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ehl-i beytini, Eshâbını sevmek, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) sünnet-i seniyyesinden ayrılan bid’at ehlini ve Resûlullahın Eshâbından birisine düşmanlık eden, dil uzatanlardan sakınmak ve onlardan uzak durmaktır.
Müslüman devlet reîslerine nasihat: Onlara doğru yolda yardımcı olmak, itaat etmek, onları zaman zaman yumuşaklıkla uyarmak ve gaflette bulundukları husûsları hatırlatmak, müslümanların haklarını onlara bildirmek, onlara karşı gelmemek, müslümanları onlara itâata teşvik etmektir.
Bütün müslümanlara nasihat: Onları dünyâ ve âhırette fâidelerine olan şeylere da’vet etmek, onlara bu husûsta sözle ve fiille yardımcı olmak, onların ayıplarını örtmek, zararlarına olan şeyi onlardan gidermek, fâidelerine olan şeyleri ise onlar için te’min etmek, onlara iyi olan şeyleri emretmek, onları ayıplamamak, haset etmemek, kendimiz için istediğimizi onlar için de istemek, onlara yumuşaklıkla ve ihlâsla iyiliği emredip kötülükten menetmek, müslümanların mallarını ve nâmuslarını muhafaza etmektir.
Beş vakit namazın sırları: Mukâtil ( radıyallahü anh ) şöyle bildirdi: “Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Mekke-i mükerremede, sabah-akşam iki rek’at namaz kılardı. Mi’râc gecesi beş vakit namaz ile emrolundu.”
Ravdat-ül-ahbâr kitabında şöyle buyuruldu: “Beş vakit namazın mi’râc gecesi farz kılınması, mi’râc gecesinin en üstün vakit, ondaki hâlin en şerefli hâl, ondaki münâcaatın en kıymetli münâcaat olmasından dolayıdır. Namaz, îmândan sonra en faziletli tâattır. Allahü teâlâya ibâdet husûsunda en güzel hey’et ve duruştur.”
Namazın farz olmasındaki hikmet: Resûlullah ( aleyhisselâm ) mi’râc gecesi göklere ve Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldüğü zaman, zamanın bütün garîblik ve büyüklüğünü ve orada bulunan meleklerin yaptığı pekçok ibâdetleri görünce gıbta etti ve ümmetinin de böyle pekçok ibâdetlerinin olmasını arzu buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bütün meleklerin ibâdetlerini beş vakit namazda topladı. Çünkü semâdaki meleklerin bir kısmı ayakta, bir kısmı rüku’da, bir kısmı secdede bulunuyor, bir kısmı da hamd ediyordu. Allahü teâlâ, beş vakit namazı kıldıkları zaman, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, semâ ehlinin ibâdetlerinin sevâbını verdi.
Muhammed bin Hatîb eş-Şâmî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) şöyle buyurmaktadır: “Namaz, Allahü teâlânın rızâsına, meleklerin sevinmesine vesile olur. Namaz, peygamberlerin sünneti, ma’rifet nûru, îmânın aslıdır. Duânın ve amellerin kabûlüne vesile olur. Namaz; rızıkda bereket, düşmanlara karşı bir silâh, şeytanın sevmediği birşey, sahibi ile ölüm meleği arasında şefaatçi, sahibi için kabirde bir kandil, yanını koyması için bir yatak, Münker ve Nekir’e cevap, sahibine arkadaş ve sahibini kıyâmet gününe kadar ziyâretçidir. Kıyâmet günü olunca, namaz; sahibi için gölge, başına taç, bedenine elbise, önünde bir nûr, onunla ateş arasında bir perde, mü’minlere Rabbinin huzûrunda bir huccet, terazide ağırlık, sıratı geçmek için yardımcı, Cennet için anahtardır. Çünkü namaz; tesbih, Allahü teâlâyı noksan sıfatlardan tenzih, temcîd (Allahü teâlâya hamd ve sena), takdis, Kur’ân-ı kerîm okuma, duâ ve hamddir. En faziletli amel, vaktinde kılınan namazdır.”
Yine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kulun kıyâmet gününde ilk hesaba çekileceği şey namazdır. Eğer namazdan eksiği olmazsa, hesabı kolay olur.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Bir yerde namaz kılındığı veya orada Allahü teâlâ zikr edildiği zaman o yer yedi kat yerin altına kadar sevinir. Çevresindeki yerlere karşı iftihar eder. Bir kimse nalınlarını namaz kılmak için bir yere koysa, o yer ona merhaba der.” Bu hadîs-i şerîfi Ebü’l-Leys, “Tenbîh-ül-gâfilîn” adlı eserinde de zikretti.
Çocuğa Kur’ân-ı kerîm öğretmenin fazileti: Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim çocuğa Kur’ân-ı kerîm öğretirse, Allahü teâlâ ona nûrdan bir gerdanlık takar. Öncekiler ve sonrakiler buna hayran kalırlar.”
Yine başka bir hadîs-i şerîfde: “Bir kimse Kur’ân-ı kerîm okur ve onunla amel ederse, Allahü teâlâ o kimsenin babasına kıyâmet gününde öyle bir tâc giydirir ki, onun ziyası dünyâdaki güneşin ziyasından daha güzeldir.”
Âlimler buyurdu ki: “Evlâdın ana-babası üzerinde üç hakkı vardır. Bunlar: 1- Doğunca ona güzel bir isim koymak, 2- Ona Kur’ân-ı kerîm, edeb ve ilim öğretmek, 3- Onu sünnet ettirmektir.”
Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Çok müslüman evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslümanlığı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler, Cehenneme gideceklerdir”.
Huzeyfe bin Yemân ve Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu. “Allahü teâlâ, sabilerinden birisinin mektebde; Elhamdü-lillahi Rabbil-âlemîn demesi sebebiyle, azâbı hak etmiş olan bir kavimden kırk sene azâbı kaldırır.”
İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ), Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) şöyle rivâyet etti: “İçinde Kur’ân-ı kerîmden birşey bulunmıyan kimse, harâb olmuş bir ev gibidir.”
Kur’ân-ı kerîm okumaya devam etmek: Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Ben, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile beraber bir seferde bulunuyordum. Bu sırada; “Yâ Resûlallah! Bize fâideleneceğimiz birşey anlatın” dedim. O zaman Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Eğer sa’îdler gibi yaşamayı, şehîdler gibi ölmeyi, haşr gününde kurtulanlardan olmayı, kıyâmet gününün dehşetli sıcağından arşın gölgesinde gölgelenmeyi, dalâletten kurtulup hidâyet üzere olmayı istiyorsanız, Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediniz. Çünkü Kur’ân-ı kerîm; Rahmânın kelâmı, şeytana karşı sağlam bir kal’a, mizanda sevâbın ağır gelmesine vesiledir.”
Muâviye’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Üç şey vardır ki, onlar dünyâda garîbdir. 1- Zâlimin öğrendiği Kur’ân-ı kerîm, 2- Kötü bir topluluk arasında bulunan sâlih kimse, 3- Kendisinin okunmadığı evde bulunan Kur’ân-ı kerîm.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lam cild-6, sh. 108
2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 266
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 384
4) Mu’cem-ül-matbûat sh. 784
5) Brockelmann Gal-2, sh. 490
6) Osmanlı Müellifleri, cild-1, sh. 65
NÂZİLLİLİ MUHAMMED EFENDİ