KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH

Evliyânın meşhûrlarından. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından olup, nesebi şöyledir: Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah bin Gulâm Muhammed Ma’sûm bin Muhammed İsmâil bin Muhammed Sıbgatullah İbni Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm bin İmâm-ı Rabbânî. 1156 (m. 1743) senesinde Zilka’de ayının dördünde doğdu. 1212 (m. 1797) senesinde vefât etti.

Babası Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî şöyle anlatmıştır “Muhammed Seyfullah doğmadan birgün önce, rü’yâmda Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görüp, ziyâret etmekle şereflenmiştim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana müjde vererek şöyle buyurdu: “Yarın senin bir oğlun doğacak, görülmemiş bir evlâd ve Allahü teâlânın sevgili kullarından olacaktır. Dedelerinin; ecdadının nisbetine vâris olacaktır. Alemi nurla dolduracak, onun gelişinin çok bereketli olacağını bil ve ismini benim ismimden koy.” Kutbul-aktâb Gulâm Muhammed Ma’sûm hazretleri, bu rü’yâyı gördükten sonra uyanıp, abdest aldı ve sabah namazını kılmak için dergâhına gitti. Namazdan sonra murâkabe hâlinde otururken, Kâ’be’yi gördü ve çok mübârek bir oğlunun dünyâya geldiği müjdesini aldı. Müceddidiyye ve Ma’sûmiyye bahçesinin bu yeni fidanının kulağına ezan ve ikâmet okuduğu zaman, bu yeni doğmuş bebek, yanında bulunanların da hayretle görüp duydukları bir şekilde tekbir getirdi. İsmi konurken tekbir getirdiğini işitenler, babasına; “Onun tekbir getirdiğini işittik” dediler. Babası, ona hizmet etmelerini söyledikten sonra; “Bu çocuk asrının bir tânesi olacak, görülmemiş nâdir işler yapacak, onun irşâd nûrları âlemi dolduracak ve insanlar bahtiyar olacak. Bizim hayatımız ona vesile olmak içindir. İşte şimdi bu nâdir evlâd doğdu. Maksad hâsıl oldu” demiştir. Yine onun için şöyle anlatmıştır: “Bu oğlum diğer çocuklar gibi ağlamazdı. Önce Allahü teâlânın ismini zikreder, üç defa gayet açık bir şekilde “Allah” derdi. Bundan sonra ağlardı. Bu çocukda öyle hâller görüyorum ki, onun sırlarından olan bu hâllerin çoğunu kimse bilmiyor!” Babası onun yetişmesi için yüksek teveccühlerde bulundu. Onu Müceddidî yolunun nûrlarına ve sırlarına kavuşturdu.

Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, önce babası Gulâm Muhammed Ma’sûm-i sânî’nin teveccüh ve feyzleriyle yetişti. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Hakîkati arayanların rehberi olan babam hayatta iken, ben her ne kadar küçük idiysem de babamın feyzlerine kavuştum. Çünkü, babamın feyzleri ve bereketli teveccühleri, büyük-küçük, genç-ihtiyâr, diri-ölü herkese ulaşıyordu. Benimle daha başka bir şefkat ve dikkat ile ilgilendi. Çok teveccühde bulundu. Bana yüksek müjdeler ve işâretler verdi. Hakkımda müjdelediği ve işâret ettiği şeylerin hepsine kavuştum. Babamın benim hakkımda verdiği müjdeleri işiten ahbabı ve seçilmiş eshâbı yıllar sonra zamanı geldikçe benim o ni’metlere kavuştuğumu taaccüb içinde gördüler.” Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, daha çocukluğunda şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda acâib hâller görür ve yaşardım. Büyüklerin rûhlarını ve cinlerin sâlihlerini görürdüm. Çocukluk günlerimde bir defasında akranlarımdan bir grup çocukla Lahor şehrine gitmiştik. O günlerde çevreye gayr-i müslimler gelip yerleşmişlerdi. Ben bir muz ağacına çıkıp, muzların iyilerini topluyordum. Ağacın altında duran çocuklara atıyordum. Ağacın altındaki çocuklar gayr-i müslim atlıların oraya gelmekte olduklarını görerek kaçmışlar, ben ağacın üzerinden; “Attığım muzları toplayınız” diye bağırıyordum. Bir de baktım hepsi gitmiş. Bu arada ağacın altında başka çocuklar gördüm. Ağızlarından ateş çıkıyordu. Onlara size ne oluyor ki ağzınızdan ateş saçılıyor dedim ve hayret ettim. Dediler ki: “Biz cinlerin çocuklarıyız. Buraya seni korumak için toplandık. Öbür çocuklar süvarilerden korkup kaçtılar!”

Yine şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda ormana gitmiştim. Yanımda kimse yoktu. Ormanda dolaşırken bir de gördüm ki bir arslan peşimden geliyordu. Ben nereye gitsem peşimden ta’kib etti ve asla bana saldırmadı, bir zarar vermedi. Sonra ben ormandan çıkıp gidinceye kadar peşimi ta’kib etti. Ormandan ayrıldım, arslan da peşimden ayrıldı. Anladım ki, bana bekçilik yapmak, ormanda beni korumak için peşimde dolaşmış. Yine birgün ata binmiş gidiyordum. Hizmetçiler de peşimden geliyordu. Yolda at aniden durdu ve yürümedi. Sebebini araştırıp çevreye baktım. Bir de gördüm ki, bir arslan üzerime saldırmak için çıkıp gelmekte. Tam karşıma çıkınca arslana dikkatlice baktım. Ben böyle bakar bakmaz arslan geri dönüp sür’atle kaçtı. Anladım ki, Allahü teâlâ beni koruyor, hıfz-ı ilâhî benimledir.” Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah’ın çocukluğunda, buna benzer pekçok hâdiseler geçmiştir. Dört yaşında iken babası vefât etmiştir. Babasından çok feyz alıp, onun vefâtından sonra da kardeşi Şah Gulâm Muhammed’den feyz alarak yetişmiş, böylece bülûğ çağına ulaşmıştır. Çocukluk hâlini anlatırken: “Çocukluğumda herhangi bir hastalığa tutulsam, hastalığın tedâvisi ve ilâcını, babamın feyzi ve bereketi bilirdim ve böylece tedâvi olurdum” buyurmuştur. Babasının vefâtından sonra, yıllarca onun ayrılık ateşiyle yandı. Sonra ağabeyisi Şah Gulâm Muhammed onu tasavvufda yetiştirip, kemâl derecelere ulaştırdı ve icâzet verdi.

Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, tasavvufda yetişip icâzet aldıktan sonra, insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. Kırk yaşına yaklaştığı sırada Türkistan’a gitti. Bu sırada tasavvuf hâllerine gark olmuş, yüksek derecelerde, kendinden geçmiş bir hâlde idi. Kabil’e vardıklarında hâlleri pek yüksek derecelere ulaşmıştı. Orada insanları irşâd ile meşgûl oldu. O bölgede hizmetleri çok te’sîrli olup, insanlar onun sohbetine koştular. Onun feyzleri ile saadete kavuştular. Hattâ öyle oldu ki, meşhûr kumandanlar onu ziyâret etmek, sohbetinde bulunmak arzusuyla bulunduğu yere gittiler.

Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfullah hazretleri, her işinde olduğu gibi nafile namazları kılma husûsunda da sünnete uyardı. Namaz kılarken namazın ta’dil-i erkânına, edeblerine riâyet eder, hudû’, huşû’ ve tumânînet içinde olurdu. Kıyâmda ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamamen kurtulmuş bir hâlde namaz kılardı. Her hafta, peşi peşine olmak üzere; Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri oruç tutardı. Ba’zan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme husûsunda da sünnete uyardı. Asla bid’at işlemezdi. Hiçbir bid’ati beğenmez ve kabûl etmezdi. Bid’at sahiplerinden uzak durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün olanları huzûruna kabûl etmez, zenginler ile görüşmezdi.

Şah Cihan hazretleri, birgün yeğeninin evine gitmişti. Yeğeninin evine teşrîf ettiği sırada, kapıda Hindu bir kişi duruyordu. O gelince hemen kenara çekilip yol verdi. Bu sırada Şah Cihan hazretleri ona dikkatli bir nazarla baktı ve içeri girdi. İçeri girince; “Kapıdaki kimdir?” diye sordu. Hindu birisidir. Bir ihtiyâç için gelmiştir” dediler. Bunun üzerine; “Yakında sohbetimize gelir” buyurdu. Bunu işitenlerden biri; “Hindûnun müslüman olacağına dâir müjde verildi” dedi. Bir müddet sonra o Hindu bir arsa mes’elesinden dolayı biriyle hasım oldu. Mes’elenin hâlli için İslâm kadısına baş vurdu. Kâdı huzûrunda konuşurken, sözlerinden müslüman olduğu anlaşılıyordu. Daha sonra müslüman olduğunu açıkladı ve Şah Cihan hazretlerinin dergâhına gidip talebelerinden oldu.

Bir defasında Timur Şah bir hastalığa tutulmuştu. Hastalığa bir türlü çâre bulamamışlardı. Nihâyet Şah Cihan hazretlerine haber göndererek; “Tabibler tedâvisinden âciz kaldılar, bir çâre bulamadılar! Şimdi sizin himmetinizi beklemektedir” dediler. Bu haber üzerine Şah Cihan hazretleri hemen şöyle buyurdu: “Esferze denilen bitkiden bir miktar ilâç yapıp üç gün yutsun, inşâallahü teâlâ şifâ bulacak.” Bu durumu tabibler duyunca hepsi birden ittifâk hâlinde dediler ki: “Onun hastalığı soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer “Esferze” bitkisinden yapılan ilâç verilirse ölmesine sebep olur. Fakat madem ki, Şah Cihan böyle buyurmuş tecrübe edilsin.” Bunun üzerine Timur Şâh’ın tabibi olan en meşhûr tabib, “Tecrübe gerekmez. Bu, canla oynamaktır” dedi. Tabiblerin endişesi ve bu husûsdaki dedikoduları Şah Cihan hazretlerine bildirilince, bir miktar “Esferze” bitkisi istedi. Kendi eliyle ilâç hazırlayıp, Timur Şâh’a gönderdi ve; “Bu bitkide üç çeşit hâssa (özellik) vardır. Hiç endişelenmesin. Üç gün bu ilâcı kullansın, sıhhate kavuşacak” buyurdu. Timur Şah, Şah Cihan hazretlerinin tavsiye ettiği ve eliyle yaparak gönderdiği ilâcı üç gün kullandı. Neticede tamamen sıhhate kavuştu. Timur Şah ve ilâcın kullanılmasına mâni olmak isteyen tabibler hayret ettiler. Şah Cihan hazretlerinin ilim ve ma’rifet sahibi bir zât olduğunu iyice anlayıp sohbetine katıldılar.

Umdet-ül-makâmât kitabının müellifi Hâce Muhammed Fadl şöyle anlatmıştır: “Bizim evimizin önünde bir söğüt ağacı vardı. Birara bu söğüt ağacı kurudu. Birgün Şah Cihan hazretleri abdest alırken, abdest aldığı suyu bir kaba koydum. Niçin aldığımı sorunca; “Kurumuş bir söğüt ağacımız var. Onun altına dökeceğim” dedim. Buyurdu ki: “Eğer bu niyetle dökeceksen o ağaç yeşerir.” Götürüp evimizin önündeki kurumuş olan söğüt ağacının altına döktüm. Onun bereketiyle yeşermesini arzu ediyordum. Nihâyet ağaç yeşerip taze dallar verdi. Şah Cihan hazretleri birgün bu söğüt ağacına bakarak; “Bu ağaç biz hayatta olduğumuz müddetçe ba’zan kurur, ba’zan yeşerir. Fakat biz vefât ettiken sonra tamamen kurur!” buyurdu. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu.

Şah Cihan hazretleri birgün abdest almıştı ve hizmetçiye; “Bu abdest suyunu sakla ki ona ihtiyâç olacak” buyurmuştu. Hizmetçi; “Ne için lâzım olacak?” deyince; Bir yılanın zehirinin te’sîrini defetmek için!” buyurdu. Sonra Cum’a namazını kılmaya gitti. Namazdan döndükten sonra, huzûruna zayıf ve bitkin bir kimse getirdiler ve; “Bunu yılan soktu ölmek üzeredir. Bir de küçük çocuğu var, babasız, yetim kalacak! Bir duâda ve yardımda bulunun!” dediler. Şah Cihan hazretleri Cum’a namazına gitmeden önce abdest alırken hizmetçiye bir kaba koymasını söylediği abdest suyunu istedi. “Onu bunun için ayırmıştık” buyurdu. Sonra yılanın soktuğu kimseye verip, bir kısmını yılanın soktuğu yere sürmesini söyledi. Buyurduğu gibi yapıp, zehirlenmekten kurtulup, hemen orada iyileşti. Şah Cihan Muhammed Seyfullah hazretlerinin, bunlardan başka daha birçok kerâmetleri ve tasarrufu görülmüştür.

Ömrünün son günlerinde, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) kabr-i şerîfini ziyâret arzusuyla yandı. Gençliğinde hacca gidip, ziyâret etmişti. Hayâtının son zamanlarında Kabil’e gitti. Son günlerinde ibâdet ve tâatlarını pek ziyâde arttırmıştı. Bu hâlini görüp ibâdetleri çok ziyâdeleştirdiniz denilince, tebessüm ederek; “Artık ömür sona erdi, elden ne gelirse yapmak lâzım” buyurdu. Son günlerinde sohbetleri pek kalabalık olmaya başlamıştı. Pekçok kimse onun sohbetini bulunmaz bir ganîmet bilerek feyzlerine kavuşuyordu. Vefâtından önce sıtma hastalığına tutulup, hastalığı yedi gün şiddetle devam etti. Hastalığı sırasında alnından terlerin aktığı görülerek, şifâya kavuşacağınıza alâmet denilince, tebessüm edip; “ümid ediyorum ki, âhıret şifâsı hâsıl olacak!” buyurdu. Son nefesleri verdiği sıralarda başında bulunanlar yüzünün nûrunun her an ziyâdeleştiğini görerek hayret ettiler. Bu hâlde iken başında Yâsîn-i şerîf sûresinin okunmasını emretti ve okundu. Kendisi de hep zikir ile meşgûl oluyordu. Bu hâlde iken tebessüm ederek vefât etti. Cenâzesi yıkanırken yanında bulunan Hacı Muhammed Fadl şöyle anlatmıştır: “Cenâzesi yıkanırken ben ayak ucunda duruyordum. Yıkama işi bitince yüzüyle bana karşı bir işâret yaparak ayaklarını gösteriyordu. Ayak ucuna gidip baktım ki ayağında az bir yer kuru kalmış. Orayı da yıkadık. Cenâzesinde büyük bir cemâat toplanmıştı. Kabre koymak üzere kabrine inmiştim. Mübârek yüzünü birazcık kıbleye karşı çeviriyordum. Kendisi gayet yavaş bir hareket ile yüzünü kıbleye çevirdi. Yüzünü açtım, yüzünde öyle bir nûr parlıyordu ve devamlı artıyordu ki, akıl onu anlayamaz.” Kabri, Rûşenî Hîndî mescidi yanındadır. Vefât etmeden önce bir gün bir yere oturup sohbet etmişti. Orada gayet güzel ve yeşil bir ağaç vardı. Ağaç altında oturulduğu sırada; “Burası kâmil ve mükemmil bir zâtın mekânı olacak” buyurmuştu. Vefât edince kendisi işâret ettiği o yere defnedilmiştir.

Şah Cihan hazretlerinin çok evlâdı vardı. Çoğu çocuk iken vefât etmişti. Hayatta kalanlardan sekiz oğlu ve onüç kızı vardı. Oğullarının isimleri şöyledir: 1- Şah Veliyyullah: Babasının hizmetinde bulunup, sohbetlerinde yetişmiştir. 2- Meyan Kudretullah: Kabil çevresinde yerleşmiştir. 3-Meyân Kerâmetullah: Pekli civarında yerleşmiştir. 4- Meyan Emînullah: Şiirde çok kabiliyetli idi. 5- Meyan Zikrullah: Kabil civarında yerleşmişti. 6-Meyân Zuhûrullah: Bu oğlunu çocukluğunda çok severdi. 7- Meyan Mutîullah: Babasının vefâtından sonra genç yaşta vefât etti. 8- Meyan Abdullah: Babası vefât ettiğinde iki yaşında idi. Talebelerinin ve halîfelerinin meşhûrlarından ba’zıları şu zâtlardı: Bîbî Sahibe, Meyan Süleymân, Meyan Ahmed Hân, Meyan Seyyid nûr Muhammed, Kâdı Meyan Muhammed Kâsım, Meyan İsmâil, Muhammed Fadl, Ahmed Kehbetâî ve Mevlevî Muhammed Hayât.

Kayyûm-i cihan Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin eserleri: 1- Âdâb-ül-İrşâd: Bu eserine “Ma’den-ül-esrâr” adı da verilmiştir. Bu eseri, gençlik yıllarında 1186 (m. 1772) senesinde yazmıştır. 2- Mahzen-ül-envâr-i Ahmedî fî keşf-il-esrâr-il-Müceddidî:

Bu eseri tasavvuftan bahsetmekte olup, Kabil’de bulunduğu sırada 1218 (m. 1803) senesinde yazmıştır. 3- Cihar cûy (Dört nehir):

Bu eseri mesnevî tarzında olup, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye yollarını medhetmektedir. Bu eseri vefâtından sonra basılmıştır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Umdet-ül-mukâmât sh. 445


KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 13.ASIR ÂLİMLERİ