BİRGİVÎ

Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Ali Birgivî’dir. Lakabı Zeynüddîn’dir 928 (m. 1521) senesinde Balıkesir’de doğdu. 981 (m. 1573)’de Birgi’de vefât etti. Türbesi, Aydın’ın Birgi kasabasında bir tepe üzerindedir. İlimdeki yüksek derecesinden dolayı İmâm-ı Birgivî ismiyle meşhûr olup, Türk âlimlerinin baş tacıdır. Hanefî mezhebinden olup, asrının en meşhûr âlimlerinden idi.

İmâm-ı Birgivî’nin babası âlim bir zât olup, müderris idi. Önce babasından ilim öğrendi. Babasının derslerinde yetişip, akranlarını geçti. Sonra yüksek ilimleri öğrenmek üzere İstanbul’a gitti, İstanbul’da bulunan meşhûr Semâniyye Medresesi müderrislerinden Ahî-zâde Mehmed Efendi’den, sonra da Kadıasker Abdürrahmân Efendi’den ders aldı. Büyük bir şevk ve gayretle ilim öğrenip, Semâniyye Medresesi’nden me’zûn oldu. Parlak bir başarı ile icâzet imtihanını vererek, müderrislik rütbesini kazandı. Bundan sonra bir müddet İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazîfesi sırasında Bayrâmiyye tarikatının şeyhlerinden olan Abdürrahmân Karamânî’ye talebe olup, onun sohbetlerinde tasavvufda da yetişti. Daha sonra hocalarından Abdürrahmân Efendi’nin vasıtasıyla Edirne’de Kassâm-ı askerî (Mîrâs taksîm eden kadılık) vazîfesi yaptı. Bir müddet sonra bu işten de ayrıldı. Bundan sonra dünyâ işlerini tamamen bırakmak istemişse de, tasavvufda hocası Abdürrahmân Karamânî’nin ısrârı üzerine ders ve va’z vermeye devam etti. İkinci Selim Hân’ın hocası Atâullah Efendi, Birgivî’nin ilimdeki kudretini takdîr ederek, Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine onu ta’yin etti. Bundan sonra orada, talebe yetiştirmek, va’z vermek ve kitap yazmakla ömrünü geçirip, büyük hizmetler yaptı. Orada yaşamış olduğu için “Birgivî” adıyla meşhûr oldu.

Haramlardan sakınmanın önemini ve dünyânın fâniliğini çok iyi anladığından, dînin emirlerini asla ta’viz vermeden açıklardı. Zamanın âlimleriyle, yazılı ve sözlü pekçok münâzaralara girerdi. Hak bildiğini, ilmî delîlleri ile söylemekten hiç çekinmezdi. Birgi’den İstanbul’a gelerek, Sadr-ı a’zam Mehmed Paşa’ya nasihatte bulunmuştur.

İmâm-ı Birgivî hazretleri, kıymetli eserler yazmış olup, en meşhûr eserleri şunlardır: 1-Tarîkat-ı Muhammediyye: Arabca, kıymetli bir eser olup, Ehl-i sünnet âlimleri arasında büyük bir i’tibâr görmüştür. Birçok âlim tarafından şerhedilmiştir. En meşhûr şerhleri; Abdülganî Nablûsî’nin yaptığı “Hadîkat-ün-nediyye fî tarîkat-il-Muhammediyye” ve Hâdimi’nin yaptığı “El-Berîka şerh-ut-tarîka”dır. Bu şerhlerden ba’zı kısımlar, İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye kitabı, Süleymân Fadl Efendi tarafından “Miftâh-ül-felâh” adıyla ihtisar edilmiş, kısaltılmıştır. Bu muhtasar da İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir. Tarikat-ı Muhammediyye üzerine “İdrâk-ül-hakâyık fî tahrîci ehâdîs-i tarika” adlı bir eser daha yazılmıştır. Bu eseri de, 1050 (m. 1640) senesinde Mehmed Ağa Câmii İmâmı Ali bin Hasen yazmıştır. Tarikat-ı Muhammediyye’de bulunan hadîs-i şerîflerin tahkîki ve kaynaklarının tesbitiyle ilgilidir. Tarikat-ı Muhammediyye, ayrıca Osmanlıcaya da tercüme edilmiştir. 2-Vasıyetnâme, “Birgivî Vasıyyetnamesi” adıyla meşhûr olmuştur. Asırlardan beri okuna gelmiş, çok çok kıymetli ve fâideli bir eserdir. Bu eseri, Konyalı Şeyh Ali Efendi tarafından şerh edilmiş ve bu şerhe de, Osmanpazarı müftîsi İsmâil Niyâzî Efendi tarafından bir şerh yazılmıştır. Bilhassa Kâdı-zâde Ahmed Efendi’nin bu esere yazdığı şerh meşhûr olup, defalarca basılmıştır. Birgivî’nin bu meşhûr eseri, Toktamışoğlu tarafından manzûm olarak Çağatay Türkcesine de çevrilmiştir. 3-Zuhr-ül-müteehhilîn: Bu eseri, kadınların hayz hâllerini bildiren bir kitap olup, çok kıymetlidir. Hanefî mezhebinde meşhûr âlim İbn-i Âbidîn, bu eseri “Menhel-ül-vâridîn” adıyla şerhetmiştir. Bu şerh, İhlâs Vakfı tarafından bastırılmıştır. 4-Ravdât-ül-cennât fî usûl-il-i’tikâd, 5-Risâletün fî beyânı rusûm-il-mesâhif-il-Osmâniyye, 6: Şerhu hadîs-ül-erbe’în, 7- Etfâl-ül-müslimîn, 8-Ziyâret-ül-kubûr, 9-Nûr-ül-ahyâ, 10-Cilâ-ül-kulûb, 11-Muaddil-üs-salât, 12-Îkâz-ün-nâimîn, 13-Dürr-ül-yetîm fî ilm-it-tecvîd, 14-Hâşiye-i Hidâye, 15-lmtihân-ül-ezkiyâ, 16-Risâletün fî usûl-ü-hadîs, 17-Ta’lîkât ales-Sadr-iş-şeri’a, 18-Risâletün minel âdâb, 19-Ulûmu âliyye’den bahseden manzûm bir risale, 20-Risâletün fî hurmet-it-tegannî ve vucûbi isti’mâ-il-hutab, 21-Sihâh-ı acemiyye (Farsçadır), 22-Tefsîru sûret-il-Bekâra- Bekâra sûresinin yarısına kadar yaptığı tefsîrdir, 23-İnkâz-ül-hâlikîn, 24-Şerhu lübâb-ül-elbâb fî ilm-il-i’râb lil-Beydâvî, 25-Dâfiat-ül-mübtediîn ve kâşfetü butlân-ül-mülhidîn, 26-Avâmil: Nahiv ilmiyle ilgili çok meşhur bir eseridir. Bu eser üzerine çok şerh yazılmıştır. Bu eser üzerine şerh yazan zâtlar, Gümüşhâneli Ebû Bekr bin Ya’kûb, Manisalı Halîl Nâimî, Filorinalı Mustafa Efendi, Abdüllatîf Harpûti, Kuşadalı Ahmed Efendi ve Şeyh Mustafa İbrâhim. 27-İzhâr: Bu eseri de nahiv ilminde meşhûr bir kitaptır. Asırlardan beri Arabca öğrenen talebelere okutulmuştur. Şerhleri ve tercümeleri vardır. Şerhleri şunlardır: Keşf-ül-esrâr, taleberinden Muslihuddîn tarafından yapılmıştır. Netâyic-ül-efkâr, Kuşadalı Mustafa bin Hamza tarafından yazılmış bir şerhdir. Feth-ül-esrâr, Ref’ul-estâr, Osmanpazarlı Niyâzî Efendi tarafından yazılmıştır. Miftâh-ül-merâm, Mehmed Feyzi Efendi tarafından yazılmış bir başka şerhidir. Hall-i esrâr-il-ahbâr alâ i’râb-il-izhâr, Zeyni-zâde tarafından yazılmış olup, “İzhâr mu’ribi” adıyla bilinir. Süleymân Feyzi Efendi, Bursalı Kasap-zâde İbrâhim Efendi ve Abdullah Eyyûbî tarafından da izhâr üzerine şerh (açıklama) yazılmıştır, izhâr kitabı, ayrıca Sâlihli Müftîsi Mehmed Lütfî Efendi ve Konya müderrislerinden Ali Şühûdî Efendi tarafından Osmanlıcaya tercüme edilmiştir. 28-Emsile-i fadliye: Sarf ilmine dâir olup, oğlu Fazlullah Efendiye izafeten bu adı vermiştir. Bu eserine kendisi ayrıca bir de şerh yazmıştır. 29-Kifâyet-ül-mübtedî fis-sarf; Ermenekli Süleymân Sırrı Efendi bu esere bir şerh yazmıştır.

İmâm-ı Birgivî’nin “Vasıyyetname” adlı eserinden bir bölüm şöyledir:

“Kardeşlerime, evlâdıma ve âhıret yolcularına vasıyyetimdir ki, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kazaya kalmış namazlarınızı kılınız, kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvâsıyla amel ediniz. Herkesin fetvâsıyla amel etmemelidir. Tegannî dinlememelidir. Allahü teâlânın ismi anıldığı zaman (Teâlâ ve Tebâreke) veya (Azze ve Celle), (Sübhânallah) (Cellecelâlüh) diyerek ta’zim ediniz. Resûlullahın ve diğer Peygamberlerin isimleri anıldığı zaman salevât getirmelidir. Yazarken de bunları açık yazmalıdır. Diğer âlimler ve meşâyıh anıldığı zaman, (rahmetullahi aleyh) demelidir. Hocasına da hürmet göstermelidir. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümemelidir. Ondan önce söze başlamamalı ve yanında çok konuşmamalıdır. Hizmetini severek yapmalıdır. Her yerde hocanın rızâsını gözetmelidir. İ’tirâz etmemeli, dövse veya bağırsa nasihat bilmeli, incinmemelidir. Hocasının yakınlarına da hürmet göstermelidir. Akrabayı ziyâret etmeli, sıla-i rahmi (akraba ziyâretini) terketmemelidir. Anne ve babanın da haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamak ve kızgın bakmamalı, günah olmayan emirlerini yapmakdır. Dövmesine ve bağırmasına sabretmelidir. Karşılık vermemelidir. Komşuların haklarını da gözetmeli, kokulu bir yemek pişirince, bir miktarını komşulara vermelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyâcını görmeli ve zarara uğrarlarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir. Diğer din kardeşlerini de sevmelidir. Kusurlarını mümkün mertebe affetmelidir. Müdâhene etmemeli, dünyalık ele geçirmek için dîni vermemeli. Gerekirse müdârâ etmeli, dîni ve dünyâyı korumak için dünyâlık vermelidir. Müdârâ zararı gidermek için olur. Çok gülmekten, fâidesiz konuşmaktan sakınmakdır. Alışverişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devam etmelidir. Bid’atlerden sakınmalı. Misvak kullanmaya devam etmeli. Duâya, Allahü teâlâya hamd ve sena ile ve Resûlüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Duâ ederken bütün mü’minlere duâ etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de duâlarında anmakdır. Yalvararak ve gizli duâ etmelidir. Yalnız iken Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli. Acizliğini ve günahlarını düşünerek ağlamalıdır. Allahü teâlâdan istikâmet af, afiyet, rızâsını ve muvaffakıyyet istemelidir. Îmânın gitmesinden korkup, dâima hüsn-i hâtime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm ni’metine her zaman şükretmelidir. Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan din bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır. Çocukları yedi yaşında namaza başlatmalı, on yaşına girdiklerinde namaz kılmazlarsa döverek kıldırmakdır. Dâima istiğfar etmelidir.

İmâm-ı Birgivî’nin son nefes ve ölüme dâir vasıyyeti de şöyledir: Din kardeşlerime vasıyyetim odur ki, hastalığım artınca, ziyâretime geldiklerinde İhlâs sûresini okumayı bana telkin edip hatırlatsınlar. Allahü teâlânın rahmetini, recâya, ümîd etmeye dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hatırlatsınlar. Kelime-i şehâdeti söylemeyi telkin etsinler. Yanımda; “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah, eşhedü enlâ ilahe illallahü vahdehü lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü” desinler. Söyle diye zorlamasınlar. Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra başka birşey konuşursam, yeniden telkin etsinler. Söylemezsem o da yetişir. Tövbe etmeyi hatırlatsınlar. Ölünce başımı kazımayı, koltuk ve kasık kıllarımı yolmayı, bıyık kırkmayı, sakalım traş olmamışsa traş etmeyi, tırnak kesmeyi yapmasınlar. Çünkü burçlar öldükten sonra yapılmaz. Mümkün ise gusl ettirsinler. Buna imkân yoksa, abdest aldırsınlar. Buna da imkân yoksa, teyemmüm ettirsinler. Kıbleye döndürüp sağ tarafıma yatırsınlar. Yâsîn sûresini okusunlar, ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip, feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâmet ve şeytanın şerrinden kurtulmamı dilesinler. Rûhum kabzolunca gözlerimi kapayıp, çenemi bağlasınlar. Bir kaba buhur koyup, üç-beş veya yedi kerre etrâfımda döndürsünler.

Namaz iskâtı: İmâm-ı Muhammed’in ictihâdı ile yapılan namaz iskâtı husûsunda da İmâm-ı Birgivî’nin vasıyyeti vardır.

(“Nûr-ül-İzâh”da ve bunun “Tahtâvî” haşiyesinde ve “Halebî” ile “Dürr-ül-muhtâr”da, namazların kazası sonunda, “Mültekâ”da ve “Dürr-ül-müntekâ”da ve “Vikâye’de, “Dürer”de ve “Cevhere”de ve başka kıymetli kitaplarda, orucun sonunda, vasıyyet eden meyyit için iskât ve devr yapmak lâzım olduğu yazılıdır. Meselâ, “Tahtâvî” haşiyesinde diyor ki: “Tutulmamış oruçların fidye vererek iskât edilmesi için nass vardır. Namaz oruçtan daha mühim olduğundan, şer’î bir özür ile kılınmamış ve kaza etmek istediği hâlde, ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin, kaza edemediği namazlar için de, oruçta yaptığı gibi iskât yapılması husûsunda bütün âlimlerin söz birliği vardır. Namazın iskâtı olmaz diyen kimse câhildir. Çünkü, mezheblerin sözbirliğine karşı gelmektir. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse, başkası yerine oruç tutamaz ve namaz kılamaz. Fakat, onun orucu ve namazı için fakiri doyurur” buyuruldu.)

İmâm-ı Birgivî’nin namaz iskâtı için bildirdiği vasıyyet şöyledir: “Yakın velîm olan, helâl kazançlı bir kimseden üçyüz akçe borç alsın. Tama’kâr olmayan iki fakir kimse bulsunlar. Beni sevenlerden olması daha iyi olur. Bunları yalnız biryere götürsünler. Üçünden başka orada kimse olmasın. O üçyüz akçeyi (gümüş veya altını) hesap edip kaç günlük namaza karşılık olursa, Muhammed bin Pîr Ali’nin o kadar namazı iskâtı için sana şunu verdim desin. O da elinç alıp, kabûl ettim desin. Gümüşü veya altını alana, aldığı paranın şer’an kendi mülkü olduğunu bildirsinler. O fakir diğerine, Muhammed bin Pîr Ali’nin namaz iskâtı için şunu sana verdim desin. O da eline alıp, kabûl ettim desin. Kendi malı olduğunu bilsin. Lütfedip o da yanındakine, yukarıda bildirdiğimiz şekilde versin. Böylece devredip tamamlasınlar. Doğum târihim hicrî dokuzyüzyirmidokuz Cemâzil-evvel’inin onuncu günüdür. Ölüm târihi ne zaman olursa, oniki yılını düşsünler. Ne kadar sene kalırsa, onun için devr etsinler. Vitr namazını bile hesap etsinler. Bir vakit namaz için beşyüzyirmi dirhem buğday hesâb etsinler. Namaz iskâtının devri tamâm olunca, birkaç devir de, verilmemiş zekâtlar için ve sadaka-ı fıtr için, birkaç devir de, kalmış kurbanlar ve adaklar için ve kul hakları için yapsınlar. Bundan sonra, gümüş veya altınlar hangi fakirde kalırsa, kendi güzel arzusu ile velî olan akrabama veya vasıyy-i muhtârıma, ta’yin ettiğim vasime hediye etsin. O da eline alıp, kabûl ettim desin. Sonra velî olan akrabam, yüz akçesini ayırıp, ellişer akçe olmak üzere bu iki fakire versin. Sevâbını bu fakire (bana) bağışlasın.

Bundan sonra iki kimse bulup, müslüman mezarlığında, sâlih bir kimsenin kabri yanında kabrimi kazdırsınlar. Kazmak için, asıl maldan yirmibeşer akçe versinler. Derinliği bir adam boyu, eni yarısı kadar olsun. Kabri kazıp tamamladıktan sonra, kıble tarafını kazsınlar. Bedenim sığacak kadar geniş ve derince olsun. Sonra kefen işine baksınlar. Orta bezden olup, isrâf etmesinler. Kefeni asıl maldan yapsınlar. Bundan sonra yıkamak üzere, yıkama tahtasına koysunlar. Etrâfımda buhur gezdirsinler. Bir sâlih kimse yıkasın. Sâlih biri de su döksün. Yanlarında başka kimse olmasın. Sünnet üzere yıkasınlar. Önce abdest aldırsınlar. Üçer defa yıkamaya dikkat etsinler. Suyu çok döküp isrâf etmemelidir. Saçımı ve sakalımı, hatmi ile, ısınmış su ile yıkasınlar. Üzerime son dökülen suya kâfur katsınlar. Yakın velîmiz lütfedip, kalan akçeden (paradan) yıkayana ve su dökene yirmibeşer akçe versin. Sonra kefene sarsınlar.

Bundan sonra cenâze namazımı kılmağa hazırlansınlar. Dostlarıma haber versinler. Namazımda bulunan cemâat üç safdan eksik olmasın, fazla olursa zararı yoktur. Yedi kişi de olsa üç saf olsunlar. Cenâzem getirilince, yüksek sesle zikr etmesinler. Kabrin yanına gelince, dostlarımdan sâlih bir kimse kabrime insin. Bu fakiri mezarın içine indirsinler. “Bismillahi ve alâ milleti Resûlillah” deyip lahdin içine koysunlar. Kıbleye indirsinler. Sonra kerpiç ile lahdin ağzını kapatsınlar ve “Yâ Rabbî! Bu ölüyü kabir azâbından koru” desinler. Kerpiç bulunmaz ise, kamış koysunlar. Ağaç, kiremit, hasır ve tabut koymasınlar. Kuru toprak üzerine koyup, sonra çukuru doldursunlar. Balık sırtı gibi yapsınlar. Bir karıştan yüksek yapmasınlar. Defn işi bitince, üzerime bir testi su döksünler. Su dökmeğe baş tarafımdan başlayıp, ayaklarıma kadar devam etsinler. Din kardeşlerimden birisi mezarımın başında dursun ve; “Yâ Rabbî! Kabri yanlarına doğru geniş eyle. Bu ölünün rûhuna yükseklik ve saadet ihsân eyle, ondan râzı ol” desin. Bir kişi de “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allahın kuluyuz ve yine O’na döneceğiz) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okusun ve; “Yâ Rabbî! Bu ölü senin emrine rucû’ etti, döndü. Sen kendisine rucû’ edilenlerin hayırlısısın. Bu kimsenin etrâfındaki yeri, iki tarafından geniş eyle ve bu ölünün rûhuna gök kapılarını aç ve onu güzel bir kabûl ile kabûl eyle. Münker ve Nekir’in suâllerine ve diğer suâllere karşı dilini sağlam ve doğru söyleyici eyle. Cevâbını kolay eyle” desin. Bundan sonra orada bulunanlara; “Kardeşiniz için mağfiret isteyiniz” desinler. Bütün bu işlerden sonra, oturup Kur’ân-ı kerîm okusunlar. Tebâreke ve yedi kerre İhlâs sûresini, Fâtiha ve Mu’avvezeteyn ve bunlardan sonra tekrar onbir defa İhlâs sûresini okusunlar. Âyet-el-kürsî, Yâsîn sûresi ve Bekâra sûresini sonuna kadar okusunlar. Bu okuduğumuz Kur’ân-ı kerîmi bütün ölülere bağışladık diye ağızdan söylesinler. Oruç, yemîn keffâretleri, Kur’ân-ı kerîm okuma ve duâ tamam olduktan sonra, yakın velîm lütfedip, kalmış olan yüzaltmış akçenin altmış akçesini, altmış fakire versin. Bu fakirin oruç keffâretine niyet etsin. Yüz akçesini de yüz fakire versin. Yemîn keffâretine niyet etsin.

Bundan sonra da telkin için sâlih ve âlim bir müslüman, mezarımın yanında kalsın. Yüzüme karşı ayakta dursun. Desin ki: “Ey Muhammed bin Meryem” Bunu üç defa söylesin. Sonra desin ki: “Dünyâdan şehâdet getirerek çıktığın ahdi hatırla. İbâdete, Allahü teâlâdan başka lâyık ve müstehak kimse yoktur, deyip şehâdet getirmeni hatırla. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Elbette Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Elbette Cennet vardır. Cehennem ateşi de vardır. Allahü teâlânın ölüleri diriltip, mahşer yerinde toplaması muhakkak vardır ve olacaktır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ mezarlarda bulunan ölüleri diriltir.” Sonra üç kerre; “Yâ Muhammed bin Meryem! “La ilahe illallah” de.” Sonra üç kerre: “Yâ Muhammed bin Meryem! De ki Rabbim Allahü teâlâdır. Dînim İslâm dînidir. Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır” desin. Lütfedip ma’nâsını düşünerek yavaş yavaş okusun. Çabuk çabuk okuyup gitmesin. Sonra; “Yâ Rabbî! Sen bunu yalnız bırakma. Sen mâliklerin hayırlısısın” desin. Sonra dönüp evlerine gitsinler. Üzerime bina yapmasınlar. Çadır kurmasınlar. Nöbet tutmasınlar. Başucuma tanınması, hatırlanması ve duâya sebeb olması için büyükçe bir taş diksinler. Kabrim yıkılacak olursa, ta’mir etsinler. Üzerime toprak döküp, balık sırtı gibi yapıp, yeni gibi yapsınlar. Bir karış yüksek yapsınlar. Bid’at olan şeylerden kaçınsınlar.

Çoluk-çocuğuma vasıyyetim olsun ki, üzerime sesli ağlamasınlar. Allahü teâlâdan mağfiret ve rahmet istemelidir, öldüğüm günde, yedisinde, kırkında ve sene-i devriyesinde yemek pişirip ziyâfet vermesinler. Fakat sevâbını rûhuma hediye etmek üzere sadaka versinler. Çok ihsânda bulunsunlar. Allahü teâlâ kabûl eylesin. Paraları yoksa; ekmek, pirinç, yağ, tuz, soğan versinler ve ne yapabilirlerse, az olsun çok olsun, Allahü teâlâ için verip, sevâbını, kalbleriyle ve dilleriyle bu fakire bağışlasınlar. Duâ ederken beni hatırlasınlar, unutup gitmesinler. Yine çocuklarıma vasıyetimdir ki; dünyâya düşkün olmayalar, mal ve mevki, makam peşinde koşmayalar. Allahü teâlâya tevekkül edip, fâideli ilimleri öğrenmeye ve bunları yaymağa çalışsınlar. Sâlih ameller işlesinler ve takvâ üzere olsunlar, haramlardan sakınsınlar. Meâlen; “Allahü teâlâdan korkanı, Allahü teâlâ dünyâda ve âhırette her darlıktan kurtarır. Ona düşünmediği yerden rızık verir. Allahü teâlâya tevekkül edene Allahü teâlâ yetişir. İhtiyâcını ihsân eder, başkasına muhtaç etmez.” (Talak: 3-4) buyurulan âyet-i kerîmeyi düşünerek okusunlar.”

İmâm-ı Birgivî, “Tarîkat-i Muhammediyye” adlı kıymetli eserinde şöyle yazmaktadır:

“Tasavvuf; kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylar ile doldurmak demektir. Kalbi ıslâh etmek, herşeyden daha önemlidir. Çünkü kalb, bedende emrine itaat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu (et parçası) kalbdir.” Ya’nî bu yürek denilen, et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile süslenmesiyledir.”

İmâm-ı Birgivî, bu eserinde kötü ahlâkı ayrı ayrı yazıp sebeplerini ve kurtulup çârelerini bildirmiştir. Bunlardan ba’zıları şöyledir:

Küfr: Helak edici şeylerin en büyüğü ve mutlaka helak edeni küfrdür. Küfr, dinde inanılması lâzım olan bir şeye inanmamaktır, imân, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ katından getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de ikrâr etmeğe, söylemeğe denir. Küfr üç çeşittir.

1- Küfr-i cehlî: Bunun sebebi, âyet ve delîllere kulak vermemek, illtifat etmemek. (Ya’nî işitmediği ve düşünmediği için kâfir olanların küfrü, Küfr-i cehlî’dir.) Avvâmın küfrü gibi. Cehl ise, kalb âfetlerinin ikincisi olup, iki kısma ayrılır Birincisi; basittir. Böyle kimseler, insanı hayvandan ayıracak vasıfları kaybetmiş oldukları için şaşkındırlar. Çünkü hayvanlar, yaratıldıkları şeyde ileridirler. Hayvanlar, zararlı olanları da anlayıp ondan uzaklaşırlar. Cehl-i basit içinde olanlar, câhil olduklarını bildikleri hâlde, bu çirkin hâlden uzaklaşmazlar, ilme yaklaşmazlar. Îmân edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de ehemmiyet vermemek küfr olur. Cehlin ilâcı, çalışıp öğrenmektir. Cehlin ikincisi; cehl-i mürekkebdir. Bu ise; yanlış, sapık i’tikâd etmektir. Bu, cehl-i basitten daha fenâdır. İlâcı bilinmiyen bir hastalıktır.. Çünkü, böyle kimse, cehlini ilim ve kemâl sanmaktadır. Cehil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilâcını arasın. Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayan bu dertten kurtulabilir.

2- Küfr-i cühûdiye. Küfr-i inâdî de denir. Bilerek, inâd ederek, imansız olmaktır. Kibirden, mevki sahibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkma sebebi ile hâsıl olur. Fir’avn’ın ve yoldaşlarının küfrleri böyle idi. Allahü teâlâ, Fir’avn ve kavmi hakkında buyurdu ki: “… Onlar (îmân etmeyi) kibirlerine yediremediler. Büyüklenen bir kavim idiler. Şöyle dediler; bizim, gibi iki insana (Mûsâ ve Hârûn’a) hiç îmân edermiyiz! Hele bir de kavimleri bize itaat (hizmet) edip dururken?” (Mü’minûn: 46-47)

Riyasete, makama ulaşamama korkusuyla veya makamını kaybetme korkuşu da küfr-i inâdîde (inâd ederek küfürde) kalmaya sebep olur. Rum İmparatoru Herakliyüs da, tahtından ve saltanatından ayrılmak korkusu ile îmân etmedi. (Eshâb-ı Kirâmdan Dıhye ( radıyallahü anh ) ismindeki zât, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) İslama da’vet eden mektûbunu Medine’den Şam’a, Herakliyüs’a getirdi. Herakliyüs, birgün evvel Mekke’den Şam’a gelmiş olan Kureyş kâfirlerinin ticâret kervanının reîsi Ebû Süfyân’ı sarayına çağınp: “Medine’de birisinin peygamberlik iddia ettiğini işittim. Kendisi, tanınmış kimselerden midir? Yoksa, aşağı tabakadan mıdır? Ondan evvel, başkası da böyle iddiada bulundu mu? Dedeleri arasında, melik ve emîr olanlar var mıdır? Kendisine tâbi olanlar zengin midir, fakir ve aciz kimseler midir? Çalışmaları ilerliyor mu, geriliyor mu? Dînine girip de, sonra ayrılanlar oluyor mu? Sözünde durmadığı, yalan söylediği görüldü mü? Harblerinde gâlib midir, mağlûb mudur? Ebû Süfyân bunların cevâplarını bildirince; “Bu sözlerinin hepsi, O’nun peygamber olduğunu gösteriyor” dedi. Ebû Süfyân’ın küfründen ve hasedinden dolayı yalan söylediği de oldu. “Bir gece içinde, Mekke’den Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğünü söyledi” dedi. Herakliyüs’ün yanında olup, bunu işitenlerden biri lâfa karışıp: “Ben o gece Mescid-i Aksâ’da idim” dedi. O gece gördüklerini anlattı. Ertesi gün, Herakliyüs mektûbu okudu. Mektûba inandığını, Muhammed aleyhisselâma îmân ettiğini Dıhye’ye bildirdi. Fakat; “Îmân ettiğimi millete bildirmekten korkuyorum. Bu mektûbu falanca rahibe götür. O, çok şey bilir. Onun da îmân edeceğini sanıyorum” dedi. Râhib, mektûbu okuyunca, hemen îmân etti. Oradakilere de îmân etmelerini söyledi. Kendisini öldürdüler. Dıhye, Herakliyüs’a gelip, olanları bildirdi. “Böyle yapılacağını bildiğim için îmân ettiğimi kimseye söylemedim” dedi. Resûlullaha mektûp gönderip, îmân ettiğini bildirdi. Başşehri olan Humus’a gitti. Orada kendisine bir adamından gelen mektûpta, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliği ve muvaffakiyetleri bildirildi. İleri gelenleri toplayıp, mektûbu okutarak, kendisinin îmân ettiğini açıkladı. Hepsi karşı çıktılar. Îmân etmeyeceklerini ve reddettiklerini anlayınca, onlardan özür diledi. “Maksadım, dînimize olan bağlılığınızın kuvvetini anlamak idi” dedi. Bu sözü işitince, hepsi kendisine secde ettiler. Râzı olduklarını bildirdiler. Saltanatını kaçırmamak için, küfrü îmâna tercih etti. Müslümanlarla harb etmek için Mute denilen yere ordu gönderdi. Burada çok müslüman şehîd edildi. Resûlullaha Herakliyüs’ün mektûbu gelince; “Yalan söylüyor. Nasrânî dîninden ayrılmadı” buyurdu. Herakliyüs’a gönderilen mektûb-i nebevinin sûreti, “Buhârî”de ve “Mevâhib”de ve “Berîka”da yazılıdır.)

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“İki aç kurd, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur.”

“İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.” Ya’nî, insanın din veya dünyâ işlerinde şöhret sahibi olması, dînine de, dünyâsına da çok zarar verir.

“Medh olunmağı sevmek, insanı kör eder ve sağır eder. Kabahatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasihatleri işitmez olur.”

Mevkî ve şöhret sahibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebep; nefsin arzularına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan, meselâ sadaka vermek için hayrat, hasenat yapmak için yahut mübah olan işler yapmak için, meselâ; iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sahibi olup, rahat ve mes’ûd yaşamak için veya mazlûmları zâlimlerden kurtarmak için, yahut ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak için ve İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevkî sahibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riya gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî sahibi olması caizdir, hattâ müstehabdır. Çünkü, caiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, caiz ve lâzım olur.

Mevki sahibi olmayı istemenin sebeplerinden üçüncüsü; nefsini eğlendirmektir. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkiden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın himmetin az olduğunu gösterir. Mevki elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riya ve müdâhene ve gösteriş yapmasından korkulur. Hattâ, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hattâ hile ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Mevki sahibi olmanın bu üçüncü sebebi haram değil ise de, iyi olmadığı için, ilâcını bilmek ve yapmamak lâzımdır. Önce mevkînın geçici olduğunu ve zararlarını, tehlikelerini düşünmelidir. Şöhretten ve hürmet toplayarak kibirli olmaktan kurtulmak için, İslâmiyette mübah olup, caiz olup, halkın beğenmediği işleri yapmalıdır. Bir zaman, bir emir, bir zahidi ziyârete gitmiş. Zâhid, emîrin ve etrâfındakilerin kendisine yaklaşmak istediklerini anlayınca, ziyâfet vermiş. Kendisi, iri lokmaları, hırs ile çabuk çabuk yemeğe başlamış. Emîr bu hâli görünce, zahidi. beğenmiyerek, oradan ayrılmış. Zâhid, arkasından; “Elhamdüllillah! Rabbim beni kurtardı” demiş. Mevki sahibi olmak arzusunu gideren en kuvvetli ilâç, insanlardan uzlet etmektir. Din ve dünyâ için zarurî vazîfelerden başka, insanlar arasına karışmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, bu ilâç tavsiye edilmektedir.

Kalb hastalıklarının en kötüsü olan küfrden, küfr-i inadının sebeplerinden biri de; insanların kötülemelerine, çekiştirmelerine, ayıplamalarına üzülmekdir. Küfr-i inâdîye sebep olan şeylerin üçüncüsü; insanlardan utanmak ve başkalarının kötülemelerinden, ayıplamalarından korkmaktır.

İnsanların kötülemelerinden ve ayıplamalarından korkmağa karşı ilâç olarak şöyle düşünmelidir Kötülemeleri doğru ise, ayıplarımı bana bildirmiş oluyorlar. Bunları yapmamağa karar verdim demeli, böyle kötülemelerden ferahlık duymalıdır. Onlara teşekkür etmelidir. (Hasen-i Basrî’ye, birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, “Sevâblarını bana hediye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum” dedi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve birisinin kendisini gıybet ettiğini söylediler. Ona bir kese altın gönderip; “Bize verdiği sevâbları arttırırsa, biz de karşılığını arttırırız” dedi.) Yapılan kötüleme yalan ise, iftira ise, zararı söyliyene olur. Onun sevâbları bana verilir. Benim günahlarını, ona yüklenir demelidir, îftirâ etmek, gıybet etmekten daha fenâdır.

Kalb hastalıklarının biri de, övülmeyi sevmektir. Medh olunmağı sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun hakiki üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu düşünmelidir.

Kalb hastalıklarının en kötüsü olan küfrün üçüncü kısmı, küfr-i hükmîdir.

3- Küfr-i hükmî: İslâmiyetin imansızlık alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmaktır. (Dinen ta’zimi, övülmesi gereken şeyleri tahkir etmek, küçümsemek ve dinen kötülenmesi, tahkir edilmesi gereken şeyleri övmek ve beğenmek, küfr-i hükmî’ye sebep olur.) Kendi küfrüne rızâ küfürdür. Başkasının küfrünü beğenmek de küfürdür. Küfrü (imânın gitmesini) gerektiren bir söz söylemek de küfre, imânın gitmesine sebep olur. O sözün küfür olduğunu bilmiyerek söylemek de, âlimlerin çoğuna göre küfürdür. Bunun gibi, küfre sebep olan işler yapmak da küfre düşürür.

Riya: Birşeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca, gösteriş demektir. Âhıret amellerini yaparak, âhıret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzularına kavuşmak demektir. Kısaca, dünyâ kazancına dini âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır, ibâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emr olundu. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın birliğine imân edenden ve namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur” buyuruldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Mu’âz bin Cebel’i, Yemen’e vâli olarak gönderirken; “İbâdetlerini ihlâs ile yap. ihlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir” buyurdu. Hadîs-i şerîflerde; “İbâdetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler”, “Dünyada haram edilmiş olan şeyler mel’ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir” buyuruldu. Dünyâ ni’metleri geçicidir. Ömürleri pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dinini vermek ahmaklıktır, insanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fâide ve zarar yapamaz. İnsana Allah kâfidir.

Riyadan kurtulmak için, riyanın sebeplerini, zararlarını ve zıddı olan, riyayı yok eden şeyleri elde etmeye, sebeplerini ve fâidelerini bilmeye bağlıdır.

Riyanın, gösterişin sebepleri:

1- İnsanlar arasında makama, mevkîye, şerefe sâhib olma hevesi. Böylece insanların kendisini övmelerini, zemmetmemelerini ister.

2- Halkın elinde bulunan mallardan menfaatlenme arzusu.

3- Kötülenme eleminden ve câhil denilmekten kurtulma arzusu.

Allahü teâlâ, Kehf sûresi’nin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, sâlih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.”

Hadîs-i şerîflerde; “Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmıyan, Allahü teâlâyı tahkir etmiş olur”, “Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riya demektir”, “Dünyada riya ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyada kimler için ibadet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir”, “Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerikim yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevâblarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder” buyuruldu.

Riyadan kurtulmanın ilâcı iki kısımdır: 1- Riyayı kalbden tamamen çıkarmak, kökünü söküp atmak, riyaya sebep olan şeyleri gidermek ve riyanın tersi olan ihlâsı elde etmekle olur. Riyanın sebeplerinin aslı; dünyâ sevgisi, geçici lezzetler ve dünyâyı âhıret üzerine tercih etmektir. Âhıreti bırakıp dünyâyı tercih etmek, tam bir ahmaklık ve büyük bir akılsızlıktır. Çünkü dünyâ çok bulanık ve yok olması, zevâli sür’atlidir. Âhıret ise, berrak ve sonsuzdur. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fâide ve zarar yapamaz.

Ey akıllı kişi! Allahü teâlânın senin ibâdetini bildiğine kanâat getirmen ve başkalarının bunu bilip bilmediğini düşünmen lâzımdır. Allahü teâlâ kuluna kâfidir. Riyanın kötü neticelerini, zararlarını ve ihlâsın fâidelerini tekrar tekrar düşün. Amel bakımından riyanın ilâcı, açmaya lüzum olmadıkça amelin gizli tutulması ve riya kapısının kapatılmasıdır. 2- Riya olarak kalbe gelen şeyleri, o anda kalbden atmak ve ibâdet ederken riya olarak ârız olan şeyleri kaldırıp atmaktır. Bu bakımdan ibâdete başlarken kalbini iyice yoklamak ve riya olan düşünceleri kalbden çıkarmak ve ibâdeti tamamlayıncaya kadar buna azmetmektir. Fakat unutma ki, şeytan seni terketmez ve devamlı riya olan düşünceleri kalbine getirmeye uğraşır. Riya düşüncesi üç kısımdır: 1- İşlediği amelin insanlar tarafından bilindiğini bilmek veya böyle ümîd etmek. 2-İnsanların methetmelerine ve insanlar arasında üstün bir mevki elde etmeye özenmek. 3- Nefsin bunu kabûllenip ona meyletmesi ve gönlün hakîkaten buna bağlanmasıdır. Fakat sana yaraşan, bu üçünü de reddetmektir. Birincisi için; “Ey nefis, insanlardan sana ne! Senin hâlini bilseler ne olur, bilmeseler ne olur? Allahü teâlâ senin hâlini bilir. Başkasının bilmesinde ne fayda var?” diyerek reddeder. Kalbe gelen ikinci düşünceyi de, riyanın âfetlerini ve Allahü teâlânın gadabına sebep olacağını hatırlamak sûretiyle reddetmektir. İşte bu şekilde düşünmek, insanların methetmesine karşı kalbide bir isteksizlik meydana getirir ki, bu isteksizlik, kalbi riyayı kabûl etmeye sevkeder.

Tûl-i emel: Zevk ve safa sürmek için çok yaşamayı istemektir, (ibâdet yapmak için çok yaşamayı istemek tûl-i emel olmaz.) Tûl-i emelin dört çeşit helak edici tehlikesi vardır 1- İbâdetleri vaktinde yapmazlar. 2- Sonra tövbe ederim diyerek tövbeyi terk ederler. 3- Kalbleri katı olur. Ölümü hatırlamazlar, va’z ve nasihatten ibret almazlar. 4- Dünyalık toplamaya hırslı olurlar ve dünyâ ile meşgûl iken âhıreti unuturlar. Tûl-i emel sahibi olanlar, yaşlanma ve hastalık korkusu ile, devamlı dünyalık toplamakla meşgûl olurlar. Öyleleri vardır ki, on sene yetecek kadar, ba’zıları elli sene yetecek kadar, bir kısmı da daha fazla veya daha az dünyalık mal toplar. Tûl-i emel sahibi, hep dünyâ malına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve sefâsını düşünür. Çoluk-çocuğunun bir senelik ihtiyâcını hazırlamak, uzun emel olmaz. Bir senelik gıdaya (Havâciy-i asliyye) denir. Lüzumlu eşyadan sayılır. Nisâb hesabına katılmaz. Buna mâlik olan, zengin sayılmaz. Bekâr kimsenin kırk günlük gıda maddesi saklaması câizdir. Daha fazla saklamaları tevekkülü bozar.

Hadîs-i şerîflerde;

“İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.”

“İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.”

“Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır, ömrü uzun olup, İslâmiyete uymak büyük seâdettir.”

“Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaktır.” buyuruldu.

Tûl-i emelin sebepleri; dünyâ zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sahibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın fâidelerini öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâmdan Bera’ bin Âzib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kabir başına oturdu. Ağlamaya başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız” buyurdu. (Ömer bin Abdülazîz, bir âlimi görünce, nasihat istedi. O da; “Şimdi halifesin, istediğin gibi emir edersin. Yarın öleceksin” dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem aleyhisselâma kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi” dedi. Halife, uzun zaman ağladı.) Hadîs-i şerîflerde; “İnsanlara vâ’iz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene kazâ ve kadere îman etmek yetişir.”, “İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyada şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur”, “Allahü teâlâdan haya ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binalar yapmakla hayâtınızı harcamayınız”, “Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebeb olur” buyuruldu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) çok sevdiği üsâme bin Zeyd’in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sahibi olmuş” buyurdu. İhtiyâç maddelerinin veresiye de alınmaları caizdir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennete girmek istiyen, uzun emel sahibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahtan haya etsin” buyuruldu. Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için uzun emel sahibi olmak haramdır. Mübahlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sahibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamağı değil, sıhhat ve afiyet ile yaşamağı istemelidir.

Kibir: Kendini başkasından üstün görmektir. Kendini ondan üstün görmekle kalbi rahat eder. Kibir kötü huydur. Halikını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibrin aksine tevâzu denir. (Tevâzu, kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir.)

Tekebbür edene, ya’nî kibir sahibi olana karşı tekebbür etmek caizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sahibidir. Kibir sahibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevâbtır. Kibir sahibine karşı tevâzu eden kimse, kendisine zulm etmiş olur. Bid’at sahiblerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek caizdir. Bu tekebbür, kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Harbde düşmana karşı tekebbür etmek sevâbtır. Sadaka verirken, neş’e ve sevinç ile karışık tekebbür etmek lâzımdır. Sadaka verenin tekebbür etmesi, fakîre karşı değildir. Verdiği malı küçültmektir. Mala kıymet vermediğini gösterir. Kendinden aşağı olanlara karşı bulunduğu mertebeden aşağı bir derecede tevâzu göstermek iyi ise de, bunun ifrata kaçmaması, ya’nî aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı olan tevâzuya (Temellük) denir. Temellük, ancak üstada ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Hadîs-i şerîfte; “Temellük, müslüman ahlâkından değildir” buyuruldu.

Kibir çeşitlerinin en kötüsü, Allahü teâlâya karşı kibirli olmaktır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu ilân etti. Allahü teâlânın nasihat vermek için gönderdiği peygamberi ateşe atti. Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısır’da ulûhiyyetini ilân etti. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ, nasîhat vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı. Allahü teâlâ, onu denizde boğdu.

Resûlullaha ( aleyhisselâm ) karşı da tekebbür edenler çok işitildi. “Allahın gönderdiği Peygamber bu mudur?” dediler. “Bu Kur’ân, Mekke şehrinin ileri gelenlerine indirilseydi iyi olurdu” dediler. Bu tekebbürler, âciz, za’îf, elinden birşey gelmeyen, hattâ kendinden ve bedeninin yapısından bile haberi olmayan kulun kendi mâlikine, sahibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle İblîs de, böyle tekebbür etti. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emr olununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın diyerek, Rabbine karşı geldi.

Hadîs-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam” buyuruldu. “Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete girmeyecektir.” buyurdukta; “Güzel elbise giymeği ve temiz na’lın kullanmağı seven kimse böyle midir?” denildi. Cevâbında; “Allahü teâlâ cemildir. Cemal sahiblerini sever” buyurdu.

Yahudi âlimlerinin büyüklerinden iken, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile bir kerre konuşmakla, hak peygamber olduğunu anlayarak îmâna gelen Abdullah bin Selâm, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler, o kadar çok malın, paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde; “Nefsimi kibirden kurtarmak için, Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) işittim; “Kalbinde hardal dânesi kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez” buyurdu” dedi.

Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, kıyâmet günü üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükümet reîsi ve kibirli olan fakir” buyuruldu. Ömer ( radıyallahü anh ) Şam’a gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretleri, emrinde olanlarla birlikte kaşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünkü, kölesi ile nöbetleşe biniyorlardı. O saat, binme şurası köleye gelmişti. Kendisi yulan tuttu, su kenarından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya soktu. Şam ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde; “Yâ Halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmiyecekler” deyince; “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, müslüman olmakta ve ibâdet yapmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. (Acem şahlarının elinde esîr idik.) Allahü teâlâ, müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder. Herşeyden aşağı eder” buyurdu.

Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sahibleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler, kurtulmaktan me’yûs oldukları için Bolis denilmiştir. Ateş içindegayb olacaklardır. Su istediklerinde, kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecektir” buyuruldu. Medine vâlisi olan Ebû Hüreyre hazretleri, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd bunu tanıyarak, yanındakilere; “Yol verin, emîr geliyor” dedi. Gençler, vâlinin böyle tevâzusuna hayret ettiler. Hadîs-i şerîflerde; “Önceki ümmetlerde kibir sahibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu”, “Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak kibirsizlik alâmetidir” buyuruldu.

Kibrin başlıca yedi sebebi vardır: İlim, ya’nî din bilgileri, ibâdet, neseb, cemâl, kuvvet, mal, mevki. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebep olurlar.

İlim kibre sebep olduğu gibi, kibrin ilâa da ilimdir. Kibre sebep olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünkü ilim, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilim sahibi kendini üstün ve şerefli sanır.

Kibre sebep olan ilmin ilâa iki şeyi bilmekle olur. Birincisi; ilmin kıymetli, şerefli olması, sâlih niyete bağlıdır. Cehâletten ve nefsinin hevâsından kurtulmak için öğrenmek lâzımdır.

İkincisi; ilmi ile amel etmek, başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan, ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte; “Allah için olmayan ilmin sahibi, Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır” buyuruldu. Mal, mevkî ve şöhret için ilim sahibi olmak böyledir.

Dîni, dünyâ kazanoına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte; “Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır” buyuruldu. Fen bilgilerini, dünyâ menfaati için öğrenmek caizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaklardır. Birincileri, ilimleri ile insanlara fâideli olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana, denizdeki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir, ilmi başkalarına fâideli olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara, kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır” buyuruldu. Yerde ve gökte bulunan mahlûkların hepsinin tesbih ettiklerini Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerîfindeki âlim, Resûlullahın yolunda olan, O’nun yoluna uyan din âlimi demektir. İslâmiyete uyan âlim, etrâfına ziya saçan ışık kaynağı gibidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Kıyâmet günü bir din adamı getirilip, Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günahtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için cezasını çekiyorum der.”

“Mi’râc gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını Cebrâil’e sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâ’izlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) Kâ’be’yi tavaf ediyorken, “Hangi insan daha kötüdür?” diye soruldu. “Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür” buyurdu.

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Kıyâmet günü azapların en şiddetlisi, ilmi kendisine fâideli olmayan din adamınadır.”

“Cehennemde azap çekenlerden ba’zıları, kötü kokular yayar. Bu koku, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. “Sen ne günah işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun?” denildikde; “Ben, din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım” der.”

Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, insanlara öğretmeyen kimseye, kıyâmet günü ateşten yular bağlanacaktır” buyuruldu. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı kibirli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sahibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce; “Bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise bilerek işliyorum” demelidir. Bir âlimi görünce; “Bu, benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim” demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce; “Bu, benden daha çok ibâdet etti” demelidir. Gençleri görünce; “Bunların günâhı az, benim günahlarım çok” demelidir. Kendi yaşındakileri görünce; “Günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır” demelidir. Bir bid’at sahibini veya kâfiri görünce; “İnsanın hâli son nefeste belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak?” demeli, bunlara da tekebbür, etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir.

Kibrin ikinci sebebi; ibâdetini beğenmektir. İbâdetin kıymetli olması şartlara bağlıdır. Çok ibâdet yaptığı için tekebbür etmemelidir. İbâdetin kabûl olması için, niyetin hâlis olması, ya’nî yalnız Allah rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçtür.

Kibrin üçüncü sebebi; neseb ve haseb ile övünmektir. Babalan ile, dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, cahillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oğlu idi. Ken’an, ya’nî Yâm da, Nûh aleyhisselâmın oğlu idi. Babalarının peygamber olması, bunları küfürden kurtaramadı. İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmağa, onların yolunda bulunmağa çalışmalıdır.

Kibrin dördüncü sebebi; güzelliktir. Bu, ekseriya kadınlarda görülür. Kadınların çoğu, güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyet olan şeyle tekebbür etmek ahmaklıktır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile, ya’nî iyi huyla birlikte olunca kıymetlidir. Kalbin temizliği de, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetine uymakla belli olur. İnsan, kalbine, rûhuna, ahlâkına kıymet vermezse, hayvandan farkı olmaz. Hattâ hayvanlardan aşağı olur. Pislikle dolu, bozulan, parçalanan bir makina olur. Her zaman beslenmesi, temizlenmesi, ta’mir edilmesi lâzım gelen harâb bir makinaya benzer. Böyle kimseye tekebbür etmek yakışır mı? Bunun, ancak tevâzu göstermesi lâzım olur.

Kibrin beşinci sebebi; gençlik ve kuvvettir. Genç ve kuvvetli olmakla tekebbür etmek de, cahilliktir. Hayvanların his organlarındaki kuvvetleri, insanlardan katkat fazladır. Hayvanların insanlara tekebbür etmesi lâzım olur. Hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlikeye kazaya yakalanmıyacağını kim iddia edebilir? Gençliğinden, gücünden, kuvvetinden, hattâ hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüş müdür? Böyle geçici olan, devamı çok kısa olan ve hayvanlarla ortaklaşa bulunan şeylerle tekebbür etmek akla uygun olur mu?

Kibrin altıncı sebebi; mal ve dünyalıktır. Mal ile, evlâd ile, mevkî ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda ve kötü kimselerde bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mal, şeref vesilesi olsaydı, hırsızlıkların, az zamanda bile olsa, şerefli kimseler olmaları lâzım gelirdi.

(Hıkd) da, tekebbüre sebep olmamalıdır. Hıkd, lügatda kin tutmak, kin beslemek demektir. Kalbinden düşmanlık beslemektir. Kendisi ile aynı derecede olan veya daha üstün olan kimseye kızar. Birşey yapmak elinden gelmediği için, ona tekebbür eder, Tevâzu gösterilmesi lâzım olan kimseye tevâzu edemez. Onun haklı sözlerini, nasîhatlerini kabûl etmez. Herkese karşı, ondan daha üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyet verirse, özür dilemez.

(Hased) de, tekebbüre sebep olur. Başkasında bulunan ni’metlerin ondan ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve nasihatlerini red eder. Ondan birşey sorup öğrenmek istemez. Kendinden yüksek olduğunu bildiği hâlde, ona tekebbür eder.

Çok kimse, kibirli olduğunun farkında değildir. Bunun için, kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır, içeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını sever. Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek. Yahut kendisi hayvan üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibir alâmetidir. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Medine’nin Bâki’ kabristanına gidiyordu. Birkaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak, öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi soruldukda; “Ayak sesini işittim. Kalbime kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım” buyurdu. (Kendisine kibir gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yaptı. Ebüdderdâ diyor ki: “Kibirli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkça bunun Allahdan uzaklaşması da artar.”)

Üzerinde hakkı bulunanları, ya’nî tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. (Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek tevâzu alâmetidir.)

Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak, evine lâzım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini tekrar giymek istememek, hep kibir alâmetidir. (İş başında iş elbisesi giymek istememek de böyledir.) Fakirlerin da’vetine gitmeyip, zenginlerin da’vetine gitmek de tekebbürdür. Akrabasının ve çocuklarının muhtaç oldukları şeyleri te’min etmemek ve doğru sözü kabûl etmeyip münâkaşa etmek, kusûrunu, kabahatini bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riya olur. Hem yalnız iken hem de başkalarının yanında yaparsa kibir olur.

İsrâf: Malı, dînin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya (İsrâf) veya (Tebzîr) denir. (Mürüvvet), fâideli olmak, iyilik yapmak arzusudur. (Fütüvvet) daha husûsi ma’nâya gelir ki, kötülük yapmamak, iyilik yapmak ve herkesin utanacak şeylerini örtmek ve kötülükleri affetmektir. Dine uymayan isrâf, haramdır. Mürüvvete uymayan isrâf, tenzîhen (hafif, az) mekrûhdur.

İsrâfın kötülüğü ve zararları: İsrâfın haram olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin, hasisliği ve cimriliği isrâftan daha çok kötülemesi, isrâfin cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasisliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu yaradılıştan mal biriktirmeği sevdiği içindir. Bunun gibi, âlimlerimiz, idrarın şaraptan daha pis ve daha çok haram olduğunu söyledikleri hâlde, dînimiz bevli, şarap kadar kötülememiş, şarap içenlere, ceza olarak seksen sopa vurulması emr edildiği hâlde, bevl için ceza emir edilmemiştir. Çünkü, insanlar şarap içmeğe düşkün oluyor, idrar içmek ise, kimsenin hatırına gelmiyor. İsrâfın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın; “İsrâf etmeyiniz; Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez” meâlindeki kelâmı yetişir, İsrâ sûresinde de; “Tebzîr etme! Tebzîr edenler, şeytanların kardeşleridir” buyurdu: Şeytanın kardeşi de, şeytan olur. Şeytan isminden daha kötü bir isim yoktur. İsrâfı, bundan daha çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını isrâf edenlere birşey vermeyiniz diye emr ederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor ve Nisa sûresinde meâlen; “Mallarınızı sefihlere, alçaklara vermeyiniz!” buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Fir’avn’ı kötülerken; “O, isrâf edenlerden idi.” buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de; “Bilakis siz, isrâf eden kavimsiniz!” diye kötülüyor.

Doğru oldukları herkesçe bilinen iki temel, hadîs kitabı olan “Buhârî” ve “Müslim”de, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Malı boş yere saçmayınız!” buyuruyor. İmâm-ı Tirmizî’nin, Ebî Berze’den ( radıyallahü anh ) getirerek yazdığı hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi? İlmi ile nasıl amel etti? Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etti? Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?”

İsrafın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, faizin haram olmasıdır. Faiz alıp vermek, büyük günahtır. Buna da sebep, insanların malını, alışveriş yaparken ziyan olmaktan korumaktır.

(Hamza Efendi’nin “Bey’ ve şirâ” risalesinin şerhinde buyuruldu ki: On şey, son nefeste imansız gitmeğe sebep olur. 1-Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2-Îmânını, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek, 3-Dünyâ malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4-İnsanlara, hayvanlara, kendine zulm, eziyet etmek, 5-Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükür etmemek, 6-Îmânsız olmaktan korkmamak, 7-Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8-Fâiz alıp vermek, 9-Dînine bağlı olan müslümanları aşağı görmek, bunlara gerici gibi şeyler söylemek, 10-Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.)

İsrâfın zararları: İsrâf edenlerin şeytana, Fir’avn’a ve Lût aleyhisselâmın kötü kavmine benzetilmesi ve Allahü teâlânın bunları sevmemesi ve bunlara sefih demesi ve âhırette azap çekmeleri, dünyâda aşağı, muhtaç duruma düşmeleri ve pişman olmalarıdır.

İsrâfın kötü olmasının birinci sebebi; malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir ni’mettir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünyâ ve âhıret mal ile intizâm bulur, rahat olur. Hac, cihat sevâbı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat kuvvet bulması mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mesridler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz; “İnsanların en iyisi, onlara fâidesi çok olanıdır” buyuruyor, insanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibâdet etmekten daha çok sevâbtır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. İmâm-ı Tirmizî’nin Ebû Kebşe-i Ensârî’den alarak bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır. Akrabasını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider” buyuruldu. “Buhârî” ve “Müslim” kitapları, Abdullah İbni Mes’ûd’un ( radıyallahü anh ) haber verdiği şu hadîs-i şerîfi yazmaktadır “İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi; Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu beğendiği yerlere harc eder.” Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Amr İbni As ( radıyallahü anh ) için; “İyi kimseye, malın iyisi ne güzel yakışır” buyurdu. Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) için de; “Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!” diye duâ buyurdu. Ka’b ( radıyallahü anh ) malının hepsini sadaka vereceği zaman; “Malının bir kısmını kendine bıraksan daha iyi olur” buyurdu. Bunların hepsi, hadîs kitaplarında yazılıdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, mala (Hayırlı şey) ismini vermektedir ve Habîbine ( aleyhisselâm ) verdiği ni’metleri hatırlatırken; “Sen malsız idin, sana, kimseye muhtaç olmıyacak kadar mal verdim” buyurmaktadır.

Mezheb sahibi müctehidlerden, büyük âlim Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: “Bu zamanda mal, insanın silâhıdır.” (Ya’nî, insan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur.) Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa’îd bin Müseyyeb “rahimehullah” buyuruyor ki: “Borçlarını ödemek için ve ırzını, namusunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara miras bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır.” (Ya’nî kendine ve cem’ıyyete zararlıdır.) Büyük âlim İbn-i Cevzî “Rahimehullah” buyurdu ki: “İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir.”

Malı ve dünyalığı kötüleyen haberler de çoktur. Fakat, bu haberler, malı, dünyalığı değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemektedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebep olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıd iki şeye sebebdir. Hayr ve şer. Hayra, iyiliğe sebep olduğu için medh edilmekte olup; şerre, kötülüğe sebep olduğu için de kötülenmiştir.

Malın büyük bir ni’met olduğu anlaşıldı. Malı isrâf, Allahü teâlânın ni’metini hakîr görmek, ni’mete kıymet vermemek, ni’meti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı ni’met etmek, ya’nî şükür etmemek olur. Bu ise, ni’meti verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Ni’metin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, İbrâhim sûresi, yedinci âyetinde; “Şükür ederseniz, verdiğim ni’metleri elbette arttırırım” buyuruyor.

İsrafın çeşitleri: İsrâf, malı helak etmek, fâidesiz hâle getirmek, dîne ve dünyânın mübah olan işlerine fâideli olmıyacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu helak etmektir. Kullanılmayacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helak olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önliyecek kadar yedirmemek ve örtmemek de, helak etmektir. Bunların isrâf olduğu meydandadır.

Herkesçe bilinmiyen, hatırlatılması lâzım olan isrâflar da vardır. Meselâ, meyve ve ekin topladıktan sonra, bunları iyi saklamayıp, kendiliklerinden bozulmaları veya nem alarak çürümeleri veya kurd, güve, fare, karınca ve benzeri canlıların yemeleri hep isrâftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdaların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, zerdali gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitap gibi eşyanın, böylece isrâf edildikleri çok görülmektedir.

Yemek artıklarını dökmek, çatalı, kaşığı, tabağı, tası ekmekle veya parmakla sıyırıp yemeden önce, kapları ve parmakları yıkamak ve silmek isrâftır. Sofra bezi veya masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da isrâftır. Bu kırıntıları toplayıp, kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek isrâf olmaz. “Müslim” kitabında, Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) diyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Tabakları parmakla, parmağı ağızla siliniz!” buyurdu. Bir kerre de; “Şeytan, her işinizde sizinle beraber bulunur. Hattâ, yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp tozunu temizleyip yesin. O lokmayı şeytana bırakmasın! Yemek sonunda parmağını yalasın! Çünkü, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez” buyurdu. Yine “Müslim” de, Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) yemek sonunda üç parmağını mübârek ağzı ile silerdi.” Parmağı yalamak ve düşen lokmayı alıp yemek, insanı isrâfdan kurtardığı gibi, kibir ve riyayı giderir. Berekete kavuşturur. Bilhassa Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve gelecek ni’metin artmasına sebep olur. Fasulye, pirinç, nohut gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak isrâftır. Elbise, sarık, çorap, ayakkabı gibi giyim eşyasını iyi kullanmayıp, iyi saklamayıp çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, lâmbayı, mumu (elektriği, hava gazını) boş yere yakmak, hep isrâftır.

Malı kıymetinden aşağı fiyatla satarak veya kiraya vererek ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veya kirâlıyarak aldanmak isrâf olur. Aldanarak alışverişe zarurî ihtiyâç olursa veya yardım, sadaka gibi niyetle böyle yaparsa isrâf olmaz. Meyyitin kefenini, miktar ve cins bakımından, dînimizde bildirilenden fazla yapmak isrâftır. Abdestte ve guslde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak isrâftır. Ahmed İbni Hanbel, Abdullah İbni Ömer’den haber veriyor: Sa’d ( radıyallahü anh ) abdest alırken, Resûlullah ( aleyhisselâm ) gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin isrâf ediyorsun?” buyurdu. “Abdest alırken de isrâf olur mu?” dedikde; “Büyük nehirde de olsa, abdestte fazla su kullanmak isrâf olur” buyurdu.

Doyduktan sonra fazla yemek de isrâftır. Yalnız, misâfir utanmasın diye taam sahibinin fazla yemesi ve orucu rahat tutmak için sahurda fazla yemek isrâf değildir.

Acıkmadan önce, günde ikinci defa yemek, isrâftır. Ahmed Ebû Bekr-i Beyhekî ( radıyallahü anh ) kitabında, Âişe ( radıyallahü anha ) buyuruyor ki: Günde ikinci defa yemek yiyordum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) görünce; “Yâ Âişe! Yalnız mi’deni doyurmak, sana her işden daha tatlı mı geliyor? Günde iki kerre yemek de isrâftandır. Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez” buyurdu.

Her istediğini yemek de isrâftır. İbn-i Mâce ve İmâm-ı Beyhekî ve Abdullah İbni Ebiddünyâ( radıyallahü anh ) kitaplarında, Enes bin Mâlik’den ( radıyallahü anh ) haber veriyorlar ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Her istediğini yemek isrâftandır” buyurdu. Günde iki kerre yemek ve her istediğini yemek isrâf olması, doyduktan sonra veya hazm olmadan, acıkmadan tekrar yemek isrâf olur demektir. Çünkü, gündüz ikinci olarak yemek, hele kısa günlerde ve çalışmayan kimseler için, çok kerre, tam acıkmadan yemek olur. Bir sofrada, her istediğini yemek de, doyduktan sonra yemek olur.

Sofrada yemek çeşitlerini lüzum yok iken arttırmak isrâftır. Fakat, bir yemekden usanıp, herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak (meselâ oruç tutmak, helal kazanmak için çalışmak veya müslüman kardeşlerine yardım etmek gibi ibâdetler) için kuvvetlenmek düşüncesi ile veya sofrada misâfir bulundurmak niyeti ile olursa isrâf olmayacağı “Hulâsa” kitabında ve başka kitaplarda yazılıdır. Kitapların sözü, yemek çeşitleri, yalnız bu iki sebeple arttırılabilir demek değildir. Ziyan etmedikçe ve başka bozuk niyetle olmadıkça, lezzet ve zevk için arttırmanında caiz olduğunu, A’râf sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesi ve Mâide sûresinin doksanıncı âyet-i kerîmesi göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşit meyve yiyerek lezzet almağa caiz demişler ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) çeşitli meyve yediğini haber vermişlerdir. Abdullah İbni Abbâs ( radıyallahü anh ) için buyurulan; “İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür” hadîs-i şerîfi “Buhârî”de yazılıdır.

Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenar ve kabuklarını atmak isrâftır. Bırakılan kısımları başkası veya hayvan yerse, isrâf olmaz.

Sofraya lüzumundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrar yemek için kaldırmamak isrâfdır. Ya’nî, yenmeyen ekmek parçalarını atmak ve riya, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak isrâf olur.

Nefis yemekler yemek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binalar yapmak ve dînimizin sahibinin haram etmediği daha bu gibi şeyler, helâldan kazanıldığı, kibir ve öğünmek için olmadığı zaman isrâf değildir. Lüzumundan fazla olunca, tenzîhen (hafif) mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak istiyenlere, lâzım olan ile kanâat edip, fazlasını sadaka vermek yakışır.

Sadaka vermekte de isrâf vardır. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın emr ettiği yerlere dağ kadar altın harc etse, isrâf olmaz. Bir dirhem (yaklaşık beş gram) gümüşü veya bir avuç buğdayı, haram olan yere vermek isrâf olur.” Hâtim-i Tâî, cömertliği ile meşhûrdur. Bi’setden önce ölmüştür. Çok verdiği için, “Malı isrâf etmekte hayır yoktur.” dediklerinde; “Hayra verilen mal isrâf olmaz” demiştir. Mücâhid’in ve Hâtim’in sözlerine bakarak, sadakada isrâf olmıyacağını sanan olmuş ise de, böyle zannetmek yanlıştır. Bunun üzerinde durmak lâzımdır. Şimdi bunu açıklamaya çalışacağız:

Cenâb-ı Hak, Mü’minûn sûresinde, mü’minleri medh buyururken meâlen; “Verdiğimiz rızklardan sadaka verirler” diye de ta’rîf ediyor. Kâdı Beydâvî ve Zemahşerî ve Fahreddîn-i Râzî gibi büyük âlimlerin tefsîrlerinde ve daha birçok tefsîrlerde diyor ki: Âyet-i kerîmede (rızklardan) kelimesi, “Rızkların ba’zısını, bir kısmını” demek olup, “Sadaka verirken, haram olan isrâfdan sakının!” demektir. Bütün âlimlere göre, buradaki sadaka, malı hayra, dînimizin gösterdiği yola sarf etmektir. Allahü teâlâ, En’âm sûresi yüzkırkbirinci âyetinde meâlen; “Ekini hasâd ettiğiniz zaman, fakirlerin hakkını verin ve isrâf etmeyin. Allahü teâlâ, isrâf edenleri elbette sevmez” buyuruyor. Bu da; “Sadaka verirken isrâf etmeyin” demektir. Çünkü, Sabit bin Kays ( radıyallahü anh ), bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, bu âyet-i kerîme inmişdi. Yâ’nî; “Hepsini vermeyiniz” buyuruldu. Abdürrezzâk, Abdülmelik İbni Cüreyc’den haber veriyor ki: Mu’âz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen “Fakat, isrâf etmeyin” meâlindeki âyet-i kerîme geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen; “Ey Habibim! Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!” buyuruldu. Câbir ve Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyuruyorlar ki: “Bir oğlan, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize gelip, ba’zı lüzumlu şeyleri saydı ve annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Bugün bende bunların hiçbiri yok buyuruldukta, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mübârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezan okuyunca, cemâat her zaman olduğu gibi Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merak ettiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi. “Buhârî” ve “Müslim”de, Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Sadakanın hayırlısı, ihtiyâcı olmıyanın verdiğidir” buyurdu. İmâm-ı Begâvî, Ebû Hüreyre’den ( radıyallahü anh ) haber veriyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize biri gelip; “Bir altınım var ne yapayım?” dedi. “Bununla kendi ihtiyâçlarını al” buyurdu. “Bir altınım daha var” dedi. “Onunla da çocuğuna lâzım olanları al” buyurdu. “Bir daha var” dedi. “Onu da, ailenin ihtiyâçlarına sarf et” buyurdu. “Bir altın daha var” dedi. “Hizmetçinin ihtiyâçlarına kullan” buyurdu. “Bir daha var” deyince; “Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin” buyurdu. “Müslim”de, Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyuruyor’ ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Paranız ile, önce kendi ihtiyâçlarınızı alın. Artarsa, çoluk-çocuğunuzun ihtiyâçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin!” buyurdu. “Buhârî”de, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kendisi veya çoluk-çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten ve köle azâd etmekten ve hediye vermekten daha mühimdir” buyurdu. Fıkıh âlimi Ebülleys Semerkandî’nin “Tenbîh-ül-gâfilîn” kitabında, İbrâhim bin Edhem “rahimehümullah” buyuruyor ki: “Borcu olan kimse, ödemedikçe, yağlı ve sirkeli taam yememelidir, “İbn-i Hacer-i Askalânî buyuruyor ki: İbn-i Battâl ( radıyallahü anh ); “Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi caiz değildir. Bunu bütün âlimler söz birliği ile bildirmektedir” buyurdu. Taberânî ve birçok âlimler buyuruyor ki: “Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdu sağlam olur, aklı başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabr edebilirse veya evli olup da, çoluk-çocuğu da sabr ederlerse, bu kimsenin bütün malını sadaka vermesi caiz olur. Bu saydığımız şartlardan biri eksik olursa, sadaka vermesi mekrûh olur. Ba’zı âlimler, sadakası kabûl olmaz” buyurdu. Ömer de ( radıyallahü anh ) böyle buyurdu.

Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekte de isrâf olur. Borcundan çok malı olmayan veya çoluk çocuğu sıkıntıya sabr edemediği hâlde, bunların ihtiyâcını karşılayacak maldan fazlası bulunmayan veya sıkıntıya katlanamadığı hâlde, kendisi muhtaç olan kimsenin sadaka vermesi isrâf olur. Ödünç vermekte de böyle isrâf olur.

İsrafın ilâcı üçtür: 1-İlim ile ilâç: Anlattığımız zararlarını bilmek ve bunları düşünmektir.

2-İş ile, uğraşmakla ilâç: Malı dağıtmamaya gayret etmek ve güvendiği birine bu derdini anlatıp, malına ve harcamalarına dikkat etmesini, isrâfını görünce, kendine hatırlatmasını, hattâ zorla önlemesini rica etmektir.

3-İsrâfın sebeplerini söküp atmak. İsrâfın sebebleri altıdır: Birinci sebep, sefâhettir. Çok kimseyi isrâfa alıştıran budur. Sefâhet, kalb hastalıklarının otuzbirincisidir. Sefihlik, aklın az ve hafif olmasıdır. Buna sefâhet veya rekâket de denir. Aksine, tersine, rüşd denir ki, aklın kuvvetli, tamam olmasıdır. Allahü teâlâ; “Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!” meâlindeki âyet-i kerîmeden sonra; “Onların hâlinde rüşd görürseniz, mallarını kendilerine teslim, ediniz!” meâlinde emr buyuruyor. Çok kimse, yaratılışda sefih olur. Bu kötü hâlleri, ba’zı sebeplerle zaman zaman artar. Çalışmadan, alınteri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu, mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, arttırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır, isrâfa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emr olunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakta ve sefih olmaktadırlar. Sefâhati arttıran bir sebep de, insanların çok hürmet, saygı göstermesi, yüz vermesi, medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin, muallimlerin çocukları bu yoldan sefâhete düşmektedir.

İkinci sebep; isrâfı veya çeşitlerinden birkaçını tanımamaktır, isrâf olduğunu bilmez, hattâ cömertlik sanır. Lüzumsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır. Üçüncü sebep; riya ve gösteriş yapmaktır. Dördüncü sebep; gevşeklik ve tenbelliktir. Beşincisi; haya, sıkılmaktır. Altıncısı; dîni kayırmamak, dînimizi gözetmemektir. Bu altı sebebin ilâçlarını bildirelim:

Birincisi: Yaratılışda bulunan sefâhatin ilâcı güçtür. Bunun için dînimiz bunlara mal vermeği yasak etmiş, hicr eylemiş, ya’nî mallarını kullanmalarına izin vermemiştir. İsrâf eden sefihi hicr lâzımdır. Hâlbuki hicr, insanlık hakkını almak, hayvan, hattâ cansız gibi yapmaktır, ilâç kabûl edebileni kötü arkadaşlardan ayırmalı, akıllı ve tecrübeli kimselerin yanında bulundurmalıdır. İsrâfın âfetlerini duyurmalı, zor ile, hattâ azarlayarak, canını yakarak, mal dağıtmaktan vazgeçirmelidir.

İkincisi, cehlin ilâcını öğretmektir. Üçüncüsü: Riya kalb hastalığının dokuzuncusu olup, daha önce anlatıldı.

Dördüncü ilâç, gevşeklik ve tenbellik için olup, kalb hastalıklarının otuzikincisidir. Bunun kötülüğünü anlamak için, Vennecmi sûresi, otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesinin; “İnsan, ancak çalışdığının fâidesini görür.” meâl-i şerîfi yetişir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) tenbellikten Allahü teâlâya sığınmış; “Yâ Rabbi! Beni keselden (tenbellikten) koru!” diye duâ ettiğini, Âişe ( radıyallahü anha ) ve Enes bin Mâlik, “Buhârî” ve “Müslîm”de bildirmişlerdir. Tenbelliğin ilâcı; çalışkanlarla konuşmak, tenbel, uyuşuk kimselerden kaçınmak, Allahü teâlâdan haya etmek lâzım geldiğini ve azâbının şiddetli olduğunu düşünmektir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günah işliyen, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile müslümanları okşayan, avutan yalancılardan, Ehl-i sünnet kitaplarındaki bilgileri öğrenmemiş câhillerden uzak olmalıdır.

İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlikeli bir hastalıktır. Tedâvisi de pek güçtür. Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, giderilmesi için ve bu felâketten kurtulmak için bütün ilâçlarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, cenâb-ı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 991

2) Şakâyik-i Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 179

3) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 123

4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-2, sh. 1284

5) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 255

6) Rehber Ansiklopedisi cild-2, sh. 374

7) Tarikat-ı Muhammediyye (Birgivî)

8) Vasıyyetname (Birgivî) sh. 41, 46

9) Eshâb-ı kirâm sh. 317

10) Ikd-ül-manzûm cild-2, sh. 276


BİRGİVÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 10.ASIR ÂLİMLERİ