KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin Abdullah)

Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdullah eş-Şiblî’dir. Sâbikî, Dımeşkî ve Trablûsî nisbetleriyle de tanınırdı. Künyesi Ebü’l-Bekâ’ olup, Kâdı Bedrüddîn Şiblî lakabı ile meşhûr oldu. Babasının lakabı da Takıyyüddîn olup, Dımeşk’da Şebliyye’de kayyımlık yapardı. 712 (m. 1312) senesinde orada doğdu. Daha küçük yaşta iken ilim öğrenmeye başladı. Babası onu, Ebû Bekr bin Ahmed bin Abdüddâim, Îsâ el-Mut’im ve daha başka âlimlerin derslerine götürüp, onları dinletti. Kendisi, 730 (m. 1329) senesinden sonra çok yeri dolaşıp, ilim tahsil etti. Kâhire’ye gidip; Ebû Hayyân, İbn-i Fadlullah ve daha başka âlimlerden ilim aldı. İlk önceki hocalarından öğrendiği ilimleri “Mesâil-ül-vesâil” adındaki eserinde, cinler hakkındaki hükümleri de, “Âkâm-ül-mercân fî ahkâm-il-cân” adındaki eserinde topladı. “Âdâb-ül-hamâm” adındaki kitabı da çok kıymetlidir. Kitaplarının herbirinde, çok kıymetli, faydalı bilgiler vardır. 755 (m. 1354) senesinde Trablus’un Hanefî kadılığına ta’yin edildi. Trablus kadısı Şemseddîn İbni Nümeyr, Bedrüddîn Şiblî Kâhire’de iken, hırsızlar tarafından şehîd edilmişti. Kâdı Şemseddîn’in, şehîd edildiği haberi buna ulaşınca Trablus’a geldi. Vak’ayı öğrenince Dımeşk’a gitti. Bir müddet sonra Trablus’a geri döndü. Vefâtına kadar orada kalıp, kadılık vazîfesini yürüttü. 769 (m. 1367) senesi Safer ayında, kadılık yaparken vefât etti.

Zehebî diyor ki: “Fıkıh ve hadîs âlimi olan Ebü’l-Bekâ’ Muhammed Şiblî, ilim taliblerinin en şereflilerinden ve gençlerin en üstünlerinden idi.

Çok hadîs-i şerîf dinledi. Rivâyetleriyle meşhûr oldu. Büyük hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf okudu. Benden de hadîs-i şerîf yazdı.”

İbn-i Hâcib diyor ki: “O, verdiği hükümlerde çok sağlamdı. Her işinde sünnete uygun hareket ederdi. Zaman zaman silâhını kuşanıp harblere katılırdı. Sohbetleri çok faydalıydı. Manzûm ve nesir olarak yazdığı eserleri vardır. Çok hadîs-i şerîf dinledi. Çok faydalı oldu. Kıymetli eserler yazdı.” Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri, “Âkâm-ül-mercân” adındaki eserinde, Allahü teâlânın ibâdet etmeleri için yarattığı kullarından olan cinler hakkında geniş bilgi vermektedir. Kitap, 140 bâbdan ibârettir. Bu eserinden ba’zı bölümler:

Cinlerin varlığı: [Cin ya’nî peri, ateşin alev kısmından yaratılmış olup, her şekle girebilirler. Cin denilen mahlûklar, gözümüzden örtülü olduğu için cin denilmiştir. Arabcada “Cim” ve “Nun” harflerinden meydana gelen kelimeler, “Örtülü” demektir. Cin kelimesi, Cinnî isminin çoğuludur. Peri, Farsçada cin demektir. Mahlûklar, görülen ve görülmeyen diye iki kısımdır. Ayrıca, mekansız, madde olmayan varlıklar da vardır. İmâm-ı Mâverdî diyor ki: “Cin, dört ana maddeden yapılmıştır. Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş. Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan cinnîlerin mü’minleri, fâsıkları (günah işleyenleri) vardır.” Cinnîler, havadan ve nârdan, ya’nî ateşten meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görülmez, İçindeki katı zerreler, sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Bunun için, cin de görünmez. Alev iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen), ikincisi nûrânî (bu da görünmez). Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır, insanlar, toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek, onlara mahsûs latif, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. Melekler ise, nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdirler, kıymetlidirler. Cin, hakîrdir, kıymetsizdir. Melekde, nûr (ışık) kısmı, cinde ise, alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten efdâldir, daha üstündür. Meleklerin cinnîlere yakınlığı, insanın hayvanlara yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, melekten kıymetli, cin de, hayvandan kıymetlidir.)

Cinnin varlığına inanmayan dinden ayrılmış olur. İmâm-ül-Haremeyn, “Şâmil” adındaki eserinde diyor ki “Şunu iyi biliniz ki, eski felsefecilerden bir kısmı, Kaderiyye (ya’nî Mu’tezile) fırkasının çoğu ve zındıklar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin, zekî, dahî insan demektir. Şeytanlar da, kötü kimseler demektir, dediler. Bunların inkârları, cinlere önem vermeyişlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Hâlbuki, onları isbât etmek konusunda aklî bir imkânsızlık yoktur. Kaderiyye fırkasının inanmaması, şaşılacak şeydir. Çünkü bunlar, Kur’ân-ı kerîme uyduklarını söylüyor. Demek ki, bu kadar uymaktadırlar. Hâlbuki cinnin var olması, akla uymayan birşey değildir. Ya’nî aklın red edeceği birşey değildir. Çünkü Allahü teâlânın kudretinin yapamıyacağı birşey değildir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen şeylere, kelimenin açık ve meşhûr ma’nâlarını vermek lâzımdır. Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve Sünnet (hadîs-i şerîfler), cinnin var olduğunu açıkça haber vermektedir ve bunu isbât etmektedir. [Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i A’râbî (kuddise sirruh), cinnin var olduğunu şu âyet-i kerîmeler ile gösteriyor 1- Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itaat, ibâdet etmeleri için yarattım.” buyuruluyor. 2- Errahmân sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, cinnin Cennete gireceği bildiriliyor. 3- Errahmân sûresinin otuzbirinci âyetinde (Sekalân) buyuruluyor ki, (Ey insanlar ve cinnîler!) demektir. Resül-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn (ya’nî, insanların ve cinnin Peygamberi, müftîsî, velîsi) gibi isimler de, cinnin varlığını göstermektedir.]

Eshâb-ı Kirâm ve Tabiîn, kendi zamanlarında şeytan ve cinnîlerin varlıklarını kabûl ettikten, onların şerrinden Allahü teâlâya sığındıkları sabit olduktan sonra, bizim ayrı ayrı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile bunları isbâta kalkışmamız tekellüf, zorlama olur. [Kitâblı kâfirlerin hepsi, ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler ve Yunan filezoflarının çoğu ve tasavvuf büyükleri, cinnin varolduğuna inanıyor. Süleymân aleyhisselâmın vak’ası da, cinnin varlığını göstermektedir.] öyleyse, dînine sımsıkı sarılan akıllı bir kimse, aklın kabûl ettiği, Dîn-i İslâmın varlığını haber verdiği bir şeyi inkâr etmemesi lâzımdır. Kaderiyyenin, inkâr yoluna sapmaları, cin ve şeytanları, gözle göremedikleri, elle tutamadıkları içindir. Şayet onlar mevcût olsalardı, kendilerini bize gösterirlerdi, diyorlar. Onların bu menfi (olumsuz) tutumları, insanların koruyucusu olan Allahın meleklerini inkâra dahî sürükleyebilir. İbn-i Ukayl diyor ki: “Cin; Cinnet, Cinân, Cennet ve Cenîn gibi Cim ve Nun harflerinden meydana gelen kelimeler “Örtülü” demektir. Cennet denilen yer, meyvalar, çiçekler, kokular ile örtülü olduğundan bu isim verilmiştir. Ana karnında bulunan cenin de, böyle gözle görülmediği için, bu isim verilmiştir. Delîlere mecnun denilmesi de, aklının örtülü olduğu içindir. Harplerde kullanılan koruyucu bir âlete “Cünne” denilmesi, savaşanı düşman saldırısına karşı gizleyip korumasından ileri gelmiştir. Cin denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu için, cin denilmiştir.”

Âsi şeytanlar, cinlerdendir ve İblîs’in çocuklarıdır. “merede” ise, şeytanların en azgınları ve İblîs’in yardımcılarıdır. İblîs’in emirlerini yerine getirip, durmadan insanları aldatıp, doğru yoldan ayırmaya çalışırlar. Kötülük yapmakta son derece azgın olan her varlığa “Şeytan” ismi verilmiştir. İlk şeytan, İblîs’tir.

İmâm-ı Şiblî, yine aynı kitapta, cinlerin şerlerinden korunmakla ilgili olarak buyuruyor ki:

Ebü’l-Evsed anlattı: Mu’âz bin Cebel’den ( radıyallahü anh ), cinnîyi nasıl yakaladığı hakkında bilgi almak istedim. Buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), alınan zekât mallarını muhafaza etmek için bana vazîfe vermişti. Meyveleri bir odaya koydum. Fakat hergün noksanlaşıyordu. Eksildiğini görünce, durumu Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) bildirdim. “Onu şeytan alıyor” buyurdu. Bunun üzerine odaya girip kapıyı arkadan kilitledim. Biraz sonra büyük bir karanlık ortalığı kapladı. Hemen kapının arkasına dayandım. Birşey, kapının aralığından geçebilecek bir şekil aldı ve içeri girip meyveden yemeye başladı. Üzerine yürüyüp sıkıca yakaladım ve; “Ey Allahü teâlânın düşmanı!” diye bağırdım. O da; “Beni bırakınız zira ben çoluk çocuklu fakir bin cinniyim. Nusaybin’denim. Dostunuz (Muhammed aleyhisselâm) gönderilmeden önce bu köy bizimdi. Sonra da dostunuz gönderilince, O bizi buradan çıkardı. Ne olur beni bırak ki, bir daha buraya gelmiyeyim” deyince, ona acıdım ve salıverdim. Cebrâil (aleyhisselâm), Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna gelerek durumu bildirmiş. Peygamber efendimiz de bana; “Esirini ne yaptın?” diye sordular. Ben de durumu anlattım. Bunun üzerine; “O tekrar gelecektir” buyurdu. Ben tekrar meyvelerin bulunduğu odaya gittim. Kapıyı kapatıp beklemeğe başladım. Biraz sonra o yine kapının aralığından girip meyvaları yemeye başladı. Ben, tekrar üzerine atıldım ve sımsıkı tutup bağladım. Yine; “Beni bırak, bir daha gelmiyeceğim” diye yalvarıp yakarmağa başladı. Ben de; “Bir daha gelmeyeceğine daha önce de söz vermiştin. Sözünde durmayıp yine geldin?” dedim. Bunun üzerine; “Bir daha gelmiyeceğim. Şunu da belirteyim ki, sizden biriniz Bekâra sûresinin son âyet-i kerîmelerini okursa, bizden, hiç kimse, onun evine giremez” dedi.”

Ubeyy bin Ka’b ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Bir hurma harmanım vardı. Birgün hurmaların azaldığım gördüm ve harmanı beklemeğe karar verdim. Biraz sonra parlak yüzlü bir delikanlı çıkageldi. Selâm verdim, cevâbını verdi. Sonra ona; “Sen insan mısın, cin misin?” diye sordum. O da; “Cinlerdenim” dedi. Ben de; “Elini bana uzat da göreyim” dedim. Uzattı. Elleri köpeklerin ön ayaklarına, saçları da köpek saçına benziyordu. Bana dedi ki: “Cinlerin içinde benden daha şedidi yoktur.” Ona; “Buraya niçin geldin?” diye sorduğumda; “Senin hayırsever bir kimse olduğunu öğrendim. Bunun için yiyeceklerinden nasiplenmek istedim” dedi. Tekrar; “Peki, sizin şerlerinizden, kötülüklerinizden nasıl kurtulabiliriz?” diye sordum. Cevâbında; “Âyet-el-kürsî’yi her kim sabah okursa akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar şerrimizden kurtulur” dedi. Sabahleyin hemen Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûr-i şerîflerine koştum. Durumu anlatınca; “Habis, doğru söylemiştir” buyurdu.

Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) zekâtları korumak için beni ta’yin etmişlerdi. Bir kimse yanıma gelerek yiyecek maddelerini toplamaya başladı. Hemen yakaladım, ve; “Seni doğruca Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna götüreceğim” dedim. Bana; “Sana birşey öğreteyim de beni bırak” dedi, “Ne öğreteceksin?” diye sordum. “Yatağına girdiğin zaman “Âyet-el-kürsî”yi okursan, Allahü teâlâ sana bir koruyucu gönderir ve sabaha kadar şeytanı sana yaklaştırmaz” dedi. Sabahleyin, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna gittiğimde bana; “Gece yakaladığın esîri ne yaptın?” diye sordular. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bana birşey öğretti ve cenâb-ı Hakkın o şey sayesinde beni koruyacağını iddia etti” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana; “O yalancıdır, ama sana doğruyu söylemiş” buyurdu.

Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: Bir gece evin bahçesine çıkmıştım. Bir ses duyarak, o tarafa doğru; “Kimsiniz, ne arıyorsunuz?” diye seslendim. Cevap olarak; “Cinlerden bir kimseyim. Bize kıtlık isâbet etti. Eğer helâl ederseniz, meyvelerinizden yemek istiyorum” dedi. İzin verdim, ikinci gece yine bahçeye çıkmıştım ki, aynı sesi duydum. “Ne arıyorsunuz?” diye sorduğumda; “Bize kıtlık isâbet etti. Müsâade ederseniz meyvelerinizden yemek istiyorum” deyince, ona; “Bizi sizden ne kurtarır?” dedim. Cevap olarak; “Ayet-el-kürsî” dedi.

Ebü’l-Münzir ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Hacca gidiyorduk. Büyük bir dağın eteğinde konakladık. Fakat, “Burası cinlerin toplandığı yerdir dediler. Biraz sonra, oradaki sudan ihtiyâr bir adam çıktı. Ona; “Bu dağ hakkında ba’zı şeyler anlatılıyor. Bu anlatılanlardan şahit olduğun bir hâdise var mı?” diye sordum. O kimse; “Birgün ok ve yayımı alıp dağa çıkmıştım. Dibinde pınar bulunan bir ağacın altına oturmuştum. Biraz sonra dağdan sürü hâlinde keçiler gelip pınardan su içtiler ve oraya yattılar. Aklıma, bunlardan birini vurup pişirmek geldi. Hemen yayıma ok yerleştirip birine nişan aldım. Hayvan kalbinden yaralandı, fakat şiddetle bağırdı. Bu ses üzerine, dağın her tarafından atına binmiş vaziyette pekçok kimseler peyda oldu. Herbirinin ellerinde kılıçları vardı. Etrâfımı sardılar, içlerinden biri, diğerine; “Haydi, çek kılıcını da bunu öldür!” dedi. Diğeri ise; “Olmaz, bunu yapamam!” deyince, öteki; “Niçin?” diye sordu. Diğeri; “Çünkü o, bu dağa geldiği zaman Ayet-el-kürsî okuyarak kendisini garanti altına aldı” dedi.”

Cinden, geçmiş olmuş şeyleri sorup öğrenmek caizdir. Gelecekte olacak şeyleri sormak caiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler. Sar’a hastasını ve başka cin çarpanları cinden kurtarmak için küfre sebep olan şeyleri yapmak caiz değildir. Cinden kurtulmak için en iyi on çâre, kısaca şöyledir:

1- E’ûzü Besmele ile Fâtiha sûresi okumalıdır. 2- E’ûzü Besmele ile iki Kule’ûzüyü okumalıdır. 3- E’ûzü Besmele ile Bekâra sûresini okumalıdır. 4-E’ûzü Besmele ile Âyet-el-kürsî okumalıdır. 5- E’ûzü Besmele ile Bekâra sûresinin son âyetini okumalıdır. 6- E’ûzü Besmele ile Hâ-Mîm Mü’mîn sûresinin başından (masîr) Ekadar ve Ayet-el-kürsî okumalıdır. 7- (La ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh, lehül-mülkû ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir) okumalıdır. 8- Çok (Allah), demelidir. 9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir. 10- Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır. [(Berekât) kitabında, Muhammed Sa’îd’i anlatırken, İmâm-ı Rabbânî’nin cinden korunmak için, “La havle velâ kuvvete illâ billah-il-aliyyil’azîm” okuduğunu yazıyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yüzyetmişdördüncü mektûbunda, cini def için bunu okumağı tavsiye etmektedir. Buna “Kelime-i temcîd” denir.]

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 219

2) Ed-Dürer-ül-kâmine cild-3, sh. 487

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 164

4) El-A’lâm cild-6, sh. 234

5) Keşf-üz-zünûn sh. 141, 1609, 1632

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 668, 989


KÂDI BEDRÜDDÎN ŞİBLÎ (Muhammed bin Abdullah)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 08.ASIR ÂLİMLERİ