HÂDİMÎ

Anadolu’da yaşayan fıkıh ve tasavvuf âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Mustafa olup, Konya’nın Hadim kasabasında 1113 (m. 1701) senesinde doğdu. Künyesi Mevlânâ Ebû Sa’îd’dir. Önce babasından, sonra zamanın büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Pâdişâh Üçüncü Ahmed Hân’ın iltifâtına mazhar oldu. 1176 (m. 1762) senesinde doğduğu yer olan Hâdim’de vefât etti.

Mevlânâ Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî’nin dedeleri Buhârâ’lıdır. Dedelerinden Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ’nın tanınmış asîl ailelerinden olup, âlim ve velî bir zât idi. Anadolu’ya gelerek, Hadim kasabasında yerleşti. Muhammed Hâdimî’nin babası Fahr-er-Rûm (Rûm diyârının seçilmişi, herkesin onunla övündüğü) nâmıyla meşhûr Kara Hacı Mustafa Efendi’dir. Mustafa Efendi, bulunduğu çevrede tanınmış âlimler arasında idi. Muhammed Hâdimî, ilk tahsilini babasından gördü. On yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabî ve Fârisîyi öğrendi. Babasının emriyle Konya’da Karatay Medresesi’ne yazıldı. Burada beş sene ilim öğrendikten sonra, hocası İbrâhim Efendi’nin tavsiyesi ile İstanbul’a gitti. İstanbul’da zamanın meşhûr âlimlerinden Kazâbâdî Ahmed Efendi’den ilim öğrenerek icâzet aldı. Yirmiyedi yaşında yüksek tahsilini bitiren Muhammed Hâdimî, dört katır yükü kitap ile Hâdim’e döndü. Babasının boş bıraktığı Hadim Medresesi’nde ders vermeğe başladı.

Kısa zamanda nâmı İstanbul’a kadar varan Muhammed Hâdimî hazretleri, önce Pâdişâh Üçüncü Ahmed Hân, sonra da Birinci Mahmûd Hân tarafından İstanbul’a da’vet edildi, ikinci gidişinde, Pâdişâh’ın da bulunduğu Ayasofya Câmii’ndeki bir toplantıda, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrini yapması istendi. Şeyhülislâm ve meşhûr âlimlerin de bulunduğu o mecliste Muhammed Hâdimî, Fâtiha’yı çok güzel tefsîr edip, başta Pâdişâh olmak üzere, herkesin takdîrine mazhar oldu. Bunun üzerine İstanbul’da kalarak, Osmanlı Devleti içinde yazılan dînî eserlerin, kendi tetkikinden geçtikten sonra yayınlanması görevi teklif edildi. Fakat Hâdimî, Hâdim’deki medresesinde talebe okutmağı, bu vazîfe teklifine tercih ederek memleketine döndü. Medresesinde Arabî, Fârisî, usûl-ı fıkıh, fıkıh, tefsîr, hadîs, kelâm, edebiyat gibi dersler okuttu. Pekçok âlimin yetişmesine vesîle oldu. Bunların içinde başta oğulları Sa’îd, Abdullah, Emîn, Nu’mân gelmekte idi. Ayrıca “Ayaklı Kütüphâne” lakabıyla anılan Müftî-zâde Muhammed Antâkî, İsmâil Gelenbevî, Mehmed Kırkağacî, Hâfız Osman Uskübî, Ahmed Ürgübî, Konyalı İsmâil Hakkı, Hacı İsmâil Kayseri gibi âlimler meşhûr oldular.

Hâdimî hazretleri talebelere ders vermenin yanısıra, insanların hidâyete gelmesine, İslâm ahlâkını ve hukukunu öğrenmesine vesîle olmak için çok çalıştı. Pekçok kitaplar yazdı. Bu yazdığı eserlerden, İmâm-ı Birgivî hazretlerinin Tarîkat-ı Muhammediyye isimli eserine yaptığı şerhi çok kıymetlidir. Bu şerhe “Berîka” ismini vermiştir. Muhtelif târihlerde sık sık basılmıştır.

Muhammed Hâdimî hazretleri, eserlerine aldığı hadîs-i şerîflerin, sahih olup olmadığını iyice araştırırdı. Eğer sahih olduğunda şüphe ederse, bizzat Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sorup öğrenirdi. Medîne-i münevverede, Ravda-i mutahhera harem ağalığı vazîfesini yapan Beşir Ağa, bu mevzûu şöyle anlattı: “İstanbul’a gelmişti. Pâdişâh Birinci Mahmûd Hân, Harem-i şerîften ma’lûmât almak için huzûruna çağırmıştı. Hâl hatır sorduktan sonra; “Haremeyn-i şerîfeynde nelere muttali oldun?” diye suâl ettiler. Ben de gördüklerimi şöyle anlattım: “Hayretle gördüğüm hâdiselerden biri şudur Ravda-i mutahherada (Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerinde) gece temizlik yapmak için çalışıyordum. Gece yarısına doğru Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah efendimizle görüşmek için geldiği Cibril kapısı birden açıldı. Bu saatte gelen kimdir? diye kapıya koştum. Sakallı, nûr yüzlü bir kimse ile karşılaştım. Bana selâm verdi. Selâmı aldım ve; “Hoşgeldiniz efendim” dedim. Bana, gayet sessiz bir şekilde cevap verdikten sonra, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek kabrinin ayak ucuna doğru gitti. Arkasından bakakalmıştım. Orada bir müddet bekledi. Kabr-i şerîfe karşı ba’zı şeyler söyledi. Çok dikkat etmeme rağmen anlayamadım. İşi bitince arka arka giderek huzûrdan ayrıldı. Çok merak etmiştim. Yanıma geldiğinde büyük bir edeble; “Siz kimsiniz ve nerelisiniz?” diye sordum. O da; “İsmim Muhammed, Diyâr-ı Rûm’danım. Hâdim’de ikâmet ediyorum” dedi. Bu gece yarısı ziyâretinizin hikmeti nedir?” diye suâl edince de; “İmâm-ı Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye isimli kitabını şerh ediyorum. Bir hadîs-i şerîfin sahih olup olmadığında şüpheye düştüm. Hemen gelip gördüğünüz gibi, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûr-ı şerîflerinde, bunu suâl eyledim. Sahih olduğu buyuruldu” dedi. Ondan sonraki günlerde yine aynı saatlerde zaman zaman geldi. Geldiğinde odama götürür kısa bir süre de olsa sohbet ederdik. Artık onunla dost olmuştuk.” Beşir Ağa’nın konuşmasını hayretle dinleyen Pâdişâh Birinci Mahmûd, Hâdim’e bir haberci göndererek, Muhammed Hâdimî’yi İstanbul’a da’vet etti. O geldiği gün, ona sima olarak çok benzeyen birkaç kimse daha saraya getirtti. Maksadı Beşir Ağa’yı imtihan etmek idi. Beşir Ağa’yı da huzûruna çağırdı. Misâfirlerin huzûra gelmesi bildirildi. Biraz sonra Muhammed Hâdimî ve ona çok benzeyenler odaya girdiler. Beşir Ağa, girenlerin arasından Muhammed Hâdimî’yi göstererek; “Bahsettiğim zât işte budur” dedi. Birinci Mahmûd Hân, Hâdimî hazretlerine çok iltifât edip ihsânlarda bulundu.

Muhammed Hâdimî hazretleri anlattı: “Rûm diyarının seçilmiş âlimlerinden olan mübârek babam Mustafa Efendi’nin kabrini ziyârete gitmiştim. Kabrinin başında Yâsîn sûresini okuyup sevâbını, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ), bütün peygamberlere (aleyhimüsselâm) Eshâb-ı Kirâma (radıyallahu anhüm) ve bütün ehl-i îmânın rûhlarıyla birlikte, babamın da rûhuna hediye ettim. Sonra murâkabeye dalmış hâlde beklerken, Allahü teâlânın izni ile babam aniden mezarından kalktı. Çok heyecanlandım. Onu bu şekilde ilk defa görüyordum. Sessizce bir müddet bekledikten sonra, ondan nasihat istedim, “İşte beni görüyorsun ya; dünyânın sebep ve alâkalarından hiçbir şey fayda vermiyor. Geçim husûsunda hırs ve kötü emelden sakınarak, cenâb-ı Hakka tevekkül et ve O’nun verdiklerine râzı ol! Dünyâda sebeplerini yaratanı unutup, ihtiyâcını, görünüşte buna sebep olan kula bildirirsen, cenâb-ı Hak seni elinden birşey gelmeyene muhtaç eder. Eğer ihtiyâcını herkese söylemeden sâdece Allahü teâlâya arzedersen, dünyâ bile sana muhtaç olur” dedi.

Muhammed Hâdimî hazretleri, 1176 (m. 1762) senesinde Hâdim’de, son hastalığına yakalanmıştı. Çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırıp herbiriyle helâllaştı, vedâlaştı. Çocuklarına ve talebelerine vasıyyetini bildirdikten sonra; “Vefât ettiğimde, daha önce vasıyyet edip anlaştığım kimse gelene kadar beni soyup gaslimi yapmayın” buyurdu. O gece sabaha karşı, talebelerinin Yâsîn-i şerîf kırâatları arasında mübârek rûhunu teslim eyledi. Kuşluk vakti sıralarında daha önce anlaştığı Trabzonlu Hacı Mehmed Efendi gelip, gasil, techiz ve tekfin işlerini yaptı. Kabrini babası Mustafa Efendi’nin yanında kazdırdı ve oraya defni yapıldı. Âşıkları uzak yerlerden gelerek kabrini ziyâret etmektedir.”

Mezar taşında şunlar yazılıdır “Bütün dînî bilgileri kendisinde toplayan ve Tarikat-i Muhammediyye kitabını şerheden, âriflerin kutbu, Allahü teâlâya kavuşmak istiyenlere yardım eden Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî’nin rûhuna Fâtiha.”

Muhammed Hâdimî hazretlerinin, Peygamber efendimizi medheden manzûmesi aşağıdadır:

Fakîrem kapına geldim,
Şefaat yâ Resûlallah!
Mukırrim suçum bildim,
Şefaat yâ Resûlallah!

Günahkârım, yüzüm kara,
Korkarım atarlar nâra,
Meğer sende ola çâre,
Şefaat yâ Resûlallah!

Okundu şânına “Levlâk”,
Ki, sensin şahı “Erselnâk”,
Dedi, Hak sana “Âteynâk”
Şefaat yâ Resûlallah!

Habîbsin, cümleden evlâ,
Seni medh eyledi Mevlâ!
Makamın senin a’lâ,
Şefaat yâ Resûlallah!

Nice Medh eyleye insân,
Mürekkep çünkü nisyândan,
Meğer senden ola ihsân,
Şefaat yâ Resûlallah!

Benim muhtaç serdergân,
Tövbe et, tenin uryan,
Meğer senden ola derman,
Şefaat yâ Resûlallah.

Okudum çok tahıyyâtı,
Salât ile salevâtı,
Akabinde münâcâtı,
Şefaat Yâ Resûlallah!

Kat’ı çoktur tahıyyâtın,
Dahî cürmü ceneyâtım,
Kapına arz-ı hâcâtım,
Şefaat yâ Resûlallah!

Meğer hep isyandayım,
Gulam-ı ayn-ı noksanım
ve lâkin ehl-i îmânım,
Şefaat yâ Resûlallah!

Gönülde şevki derdime,
Mecal kalmadı terkime,
Cemîan asl u fer’ime,
Şefaat yâ Resûlallah!

Cehennem kaynayıp taşa,
Bilinmez ne gelir başa,
Zükür inâs karındaşa,
Şefaat yâ Resûlallah!

Kerem kılagel sen efrada,
Eğer hasım eğer yâra,
Husûsan ehl-i evlâda,
Şefaat yâ Resûlallah!

Gözümüz kapladı perde,
Da’vâsından kamu dertde,
Bize, üstada, şakirde,
Şefaat yâ Resûlallah!

Atâlar kıl garîbana,
Bizi gönderme nirâna,
Bütün ahbâb u cirâna,
Şefaat yâ Resûlallah!

Kebap olur beher cana,
Ciğerler tutuşup yana,
Umûman ehl-i îmâna,
Şefaat yâ Resûlallah!

Nazar kıl ayn-ı ref’etten,
Nasîb eyle şefaatten,
Fakîrim cümle ümmetten,
Şefaat yâ Resûlallah!

Ümmetin Hâdim-i ahkar,
Âlende nâkıs-ı ebter,
Meğer lütf olmasa âher,
Şefaat yâ Resûlallah!

Muhammed Hâdimî hazretlerinin mühürlerinde şu yazı vardı:

“Ey bâr-i Huda be Hakki hesti,
Şeş çiz mera medet firistî,
İmânu emân, ten dürüsti,
İlim-u amel, ferâğ-ı desti.”

“Mezhebi Nu’mân, Es-Seyyid Muhammed.”

Ma’nâsı: “Yâ Rabbî! Varlığın hakkı için şu altı şeyi bana ihsân eyle: İmân, vücûd sıhhati, ilim, amel ve ihlâs, cömertlik ve emirlerini yapabilmek. Hanefî mezhebinden Seyyid Muhammed.”

Muhammed Hâdimî hazretlerinin insanlığın saadeti için hazırladığı eserler pekçoktur. Bunlardan ba’zıları şunlardır, 1-El-Berîkat-ül-Mahmûdiyye fî şerhi Tarîkat-il-Muhammediyye, 2- Dürer haşiyesi, 3- Hâşiyetün alâ Tefsîr-i sûret-in-Nebe’ lil-Beydâvî, 4- Risâletün fî sülûk-in-Nakşibendiyye, 5- Risâlet-ül-Huşû’i fis-salâti, 6- Risâletün fî Hakk-ıl-istihlâf, 7- Arâyis-ün-Nefâisi fî ilm-il-mantık, 8- Menâfi-ud-dekâik fî şerhi Mecâmi-ül-hakâik. Bu eseri Mecelle’nin küllî kaidelerine kaynak olmuştur.

Muhammed Hâdimî hazretlerinin “Berîka” isimli kitabından, “Kötü Huylar” bölümünün bir kısmı aşağıya alınmıştır:

“İnsanın kötü şey yapınca, arkasından riyâzet çekmeği, nefse güç gelen şey yapmağı âdet edinmesi de, fâideli ilâçdır. Meselâ, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim, veya oruç tutacağım, gece namazları kılacağım diye nezr etmeli, adamalı veya bunları yapmak için yemîn etmelidir. Nefs, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebeb olan kötü âdetini yapmaz. Kötü huyların zararlarını okumak, işitmek de, fâideli ilâçdır.

İnsanda olan kötü huyların ba’zıları:

Kötü huylardan “Riya” için Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkir etmiş olur” ve “Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riya demektir” ve “Dünyâda riya ile ibâdet edene, kıyâmet günü; “Ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste” denir” ve “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Benim şerikim yoktur. Başkasını bana şerik eden, sevâblarını ondan istesin, ibâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder.” ibâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emrolundu. Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlânın birliğine îmân edenden, namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur” buyuruldu. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Mu’âz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak gönderirken; “İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir” ve “İbâdetini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler” ve “Dünyâda haram edilmiş olan şeyler mel’ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir” buyurdu. Dünyâ ni’metleri geçicidir, ömürleri pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fâide ve zarar yapamaz. İnsana Allah kâfidir.

Tûl-i emel: Zevk ve safa sürmek için çok yaşamağı istemektir. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sahipleri, ibâdetleri zamanında yapmaz. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun ve ameli kötü olandır” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabr azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saadettir” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır.”

Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin ve gençliğin, ölüme mâni olmadığını unutmamalıdır. Çocuklar’daki ve gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sahibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın fâidelerini öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâmdan Berâ bin Azib diyor ki: “Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kabir başına oturdu. Ağlamağa başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra; “Ey kardeşlerim! Hepiniz hazırlanınız” buyurdu. Ömer bin Abdülazîz, bir âlimi görünce, nasihat istedi. O da, “Şimdi halifesin, istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin” dedi. Biraz daha söyle deyince; “Âdem aleyhisselâma kadar bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi” dedi. Halîfe, uzun zaman ağladı. Hadîs-i şerîfde; “İnsanlara vâ’iz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kaza ve kadere îmân etmek yetişir” buyuruldu. Yine; “İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur” ve “Allahü teâlâdan haya ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kayb etmeyiniz. Kavuşamıyacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız, ihtiyâcınızdan fazla binalar yapmakla hayâtınızı harcamayınız” ve “Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dininizin ve dünyânızın harâb olmasına sebep olur” ve çok sevdiği Üsâme bin Zeyd’in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince; “Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sahibi olmuş” buyurdu. İhtiyâç maddelerinin veresiye de alınmaları caizdir. Bir hadîs-i şerîfde; “Cennete gitmek isteyen, uzun emel sahibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması, ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahdan haya etsin” buyuruldu. Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için, uzun emel sahibi olmak haramdır. Mübahlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sahibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamağı değil, sıhhat ve afiyet ile yaşamağı istemelidir.

Tama’: Kalb hastalıklarının birisi de tama’dır. Dünyâ lezzetlerini haram yollardan aramağa tama’ denir. Tama’ın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan nafile ibâdetleri ve âhıreti unutturan mübahları yapmak da tama olur. Tama’ın zıddına aksine tefviz denir. Tefviz; helâl ve fâideli şeyleri kazanmağa çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir.

Şeytan, riyayı ihlâs olarak ve tama’ı tefviz olarak göstererek, insanı aldatmağa çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu melek, insana iyi düşünceler ilham eder. Şeytan da, insanın kalbine kötü düşünceler, vesveseler getirir. Helâl yiyen kimse, ilham ile vesveseyi birbirinden ayırır. Haram yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu düşüncelere ve arzulara hevâ denir. İlham ve vesvese devamlı olmaz. Nefsin hevâsı ise devamlıdır ve gittikçe artar. Vesvese, duâ ederek, zikr ederek azalır ve yok olur. Hevâ ise ancak kuvvetli mücâhede ile azalır, yok olur. Şeytan, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs, kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. Bunun için, insanlara vesvese veren şeytana hannâs denilmiştir. İnsan, şeytanın bir vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Nefs-i emmâre, dâima zararlı şeyler ister. Şeytan ise, çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı olan şeyi de vesvese yapar. Büyük günaha sürüklemek için, küçük hayır yapmağı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için hadîs-i şerîfte; “Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnadır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günah yapınca hemen tövbe etmek” buyuruldu. İlham olunan hayır, Allah korkusu ile yavaş yavaş yapılır ve sonu düşünülür. Bir hadîsde; “Melekten gelen ilham, İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten ayrılmağa sebeb olur” buyuruldu. İnsan, ilham olunan şeyleri yapmalı. Vesveseyi yapmamak için cihâd etmeli, çalışmalıdır. Nefse uyan kimse vesveselere tâbi olur. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhama uyması kolay olur. Bir hadîs-i şerîfte; “Şeytan, kalbe vesvese verir. Allahın ismi söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder” buyuruldu. Kalbe gelen hâtıranın cinsini anlamak için, İslâmiyete uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih olan bir âlime sorulur. Sâlih olmayan, dîni, dünyâ kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhud, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar üstâdlarının hepsi ma’lûm olan hakikî bir rehbere sorulur. “Kutb-i medar” denilen evliyâ, az olsa da, kıyâmete kadar mevcûddur. “Kutb-i irşâd” denilen İslâm âlimi her zaman ve her yerde bulunmaz. Uzun zaman aralıkları ile ve nâdir olarak bulunur. Her yerde çok bulunan câhil tarikatçıları ve yalancı şeyhleri, hakîkî rehber sanmamalıdır. Böylelerin tuzaklarına düşerek dünyâda ve âhırette saadetten mahrûm kalmamak için çok uyanık olmalıdır. Kalbe gelen hâtıra, nefse acı gelirse, hayır olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. Şeytanın hileleri çoktur. Mühim olanlardan birincisi; “Allahın senin ibâdetine ihtiyâcı yoktur” demesidir. Buna karşı; “Amel-i sâlihin fâidesi, bunu yapanadır” meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlamalıdır.

Şeytanın ikinci hilesi; “Allah rahimdir, kerîmdir, seni de af eder, Cennete kor” demesidir. Buna karşı; “Allahın kerîm, olması, seni aldatmasın” ve “Cennette kullarımızdan mütteki olanları vâris kılarız” meâlindeki âyet-i kerîmeleri hatırlamalıdır.

Üçüncü hilesi; “Senin ibâdetlerin hep kusurludur; riya karışıktır. Böyle ibâdetlerle mütteki olamazsın. Allahü teâlâ meâlen; “Allah, yalnız müttekilerin ibadetlerini kabûl eder.” buyuruyor. Senin ibâdetlerin kabûl olmaz. Boşuna uğraşıyorsun. Boş yere sopa yiyen hayvan gibi eziyet çekiyorsun” demesidir. Buna karşılık; “Ben, Allahın azâbından kurtulmak ve emrine uymak için ibâdet ediyorum. Benim vazîfem, emri yerine getirmektir. Kabûl olup olmayacağı, O’nun bileceği şeydir. Şartlarına uygun olan ve farzları yapılan ibâdetin sahih olması muhakkakdır” demelidir. Farzları terk etmek büyük günahtır. Bu günahlardan kurtulmak için ibâdetleri yapmak lâzımdır. İbâdet yapmadan Cennete girmek için duâ etmek günahtır. Hadîs-i şerîfte; “Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allahın rahmetini bekler” buyuruldu. Ahıret için lâzım olan şeyleri, bu fâni dünyâda hazırlamak lâzımdır.

Şeytanın hilelerinden dördüncüsü; “Şimdi dünyâyı kazanmak için çalış da, rahata kavuş, o zaman rahat rahat, huzûr içinde ibâdet edersin.” diyerek ibâdet yapmağa mâni olmasıdır. Buna cevap olarak; “Ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiştir. Belki yakında ölürüm, ibâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım” demelidir Hadîs-i şerîfte; “Helekel-müsevvifûn” buyuruldu ki: “Bugünkü vazîfelerini yarına bırakanlar zarar ettiler” demektir.

Şeytanın hilelerinden beşincisi; ibâdetleri terk ettiremeyince; “Çabuk kıl, vaktini kaçırma” diyerek şartlarını, farzlarını tamam yaptırmamak istemesidir. Buna karşılık; “Farzlar çok azdır. Bunları yavaş yavaş ve şartlarına uygun olarak yapmak lâzımdır. Farz olmayanları da, şartlarına uygun olarak az yapmak, şartları noksan olarak çok yapmaktan iyidir” demelidir. Altıncı hile olarak riyayı tavsiye etmesidir. “Herkes görsün de, beğensin” der. Buna cevap olarak; “Kendine faide ve zarar vermek, kimsenin elinde değildir. Başkalarına ise, hiç veremezler. Böyle olan kimselerden birşey beklemek abes olur, bâtıl olur. Fâide ve zarar veren ancak Allahü teâlâdır. Yalnız onun görmesi, bana yetişir” demelidir.

Yedinci hile olarak, ibâdetlere mâni olamayacağını anlayınca, insana ucb, ya’nî ibâdetlerini beğenmek vesvesesi vermesidir. “Senin gibi akıllı, uyanık kimse var mı? Bu zamanda, herkes gaflet uykusunda iken, sen ibâdet yapıyorsun” der. Buna karşılık; “Bu akıl ve intibah benden değildir. Rabbimin ihsânıdır. O’nun ihsânı olmasa, ibâdet yapamam” demelidir.

Sekizinci hile olarak; “İbâdetlerini gizli yap. Allahü teâlâ, senin sevgini ve şerefini insanların kalbine yerleştirir” diyerek gizli riyaya düşürmek istemesidir. Buna karşılık, “Ben Allahın kuluyum. O, benim sâhibimdir. İbâdetimi isterse beğenir, isterse red eder. İnsanlara bildirip bildirmemesine karışamam” demelidir.

Dokuzuncu hile olarak da; “İbâdet yapmağa ne lüzum var? insanların Sa’îd ve şakî olacakları ezelde takdîr edilmiştir. Sa’îd olan, ibâdeti terk edince, affedilir, Cennete gider. Ezelde şakî olan, ne kadar ibâdet yaparsa yapsın, fâidesi olmaz, muhakkak Cehenneme gider. O hâlde, kendini boşuna yorma! Rahatına bak” demesidir. Buna cevap olarak; “Ben kulum, kulun vazîfesi, sahibinin emrini yapmaktır” demelidir. Buna karşılık; “Emri yapmayınca, azâb korkusu olursa, emri yapmak lâzım olur. Ezelde sa’îd olan için bu korku yoktur” derse, buna cevap olarak da; “Rabbim herşeyi bilir ve dilediğini yapar. Dilediğine hayır, dilediğine şer verir. Kimsede O’na suâl sormak hakkı yoktur” demelidir. İblîs, Îsâ aleyhisselâma görünerek; “Ezelde Allahü teâlânın takdîr ettikleri hâsıl olur” diyorsun, öyle mi?” dedi. “Evet, öyledir” buyurdu. “Öyle ise, kendini şu dağın tepesinden aşağı at. Eğer ezelde selâmetin takdîr edilmiş ise, sana birşey olmaz” dedi. Cevâbında; “Ey mel’ûn! Allah, kullarını imtihan eder. Kulun, sahibini imtihan etmeğe hakkı yoktur” buyurdu. Şeytanın bu hilesine karşı; “İbâdet yapmak fâidelidir. Çünkü, ezelde sa’îd isem, sevâbların artması derecelerin yükselmesi için ibâdetleri yapmak lâzımdır. Şakî isem, ibâdet yapmamak azâbından kurtulmak için, ibâdet yapacağım” demelidir, ibâdet yapmanın bana hiçbir zararı da olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ hakimdir, ibâdet yapanlara azâb etmesi, onun hikmetine yakışmaz. İbâdeti terk etmenin, ezelde sa’îd olana zararı olmasa bile, fâidesi yoktur. Böyle olunca, terk etmek nasıl tercih edilir? Aklı olan kimse, fâideli olanı yapar, fâidesiz olanı terk eder. Ezelde şaki isem, Rabbime itaat etmiş olarak Cehenneme girmeği, âsî olarak girmeğe tercih ederim. Bundan başka, Allahü teâlâ, ibâdet edenleri Cennete sokacağını, ibâdet etmiyenlere Cehennemde azâb yapacağını va’d etmiştir. Allahü teâlâ va’dine sâdıktır. Va’dinden dönmeyeceği, söz birliği ile bildirilmiştir.

Kibir: Kalb hastalıklarının birisi de kibirdir. Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kendirli ondan üstün görmekle, kalbi rahat eder. Ucb da kendini ondan üstün bilmektir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibir, kötü huydur. Haramdır. Halikını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmışdır. Hadîs-i şerîfte; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez” buyuruldu. Kibrin aksine “Tevâzu” denir. Tevâzu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevâzu, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfte; “Tevâzu edene müjdeler olsun” buyuruldu. Tevâzu sahibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskin olmaz. Malını helâldan kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerîflerde; “Tevâzu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyuruldu. Tekebbür edene, ya’nî kibir sahibi olana karşı tekebbür etmek caizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sahibidir. Kibir sahibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevâbdır. Kibir sahibine karşı tevâzu eden kimse, kendisine zulüm etmiş olur. Bid’at sahiplerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek caizdir. Bu tekebbür, kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Harbde düşmana karşı tekebbür etmek sevâbdır. Hadîs-i şerîflerde; “Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mü’min, hesabsız Cennete girecektir” ve “Kul hakkı, mû’minin aybı, kusurudur” buyuruldu. Nafaka için ödünç almak ve malı olunca, hemen ödemek lâzımdır. Yukarıdaki hadîs-i şerîfte, ihtiyâç olmadan alınan ve malı olunca ödenmeyen ve haram yollarla alınan borç bildirilmektedir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edeceği zaman; “Yâ Ali! Filan yahudiye borcum vardır. Onu öde!” buyurdu. Yahudiden ödünç arpa almıştı, ödenmesi için vasıyyet buyurdu. Yahudi âlimlerinin büyüklerinden iken, Resûlullah ile ( aleyhisselâm ) bir kerre konuşmakla, hak peygamber olduğunu anlayarak imâna gelen Abdullah bin Selâm, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler; “O kadar çok malın paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun?” dediklerinde; “Nefsimi kibirden kurtarmak için” dedi. Zenginin, hamal ücreti vermemek için, malını kendi götürmesi, tezellüldür, aşağılıktır. Sünnete uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve sevâbdır. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmayacak, hepsine çok acı azâb yapacaktır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükümet reîsi ve kibirli olan fakir” buyuruldu. Ömer ( radıyallahü anh ) Şam’a gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretleri, emrinde olanlarla birlikte karşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünkü, kölesi ile nöbetleşe biniyorlardı. O saat, binme sırası köleye gelmişti. Kendisi yuları tuttu, su kenarından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya soktu. Şam ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde; “Yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhassa rumlar, müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmeyecekler” deyince; “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, müslüman olmakta ve ibâdet yapmakta olduğunu anlamayacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. (Acem şahlarının elinde esîr idik.) Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi Allahü teâlânın verdiği bu lezzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder, herşeyden aşağı eder. İzzet, İslâmdadır. İslâmın ahkâmına uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saadeti başka şeylerde arayan zelîl olur” dedi. İslâmın emirlerinden biri tevâzudur. Tevâzu gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden zelîl olur.

Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sahibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs oldukları için Bolis denilmiştir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecekdir” buyuruldu. Medine vâlisi olan Ebû Hüreyre hazretleri, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd onu tanıyarak, yanındakilere; “Yol verin, emîr geliyor” dedi. Gençler, vâlinin böyle tevâzuuna hayret ettiler. Hadîs-i şerîfte; “Önceki ümmetlerde kibir sahibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” ve “Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir” buyuruldu.

Hased: Kötü huyların biri de haseddir. Hased; Allahü teâlânın bir kuluna ihsân ettiği ni’metin ondan çıkmasını istemektir. Fâideli olmayan, zararlı olan birşeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz. Gayret olur. İlmini, mal, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından, ilmin gitmesini istemek, gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atleri ve günahları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günah olmaz. Kalbde bulunan hâtıra, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse, hased olur, haram olur. Bu hasedini sözleri ile hareketleri ile belli edene, günahı daha çok olur. Hadîs-i şerîfte; “İnsan üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz” buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Sû-i zan, bir kimseyi kötü zan etmektir. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması, haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını istemek, haram olur. Hadîs-i şerîfte; “Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur” buyuruldu. İnsanın kalbine, küfre sebep olan bir düşünce gelince, bundan üzülür ve hemen red ederse, bu kısa düşünce, küfr olmaz. Farzı yapmamak veya bir haramı yapmak düşüncesi de böyledir. Fakat, senelerce sonra kâfir olmağa karar verirse, hattâ bunu bir şarta bağlarsa dahî, kâfir olur. Senelerce sonra haram işlemeğe niyet ederse, karar verirse, o anda günaha girer.

Hadîs-i şerîfte; “İnsan, haram işlemeği kalbinden geçirir, Allahdan korkarak yapmazsa, hiç günah yazılmaz. Haramı işleyince, bir günah yazılır” buyuruldu. Kalbinden geçirmeğe himmet etmek denir. Geçip gitmeyip, kalbinde devamlı kalan düşünceye azm ve karar denir. Karar vermenin günah olduğu yukarıda bildirilmişti. Bu günahı cenâb-ı Hak affetmektedir.

Kâfir olmağa ve bid’at sahibi olmağa niyet etmek haramdır. O anda, öyle olur. Çünkü, bu iki niyetin kendileri kötüdür. Kendileri haramdır. Haram işlemek düşüncesi ise, harama sebeb olduğu için kötüdür. Düşüncenin kendisi kötü değildir, bunu işlemek, yapmak kötüdür. Kötülüğü işlemeyince, haramlığın ve günahın kalkması, Allahü teâlânın merhametindendir ve Muhammed aleyhisselâm hürmetine, bu rahmet-i ilâhiye onun ümmetine mahsûstur.

İnsan bir kimsede bulunan ni’metin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de bulunmasını isterse, hased olmaz. Buna gıpta denir. Gıpta, imrenmek demektir. Güzel huydur. İslâmiyetin ahkâmına, ya’nî farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih kimseye gıpta etmek vâcibdir. Dünyâ ni’metleri için gıbta etmek tenzihen mekrûh olur.

Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, mü’min kuluna gayret eder. Mü’min de mü’mine gayret eder” buyuruldu. Allahü teâlâ, gayretinden dolayı, fuhşu haram etmiştir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde; “Ey âdemoğulları! Sizi kendim, için yarattım. Herşeyi de sizin için yarattım. Senin için yarattıklarım, seni, kendim için yaratılmış olduğundan men ve gâfil ve meşgûl etmesin” buyurmuştur. Başka bir hadîs-i kudsîde; “Seni kendim için yarattım. Başka şeylerle oyalanma! Rızkına kefilim, kendini üzme!” buyurmuştur. Yûsuf aleyhisselâmın; “Sultânın yanında benim ismimi söyle” demesi gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, senelerce zindanda kalmasına sebeb oldu. İbrâhim aleyhisselâmın, oğlu İsmâil’in dünyâya gelmesine sevinmesi, gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, bunu kurban etmesi emrolundu. Allahü teâlânın çok sevdiklerine, ba’zı evliyâya böyle gayret etmesi çok vâki olmuştur. Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememektir. Allahü teâlânın gayret etmesi, kulunun kötü, çirkin şey yapmasına râzı olmamasıdır. Kulun vazîfesi, dilediğini yapmak değildir. O’na kulluk etmektir. O’nun emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsûstur. Yalnız O’nun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günah işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. Mü’minin, günah işlemekte, kendisine gayret etmesi lâzımdır. Bu da günah işlerken heyecanlanması, kalbinin çarpıntısı, sıkılması ile olur. Mü’minin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Kalbinde, kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. Kalbin buna râzı olmaması, çırpınarak mâni olması, gayret olur. Ensârın reîsi olan Sa’d bin Ubâde hazretleri; “Yâ Resûlallah! Zevcemi yabancı erkekle bir yatakta görsem, dört şâhid görmeden öldüremez miyim?” dedikte; “Evet, öldüremezsin” buyurdu. Sa’d buna cevaben; “Dört şâhid lâzım ise de, buna tahammül edemem. Hemen öldürürüm” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Reîsinizin sözünü işitiniz! O çok gayurdur. Ben ondan daha çok gayurum. Allahü teâlâ, benden daha çok gayretlidir” buyurdu. Ya’nî böyle gayret olmaz. Ben ondan daha gayretli olduğum hâlde, İslâmiyetin dışına çıkmam. Allahü teâlâ, en çok gayretli olduğu hâlde, bu fuhuşun cezasını hemen vermez, demek istedi. Sa’d’ın haklı olan cezayı vermekte acele etmesinin doğru olmadığına işâret buyurdu. Fıkıh kitapları bildiriyor ki: “Haram işlerken gören her müslümanın ta’zîr cezası yapması lâzımdır. Görenlerin işledikten sonra ta’zir yapmaları caiz değildir. Bu zaman, ancak hükümetin ve hâkimin ta’zir etmesi lâzım olur. Zinâ yaparken görüp öldürenin, mahkemede dört şâhid göstermesi lâzımdır. Yalnız yemîn etmesi kabûl olunmaz. Zinâ yaparken görmüş olan, dört şâhid gösteremezse, katil, hâkim tarafından mahkûm edilir.

İnsanların Allahü teâlâya gayret etmeleri, haram işlenmesini istememekle olur.

Hadîs-i şerîfde; “Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmıyan, onlardan değildir. Gece ve gündüz, Allah için ve Kur’ân-ı kerîm için ve Resûlullah için ve devlet reîsi için ve bütün müslümanlar için nasihat etmeyen kimse de, bunlardan değildir” buyuruldu.

Hased, ibâdetlerin sevâbını giderir. Hadîs-i şerîfde; “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de hasenatı yok eder” buyuruldu. Hased eden, onu gıybet eder, çekiştirir. Onun malına, canına saldırır. Kıyâmet günü, bu zulümlerinin karşılığı olarak, hasenatı alınarak ona verilir. Hased edilendeki ni’metleri görünce, dünyâsı azâb içinde geçer. Uykuları kaçar. Hayır hasenat işliyenlere, on kat sevâb verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder, birisi kalır. Küfürden başka hiçbir günah, hasenatın sevâblarının hepsini yok etmez. Günah olduğuna inanmıyarak veya İslâmiyete ehemmiyet vermeyerek haram işlemek ve küfre, irtidâda sebep olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder. Çünkü, böyle yapanlar mürted olurlar. Hadîs-i şerîfde; “Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaşdı: Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan Cennete girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlasınız” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte; “Müslümanlar hayırlı olur. Hased edince hayır kalmaz” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfde; “Hased, nemime ve kehânet sahibleri benden değildir” buyuruldu. Nemime, fitne çıkarmak için, ara açmak için, insanlar arasında söz taşımaktır. Kehânet, bilmediğini söyliyerek, bundan hüküm, ma’nâ çıkarmaktır. (Bilinmeyen şeyleri haber veren, falcılara kâhin denir. Kâhine inanmamalıdır.) Bu hadîs-i şerîfden, hased edenin şefâatden mahrûm kalacağı anlaşılmaktadır. Ya’nî şefaat istemeğe hakkı olmayacaktır.

Hadîs-i şerîfde; “Altı kimse, altı şeyden hesaba çekilip, mahşer yerinde azâb gördükten sonra, Cehenneme gireceklerdir: Devlet reîsleri zulümden, Arablar kavmiyyet gayretinden, köy muhtârları kibirden, tüccârlar hıyânetten, köylüler cehâletten, âlimler hasedden” buyuruldu. Ticâret ile meşgûl olanın, yalan söylemek, faiz ve hile, başkasının malını aşırmak ne demek olduklarının ve bu haramlardan kurtulmanın çârelerini öğrenmesi lâzımdır. Köylülerin, ya’nî her müslümanın, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ilm-i hâlini bilmesi lâzımdır. Bu hadîs-i şerîf, hasedin din adamlarında daha çok bulunduğunu haber vermektedir. “Tefsîr-i kebîr”de diyor ki; “Hased on kısımdır. Bunların dokuzu din adamlarında bulunur. Dünyâ sıkıntıları on çeşittir. Bunların dokuzu sâlihlerde bulunur. Zillet on kısımdır. Dokuzu yahudilerdedir. Tevâzu on kısımdır. Dokuzu nasârâdadır. Şehvet on kısımdır. Dokuzu kadınlarda, biri erkeklerdedir. İlim on kısımdır. Biri Irak’dadır. İmân on kısımdır. Dokuzu Yemen’dedir. Akıl on kısımdır. Dokuzu erkeklerdedir. Yeryüzünün bereketi on kısımdır. Dokuzu Şam’dadır.” Fahreddîn-i Râzî hazretleri, bu tefsîrinde, kendi zamanında olanları bildirmiştir. Resûlullah dünyâya teşrîf etmeden evvel, yahudiler harb edecekleri zaman; “Yâ Rabbî! Göndereceğini va’d ettiğin ve en çok sevdiğini bildirdiğin, o şerefli peygamber hürmetine” diyerek duâ ederlerdi. Duâları kabûl olup, Allahü teâlâ kendilerine yardım ederdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) insanları müslüman olmağa da’vet edince, kendisinin va’d edilen peygamber olduğunu anladılar. Fakat hased ederek, kıskanarak inkâr ettiler. Hasedleri kendilerinin ve gelecek olan nesillerinin ebedî olarak felâkete, âzâblara sürüklenmelerine sebep oldu.

Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden korunmamızı emrettiği gibi, hased edenin şerrinden de, sakınmamızı emretti. Hadîs-i şerîfde; “Ni’met sahiblerinden ihtiyâçlarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü, ni’met sahiblerine hased edilir” buyuruldu. İhtiyâçlarınızın karşılandığı meydana çıkınca, hased olunursunuz. Sırrını saklayan kimse, isterse açığa çıkarır, isterse çıkarmaz. Sırrını açıklayan kimse, çok defa söylediğine pişman olur, üzülür. İnsan, söylemediği sözüne hâkimdir, isterse söyler, istemezse söylemez. Söylediğinin ise, mahkûmudur. Keşki söylemeseydim, der. Mala, eşyaya emîn olan kimselerin çoğu, esrâra emîn olmazlar. “Zehebini, zihâbini ve mezhebini gizli tut!” sözü meşhûrdur. (Zeheb, altın; zihâb, i’tikâd; mezheb de, işlerde tutulan yol demektir.)

Hased etmek, Allahü teâlânın takdîrini değiştirmez. Boşuna üzülmüş, yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da, cabası olur. Hazreti Muâviye oğluna nasihat olarak; “Hasedden çok sakın! Hasedin zararları, sende, düşmanından daha önce ve daha çok hâsıl olur” dedi. Süfyân-ı Sevrî; “Hased etmeyenin zihni açık olur” demiştir. Hiçbir hasedci muradına kavuşmamıştır. Kimseden hürmet görmemiştir. Hased, sinirleri bozar, ömrünün azalmasına sebeb olur. Esma’î diyor ki: “Bir köylüye rastladım. Yüzyirmi yaşında idi. Çok yaşamasının sırrını sordum. “Çünkü, hiç hased etmedim” dedi.” Ebü’l-Leys-i Semerkandî diyor ki: “Üç kimsenin duâsı kabûl olmaz! Haram yiyenin, gıybet edenin, hased edenin.”

Hasedden kurtulmak için, yukarıda yazılı zararlarını bilmek lâzımdır. Hased olunanın, dünyâda ve âhırette, bundan hiç zararı olmaz. Hattâ fâidesi olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede ni’metlerin azalmadığını, hattâ arttığını görerek, sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için, ona hediye göndermeli, nasihat vermeli, onu medh etmelidir. Ona karşı tevâzu göstermelidir. Onun ni’metinin artmasına duâ etmelidir.

Hıkd: Kalb hastalıklarındandır. Hıkd; başkasını aşağı görmek, ondan nefret etmek, kalbinde ona karşı düşmanlık beslemektir. Kendine nasihat verenlere böyle kin beslemek haramdır. Ona hıkd değil, itaat etmek lâzımdır. O, Allahın emrini yerine getirmiştir. Onu sevmek, hürmet etmek lâzımdır. Zulüm edene karşı hıkd haram değildir. Bir alacaklı ölse, bunun hakkı vârislerine ödenmese, kıyâmette ödetilir. Zâlimi af etmek efdaldır. Uhud gazâsında Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzü yaralanıp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı Kirâm çok üzüldüler. “Duâ et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin” dediler. “La’net etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim” ve “Yâ Rabbi! Bunlara hidâyet et. Tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurdu. Düşmanlarını affetti. La’net etmedi. Onlara merhamet ederek, hayır duâ etti.

Hadîs-i şerîfte; “Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, af edenleri azîz eder. Allah rızası için af edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyuruldu. Gülâbâdî diyor ki: “Bu hadîs-i şerîfte bildirilen sadaka, farz olan sadaka demektir. Ya’nî zekât demektir. Tevâzu edenin tâatlarına, ibâdetlerine, daha çok sevâb verilir. Günahları, daha çabuk affolunur. İnsanın yaratılışında, hayvani rûhun arzuları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikam, kibir sıfatları görünmeğe başlar. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilâcını bildiriyor. Sadakayı, zekâtı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikamı temizliyor.”

Hadîs-i şerîflerde; “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir. Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defa İhlâs sûresini okuyan, katilini affederek ölen” ve “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” buyuruldu.

Hıkdın sebeblerinden biri, gadabdır. Gadab eden, kızan kimse, intikam alamayınca, gadabı, hıkd hâlini alır. Gadab, kanın hareketinin artmasından (tansiyonun artmasından), meydana gelir. Allah için gadaba gelmek, iyidir. Dîne olan gayretindendir.

Şemâtet: Şemâtet; başkasına gelen belâya, zarara sevinmektir. Hadîs-i şerîfte; “Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz! Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır size verir” buyuruldu. Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek, şemâtet olmaz. Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek, şemâtet olur. Hele belâların gelmesine kendisinin sebep olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. Ucb kötü huyuna yakalanmasına sebep olur. Ona gelen belânın, kendisi için mekr ve istidrâc olabileceğini düşünmelidir. Ondan belânın giderilmesi için duâ etmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Mü’minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, Allah, bu iyiliği sana da versin. Âmin, der. Meleğin duâsı reddedilmez” buyuruldu. Düşman, zâlim olup da, kendisine gelen belâ, başkalarına zulüm etmesine mâni olursa belânın gelmesine değil de, gitmesine sevinmek, şemâtet olmaz, günah olmaz. Din gayreti olur. Din gayreti, îmânın kuvvetli olduğunu gösterir. Allah için gayret etmek iyidir. Hayvani arzular için gayret etmek iyi değildir. Zâlime belâ gelmesine sevinmek, yine iyi değildir.

Hicr: Hicr; dostluğu bırakmak, dargın olmak demektir. Hadîs-i şerîfte; “Mü’minin mü’mine üç günden fazla hicr etmesi helâl olmaz. Üç geceden sonra ona gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevap verirse, sevâbda ortak olurlar. Vermezse günah, ona olur” buyuruldu. Erkek olsun, kadın olsun, dünyâ işleri için, mü’minin mü’mine darılması, ya’nî onu terk etmesi, aradaki bağlılığı kesmesi caiz değildir. Zımmî, ya’nî gayr-i müslim muâmelâtda müslüman gibidir. İbâdetlerden ve nikâhdan başka olan işlere “Muamelât” denir.

(Gayr-i müslim vatandaşlara da, dünyâ işleri için, dargın olmak caiz değildir. Onların da, güler yüzle, tatlı dille gönüllerini almak, incitmemek, haklarını ödemek lâzımdır. Müslüman olsun, kâfir olsun, İslâm memleketinde olsun, dâr-ül-harbde olsun, nerede olursa olsun, hiçbir insanın malına, canına ve ırzına, namusuna dokunmak caiz değildir, İslâm memleketinde yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir tüccârlar, muâmelâtda, müslümanların hak ve hürriyetlerine mâlikdirler. Kendi dinlerinin îcâblarını yapmakta, ibâdetlerini yapmakta serbesttirler. İslâmiyet, kâfirlere de, bu hürriyeti vermiştir. Müslüman, Allahın emirlerine uymalı, günah işlememelidir. Hükümetin kânunlarına karşı gelmemeli, suç işlememelidir. Fitne çıkmasına sebep olmamalıdır. Müslümanlara ve kâfirlere her yerde iyilik yapmalı, herkesin hakkını gözetmelidir. Hiç kimseye zulüm, işkence yapmamalıdır. Müslümanlığın güzel ahlâkını, şerefini, her yerde herkese göstermeli, her milletin İslâm dînine sevgili ve saygılı olmasına sebeb olmalıdır.)

Dargın olana, üç günden önce gidip barışmak, daha iyidir. Güçlük olmaması için üç gün müsâade edilmiştir. Daha sonra günah başlar ve gün geçtikçe artar. Günahın artması, barışıncaya kadar devam eder. Hadîs-i şerîfte, “Sana darılana git, barış! Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!” buyuruldu. “Esselâmü aleyküm” diyene on sevâb verilir. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah diyene yirmi sevâb verilir. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ve berekâtüh diyene otuz sevâb verilir. Cevap vermek de böyledir. Üç günden fazla dargın duran kimse, şefaat olunmazsa, affolunmazsa, Cehennemde azâb görecektir. Günah işleyene, ona nasihat olmak niyeti ile hicr eylemek caizdir, hattâ müstehabdır. Allah için darılmak olur Hadîs-i şerîfde; “Amellerin ibâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillâh ve buğd-i fillâhdır” buyuruldu. Hubb-i fillâh, Allah için sevmek demektir. Buğd-i fillâh, Allah için sevmemek, dargın olmak demektir.

Gadab: Gadabı yenmeğe kâzm denir. Kâzm etmek çok sevâbtır. Gayzı, gadabı yenene Cennet müjdelendi. Allah rızâsı için kâzım olan kimse, karşısındakini affedip, ona karşılık yapmaz ise, Allahü teâlâ onu çok sever. Cennetin bunlar için hazır olduğunu bildirmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını defederse, Allah da, ondan azâbını defeder” buyuruldu. Hadîs-i şerîfde; “Bir müslümanda üç şey bulunursa, Allahü teâlâ onu muhafaza ve himâye eder onu sever, merhamet eder. Ni’mete şükür etmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince, gadabını yenmek” buyuruldu. Ni’mete şükretmek, onu İslâmiyete uygun olarak kullanmak demektir. Hadîs-i şerîfte; “Gadaba gelen bir kimse, dilediğini yapmağa kadir olduğu hâlde yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve îmân ile doldurur” ve “Bir kimse gadabını örterse, Allahü teâlâ onun ayblarını, kabahatlarını örter” buyuruldu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; “Hilm sahibi olmak, gadabını yenmekten daha kıymetlidir” buyurdu. Hadîs-i şerîfte; “Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm ile zînetlendir, takvâ ihsân eyle. Afiyet ile beni güzelleştir” buyuruldu. Abdullah İbni Abbâs’a (radıyallahü anhümâ) bir kimse söğdü. Buna karşılık olarak; “Bir ihtiyâcın varsa, sana yardım edeyim” buyurdu. Adamcağız başını önüne eğerek ve utanarak özür diledi. Hazret-i Hüseyn’in oğlu Zeynel âbidîn Ali’ye bir kimse söğdü. Elbisesini çıkarıp ona hediye eyledi. Îsâ aleyhisselâm, yahudilerin yanından geçerken, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Onlara iyi ve tatlı cevaplar verdi. “Onlar, sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi söylüyorsun dediklerinde; “Herkes, başkasına, yanında bulunandan verir” buyurdu. Halîm, selîm kimse, dâima neş’eli, rahat olur. Kendisini herkes metheder. Kıyâmet günü, Allahü teâlânın mağfiretine ve sevâblarına kavuşur.

Hadîs-i şerîfde; “Gadab, şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız!” buyuruldu. Bunun için gadaba gelince, E’ûzü Besmele ve iki Kul e’ûzü’yü (Felak ve Nâs sûreleri) okumalıdır. İnsan, gadaba gelince, aklı örtülür. İslâmiyetin dışına çıkar. Gadaba gelen kimse, ayakta ise oturmalıdır. Hadîs-i şerîfde; “Gadaba gelen kimse, ayakta ise otursun. Gadabı devam ederse, yan yatsın!” buyuruldu. Ayakta olanın intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, daha azalır. Gadab, kibirden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebeb olur. Gadab edince; “Allahümmagfirli-zenbî ve ezhib gayza kalbî ve ecirnî mineşşeytan” okumak, hadîs-i şerîfde emrolundu. Ma’nâsı; “Yâ Rabbî! Günahımı affeyle. Beni kalbimdeki gadabdan ve şeytanın vesvesesinden kurtar” demektir. Gadaba sebeb olan insana yumuşak davranamayan kimse, onun yanından ayrılmalı, onunla buluşmamalıdır.

Câhiller, ahmaklar, gadaba ve tehevvüre, atılganlığa, şecaat ve erkeklik, izzet-i nefs, gayret ve hamiyyet diyorlar. Bu, güzel isimlerle gadab kötü huyunu süslüyorlar. Güzelleştiriyorlar. Gadab etmenin iyi olduğunu anlatıyorlar. Bunu methetmek için, büyüklerin gadab ettiklerini gösteren hikâyeler de, anlatıyorlar. Böyle yapmak, cahilliktir. Aklın noksan olduğunu gösterir. Bunun içindir ki, hasta, sağlam olandan, kadın, erkekden, ihtiyâr da, gençden daha çabuk kızmaktadır. Otuz yaşından küçük olana genç, otuz ile elli arasında olana yetişkin adam, elli yaşından yukarı olana şeyh, ya’nî ihtiyâr (yetmişden sonra pîr-i fanî) denir.

İslâmiyetden, kitapdan almayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli va’z vereni dinlemek de, bunun gadabına sebeb olur. Bunun ilâcı, ağır, yumuşak ve tatlı söylemektir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn, çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, böyle abdest sahih olmaz demeğe sıkıldılar.

Yanına giderek; “Mübârek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Bir abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildir” dediler, önce Hasen, sonra Hüseyn güzel bir abdest aldılar. İhtiyâr, dikkatle baktı. “Evlâdlarım! Abdest almasını şimdi sizden öğrendim” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, ikiyüz mecûsiye ziyâfet verdi. “Bize ne emredersen yapalım” dediler. “Sizden bir dileğim var” buyurdu. “O nedir?” dediklerinde; “Benim Rabbime bir kerre secde etmenizi istiyorum” dedi. Aralarında konuştular. “Bu ihtiyârın ihsânları, ziyâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine tanrılarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz” dediler. Bunlar secdede iken, İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Gücümün yettiği bu kadar! Daha fazlasını yaptırmak elimden gelmiyor. Bunları hidâyete, saadete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara müslümanlık nasîb eyle!” dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi müslüman oldu.

Haram işleyecek kimseye gizlice nasihat edilir. Haram işlemekte olana, tatlılıkla orada söylenir. Herkese önce gizli, tenhâda nasihat vermek, daha te’sîrli olur.

Bir işle meşgûl olana, düşünceli olana, üzüntülü olana, sıkıntıda olana birşey söylemek, birşey sormak, onu gadaba getirmeğe sebep olabilir. Çocuğun ağlaması, bağırması, hayvanın bağırması da böyledir. Böyle gadaba gelmek çok çirkindir. Cansızların hareketinden gadaba gelenler görülmüştür. Bu, daha kötüdür. Koyduğu yerden kayarsa, keseri vurunca kırılmazsa, kızarak söven, vuran, helak eden, yakan kimseler görülmüştür. Kendi yaptığına kızan, bunun için kendine söven, kendine vuran da yok değildir. İbâdetde kusur ettiği için, kendine kızmak iyidir. Dîninde gayret olur, sevâb olur. Emîrleri ve yasakları sebebi ile hükümete, hükümet reîsine, Resûlullaha ve hattâ Allahü teâlâya karşı gadaba gelmek, hepsinden fenâdır. Küfre sebep olur. “Gadab, İmânı bozar” hadîs-i şerîfi, Allahü teâlâya, Resûlullaha karşı gadabın küfür olduğunu göstermektedir.

Haram işleyeni görünce, gadaba gelmek, iyidir. Din gayretinden ileri gelir. Fakat, kızınca aklın ve İslâmiyetin dışına taşmamak lâzımdır. Ona, kâfir, münâfık, deyyus ve diğer fuhuş, çirkin şeyler söylemek, haram olur. Söyleyenin ta’zir edilmesi, cezalandırılması lâzım olur. Haram işleyeni görenin, buna câhil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de, yumuşak, tatlı söyleyerek nasihat vermek, iyi olur. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, her zaman yumuşak söylemeği sever” buyuruldu.

Gadabın mukabili, karşılığı hilmdir. Hilm, gadabını yenmekten daha efdaldir. Hilm, gadaba gelmemek demektir. Aklın çokluğuna alâmettir. Hadîs-i şerîfte; “Gadaba sebep olan şey karşısında hilm göstereni, Allahü teâlâ sever” ve “Allahü teâlâ, haya, hilm ve iffet sahiplerini sever. Fuhuş söyliyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez” buyuruldu. İffet, başkasının malına göz dikmektir. Fuhuş, çirkin ve ayıp şeylerdir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Yâ Rabbi! Bana ilim, hilm, takvâ ve afiyet ihsân eyle!” duâsını çok söylerdi, İlm-i nâfi”; kelâm, fıkıh ve ahlâk ilimleridir. Afiyet, dînin ve i’tikâdın bid’atlerden, amelin ve ibâdetin âfetlerden, nefsin şehvetlerinden, kalbin hevâ ve vesveseden ve bedenin hastalıklardan selâmet bulması, kurtulması demektir. Resûlullahdan duâların efdali hangisidir diye soruldukta; “Allahü teâlâdan afiyet isteyiniz, îmândan sonra, âfiyetden daha büyük ni’met yoktur” buyurdu. (Afiyete kavuşmak için, çok istiğfar etmelidir.) Hadîs-i şerîfde; “İlim ve sekine sahibi olunuz! Öğrenirken ve öğretirken yumuşak söyleyiniz! İlim ile tekebbür etmeyiniz!” buyuruldu. Sekine, ağır başlı, vekar sahibi olmaktır. Hadîs-i şerîfde; “İslâmiyete uyan ve yumuşak olan kimseyi, Cehennem ateşi yakmaz” ve “Yumuşak olmak, bereket getirir, işinde taşkınlık ve gevşeklik yapmak, gaflete sebep olur” buyuruldu. Hadîs-i şerîfte; “Rıfk sahibi olmayan kimseden hayr gelmez!” ve “Rıfk, insana zînet verir, kusurlarını giderir” buyuruldu.

Hadîs-i şerîfte; “İlim, öğrenmekle, hilm de gayretle hâsıl olur. Allahü teâlâ, hayırlı şey için çalışanı, maksadına kavuşturur.

Kötülükten sakınanı, ondan korur” buyuruldu.

Gadr: Gadabı meydana getiren sebeblerden birisi de, gadr ya’nî ahdinde ve mîsâkında durmamaktır. Bir tarafın söz vermesine va’d denir, İki kimsenin sözleşmelerine ahd denir. Yemîn ile kuvvetlendirilen va’de misâk denir. Karşılıklı sözleşilene, önceden haber vermeden sözünü bozmak gadr olur. Devlet reîsi, kâfirlerle yapmış olduğu muahedeyi bozmak lâzım geldiğini anlarsa, onlara haber vermesi vâcibdir. Haber vermeden evvel bozması caiz değildir. Hadîs-i şerîfte; “Gadr eden kimse, kıyâmet günü kötü şekilde cezasını görecektir” buyuruldu. Gadr etmek, haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahî korumak vâcibdir.

Hadîs-i şerîfte; “Emin olmayan kimsede imân yokdur. Ahdini bozan kimsede din yoktur” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf emânete hıyânet edenin îmânı kâmil olmaz, buna ehemmiyet vermezse, îmânı kalmaz, demektir.

Hıyânet: Kalb hastalıklarındandır. Hıyânet etmek de, gadaba sebeb olur. Hıyânet de haramdır. Münâfıklık alâmetidir. Hıyânetin zıddı emânettir, emîn olmaktır. Hıyânet; birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak demektir. Mü’min, herkesin malını, canını emniyet ettiği kimsedir. Emânet ve hıyânet, malda olduğu gibi, sözde de olur. Hadîs-i şerîfde; “Meşveret edilen kimse emîndir” buyuruldu. Ya’nî onun doğruyu söyliyeceğine ve sorulanı başkalarından gizliyeceğine emânet olunur, güvenilir. Onun, doğru söylemesi vâcibdir. İnsan, malını, emniyet ettiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyliyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır. Allahü teâlâ meâlen; “Yapacağın işi önce meşveret et” (Âl-i İmrân 159) buyuruyor. Meşveret, ya’nî danışmak, insanı pişman olmaktan koruyan bir kale gibidir. Meşveret olunacak kimsenin, insanların hâlini, zamanın ve memleketin şartlarını bilmesi lâzımdır. Buna siyâset bilgisi denir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören, hattâ sıhhati yerinde olması lâzımdır. Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günahdır. Hatâ ile söylemesi günah olmaz. Yukarıdaki şartları taşımayan biri ile meşveret edilirse, her iki tarafa günah olur. Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene, melekler la’net eder. Bir kimse zararlı olduğunu bilerek bir emir verse, hıyânet etmiş olur.

Va’dini bozmak: Va’dinde durmamak da, gadaba sebep olur. Bir taraftan verilen söze va’d iki taraftan yapılan sözleşmeğe ahd denir.

Hadîs-i şerîfde; “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, va’dini ifâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyuruldu. Va’dinde durmağa gücü yetmezse, münâfıklık alâmeti olmaz. Kendisine mal veya söz yâhud sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur.

Buhârî’de yazılı olan, Amr İbni Âs hazretlerinin oğlunun bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dört şey münâfıklık alâmetidir. Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, va’dini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyuruldu. İbn-i Hacer buyurdu ki: “Nifak ya’nî münâfıklık, zâhirin bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz, İ’tikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür, işlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. İ’tikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır.” îfâ etmek yerine getirmek niyeti ile va’d yapmak caizdir, hattâ sevâbdır. Böyle va’di îfâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır. İfâ etmemek tenzîhen mekrûh olur. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutamazsa günah olmaz” buyuruldu.

Sû-i zan: Günâhının af olunmayacağını zannetmek, Allahü teâlâya sû-i zan olur. Mü’minleri haram işleyici ya’nî fâsık zannetmek, sû-i zan olur. Sû-i zan haramdır. Haram işlediğini öğrenerek, bilerek onu sevmemek, sû-i zan olmaz. Buğd-i fillâh olur, sevâb olur. Din kardeşinin aybını görünce, ona hüsn-i zan etmeli, te’viline çalışmalıdır. Onu islâh etmelidir. Kalbe gelen hâtıra, düşünce, sû-i zan olmaz. Zan etmek, ya’nî kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Âyet-i kerîmede me’âlen, “Ey îmân edenler! Sû-i zan etmekten kendinizi koruyunuz! Zan etmenin ba’zısı günahdır” (Hucurât-12) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, “Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder, onu, kendinden aşağı görmez” buyuruldu. Müslümanın müslümam öldürmesi haramdır. Bir hadîs-i şerîfde; “Müslüman müslümanın canına, malına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize bakar” buyuruldu. Allahü teâlâ kalblerde olan ihlâsa ve Allah korkusuna bakar. Amellerin, ibâdetlerin kabûl edilmesi için, ya’nî sevâb verilmesi için, hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır, “İbâdet sahih olursa, kabûl edilir. Niyete bakılmaz” demek, ilhâd olur, zındıklık olur. Allah rızâsı için yapılmayan hayrat, hasenat ve ibâdetler, kabûl edilmez. “Allahü teâlâ, kalbe bakar. İyi niyetle yapılan herşeyi kabûl eder” demek de, câhil şeyhlerin, tarikatçıların sözleridir.

Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâya hüsn-i zan ediniz” buyuruldu. Âyet-i kerîmede meâlen; “Ey günahı çok olan kullarım! Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah, günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sahibidir” (Zümer-53) buyuruldu. Şartlarına uygun tövbe yapılınca, her türlü küfrü ve her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, küfürden başka günahları tövbesiz de affeder. Hadîs-i kudsîde; “Kulum beni nasıl zan ederse, ona zan ettiği gibi muâmele ederim” buyuruldu. Kabûl edeceğini zan ederek tövbe edeni affeder.

Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek, ibâdettir” ve “Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı, elbette kabûl eder” ve “Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emreder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, yâ Rabbî! Dünyâda sana hep hüsn-i zan ettim, deyince, onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi karşılarım buyurur” buyuruldu.

Sâlih veya fâsık olduğu bilinmeyen mü’mine hüsn-i zan etmelidir. Fâsık ve sâlih olmasının ihtimâli müsâvî ise şek, şüphe denir. Müsavî değil ise, fazla olana “zan”, az olana “vehm” denir.

Mala muhabbet: Malı, haram yoldan kazanmak, haramdır. Helâl mala düşkün olmak, sevmek mekrûhdur. Hadîs-i şerîfde; “Altına ve gümüşe tapınanlara lâ’net olsun!” buyuruldu. Dünyâ peşinde koşmak, şehvetleri peşinden koşmaktan daha fenâdır. Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket olmaz. Allah zikri, düşüncesi bulunmayan kalbe şeytan yerleşir. Şeytanın en büyük hilesi, insana hayırlı işler yaptırarak kendisini sâlih, iyi zan ettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur, kendine tapınır. Hadîs-i şerîfde; “Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi; mal ve para toplamak olacaktır” buyuruldu. Dünyâlık peşine düşerek, âhıreti unutacaklardır.

Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızklarını takdîr etmiştir” buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sahibini arar. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mes’ûd yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Hadîs-i kudsîde; “Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” buyuruldu. Hadîs-i şerîfde; “Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere, mallarını ve çocuklarını düşman eyle!” buyuruldu. Bir yahudi öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan şöyle bir ses geldi: “Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir pâdişâh idim. Çok yaşadım. Mezarda yüzotuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşâsında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız.”

Hasen Çelebi, “Mevâkıf’ kitabının haşiyesinde diyor ki: “Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn hasta oldular. Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma ve hizmetçileri kız, çocuklar iyi olursa, üç gün oruç tutacaklarını adadılar, iyi oldular. İftarda yiyecekleri yoktu. Bir yahudiden üç sâ’ arpa ödünç aldılar. (Bir sâ’ 3500 gramdır.) Hazret-i Fâtıma, bir sâ’ arpayı un yapdı. Bununla beş ekmek pişirdi. Çünkü, beş kişi idiler, iftar yaklaşınca, bir fakir gelip; “Ey Resûlullahın evlâdları! Ben bir fakir müslümanım. Bana bir yiyecek veriniz. Allah da, sizi Cennet ni’metleri ile doyursun!” dedi. Ekmekleri buna verip, aç yattılar. Ertesi gün oruca niyet ettiler. Hazret-i Fâtıma ( radıyallahü anha ), ikinci sâ’ arpadan beş ekmek daha pişirdi. İftar zamanında bir yetim geldi. Bunları da ona verip, yine aç yattılar. Üçüncü gün de, oruca niyet ettiler. Üçüncü sâ’dan beş ekmek daha hazırladı. İftar zamanı bir esîr gelip yiyecek istedi. Bunları da, ona verdiler. Allahü teâlâ, Resûlullaha âyet-i kerîme göndererek, bunların nezrlerini ve îsârlarını medh ve sena buyurdu.

Müdâhene ve müdârâ: Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde, haram işliyene mâni olmamak müdâhene olur. Haramı işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı yâhud dîne olan bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebeb olmaktadır. Fitne olmadığı, ya’nî dinine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işliyene mâni olmak lâzımdır. Mâni olmamak, susmak haram olur. Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir. Susmak çok yerde iyidir. Fakat, hakkı, hayrı söyliyecek yerde susulmaz. “Yâ Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına zelzele ile azâb yapıldı. Toprak altında kaldılar. Bunların arasında sâlihler de vardı” denildikde; “Evet, sâlihler de birlikte helak oldular. Çünkü, Allaha isyan olunurken susmuşlardı. Onlardan ayrılmamışlardı” buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Ümmetimden bir kısmı, kabirlerinden maymun ve hınzır şeklinde kalkacaklardır. Bunlar Allahü teâlâya isyan edenlerin arasına karışanlar, onlarla beraber yiyip içenlerdir” ve “Allahü teâlâ, bir âlime ilim ihsân edince, peygamberlerden aldığı gibi, bundan da misâk alır” buyuruldu. İlmini, lâzım olduğu zaman söylemekten çekinmeyeceğini söz verir. “Bir kimse, Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, lâzım olduğu zaman söylemezse, kıyâmet günü boynuna ateşten tasma takılacakdır” hadîs-i şerîfi ve; “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allahın ve lâ’net edenlerin lâ’netleri bunların üzerine olsun!” meâlindeki Bekâra sûresi 159. âyet-i kerîmesi müdâhene etmenin haram olduğunu göstermektedir. Müdâhenenin zıddı, karşılığı, “Gayret” ve salâbetdir. Âyet-i kerîmede; “Allah yolunda cihâd ederler, kötülenmekten korkmazlar” buyuruldu. Dinde, gayret ve salâbeti olanların; malları, canları, sözleri ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri lâzım olduğu, bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir. Hadîs-i şerîfde; “Çok acı olsa da, hakkı söyleyiniz” buyuruldu. Bir zâhid, Mervan halîfenin yanında çalgı çalanları görünce, çalgı âletlerini kırdı. Mervan, bunun, arslanların arasına bırakılmasını emretti. Arslanların yanında, hemen namaza durdu. Arslanlar, bunu, yalamağa başladılar. Sabah olunca, bunu arslanların yanından alıp halîfeye getirdiler.” Arslanlardan korkmadın mı?” dedi. “Hayır, onlardan korku, hatırıma gelmedi. Bütün geceyi düşünceli geçirdim” dedi. “Ne düşündün?” dedi. “Arslanlar beni yalayınca, tükürükleri temiz midir, necis midir? Allahü teâlâ, namazımı kabûl etti mi, etmedi mi? diye düşündüm” dedi.

Kendisine veya başkalarına zarar gelmek korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve haramı menetmek mümkün olmazsa, böyle fitneye mâni olmak için susmağa, müdârâ etmek denir. Kalbi, haramı menetmek istediği hâlde, müdârâ yapmak caizdir. Hattâ, sadaka sevâbı hâsıl olur. Müdârâ ederken, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. Talebeye ders verirken de, müdârâ yapılır. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “İnsanlar, üç kısımdır. Bir kısmı, gıda gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır, ikinci kısmı, ilâç gibidirler, ihtiyâç zamanında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç olmaz. Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.” Müdârâ, caizdir. Ba’zan da müstehâb olur.

Evinde, zevceye müdârâ etmeyen kimsenin rahatı, huzûru kalmaz. Resûlullaha bir misâfir geldi. “İçeri alınız! O, kötü bir insandır” buyurdu. İçeri girince, onunla tatlı ve neş’eli konuştu. Gidince, yumuşak konuşmasının sebebi soruldukda; “Kıyâmette, en kötü yerde bulunacak kimse, dünyâda zararından korunmak için ikram olunandır” buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Sıkılmadan açıkça haram işleyen kimseyi gıybet etmek caiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de caizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır” buyuruldu. Müdârâ, dîni veya dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfeatinden vermektir. Müdâhene, dünyâ ele geçirmek için, dinden vermektir. Zâlime müdârâ ederken kendisi ve zulümleri medh olunmaz.

Gıybet etmek: Belli bir mü’minin veya zimmî kâfirin aybını, onu kötülemek için arkasından söylemek, gıybet olur. Gıybet, haramdır. Dinleyen, o kimseyi tanımıyorsa, gıybet olmaz. Gıybet olunan kimse bunu işitirse, üzülür. Bedeninde, nesebinde, ahlâkında, işinde, sözünde, dîninde, dünyâsında, hattâ elbisesinde, evinde, hayvanında bulunan bir kusur, arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gıybettir. Bir müslümanın günahı ve kusuru söylendikde, hafızların, din adamlarının, elhamdülillah biz böyle değiliz demeleri, gıybetin en kötüsü olur. Birisinden bahsederken; “Elhamdülillah! Allah, bizi hayâsız yapmadı” gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. Falanca kimse çok iyidir, ibâdetde şu kusuru olmasa, daha iyi olurdu demek, gıybet olur. Allahü teâlâ Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Birbirinizi gıybet etmeyiniz!” buyurdu. Gıybet; adam çekiştirmek demektir. Birisini gıybet etmek, ölmüş insanın etini yemek gibi olur buyuruldu. Hadîs-i şerîfde; “Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken, şu ibâdetleri yapmıştım. Sahifede bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı, denir” ve “Kıyâmet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar seni gıybet edenlerin sevâblarıdır, denir” buyuruldu. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) diyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile oturuyorduk, içimizden birisi kalkıp gitti. “Yâ Resûlallah! Rahatsız olup gitti” denildi. “Arkadaşınızı gıybet ettiniz, etini yediniz” buyurdu. Âişe ( radıyallahü anha ) diyor ki: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında, bir kadının uzun olduğunu söyledim. “Ağzında olanı çıkar!” buyurdu. Tükürdüm. Ağzımdan et parçası çıktı.” Allahü teâlâ sıfatları, özellikleri, cisim şeklinde göstermeğe kâdirdir. Gıybet, din kardeşinin, bir zimmînin işitince üzüleceği bir kusurunu arkasından söylemektir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki: “Gıybet edip, tövbe etmeyen kimse, Cehenneme en önce girecektir” İbrâhim Edhem hazretleri bir yemeğe da’vet edilmişti. Sofrada, çağrılanlardan birinin bulunmadığı söylenince; “O ağır kimsedir” denildi. İbrâhim bin Edhem; “Gıybet edildi” buyurdu ve çıkıp gitti. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse için söylenen kusur, onda varsa, bu söz gıybet olur. Yoksa bühtan ya’nî iftira olur” buyuruldu. Dindeki kusurları söylemek meselâ namaz kılmaz veya şarab içer veya sirkat eder veya söz taşıyıcıdır demek ve dünyâdaki kusurlarını söylemek, meselâ sağırdır, şaşıdır demek, gıybet olur. Dindeki kusurları, onu kötülemek için söylenirse, gıybet olur. Onun ıslâhını düşünerek söylerse gıybet olmaz. Acıyarak söylemek de, gıybet olmaz denildi. Bu köyde, namaz kılmayan var veya komünist var, hırsız var demek, gıybet olmaz. Çünkü, belli bir şahıs söylenmemiştir.

Bir kimse, namaz kılar, oruç tutar, hem de insanlara eli ile zarar verir. Meselâ döver, mallarını gasb eder, sirkat eder, yahut dili ile zarar verir. Meselâ söver, iftira eder, gıybet eder, söz taşır. Aşikâre yapılan fısk ve haramları ve bid’atleri söylemek, gıybet olmaz. Bunları men etmesi için hükümete haber vermesi, günah olmaz. Bir kimse, babasından gizli haram işleyince, babasının mâni olacağını bilenin, babasına söylemesi veya yazarak bildirmesi lâzımdır.

Mâni olacağı bilinmiyorsa, haber vermek caiz olmaz. Çünkü, düşmanlığa sebep olur. Birinin zararlarını, ona acıdığı için veya başkalarının ondan sakınması için söylerse, gıybet olmaz. Onu kötülemek için söylerse, gıybet olur. Altı kişinin kusurlarını, ayıplarını arkasından söylemek, gıybet olmaz. Ona acıdığı için söylemek, ona mâni olunması için söylemek, fetvâ almak için söylemek, müslümanları onun şerrinden korumak için söylemek, o kusur, ona isim olmuş ise, onu bu isim ile tanıtmak mecbûriyetinde olmak. Aşikâre, herkesçe bilinen fıskı, bid’ati ve zulmü söylemek. Kızarak, onu kötülemek niyeti ile söylenen, gıybet olur. Satılmakta olan malın kusurunu müşteriye söylemek, satıcıyı gıybet etmek olmaz. Evlenecek erkeğe, nikâh edeceği kızın aybını, kusurunu haber vermek, gıybet olmaz, nasihat olur. Birşeyi bilmeyene nasihat vermek vâcibdir. Açıkça haram işleyenin ve zulmedenin, açık olmayan başka ayıplarını bildirmek, gıybet olur. Hadîs-i şerîfde; “Haya cilbabını çıkaran kimseyi söylemek gıybet olmaz” buyuruldu. Cilbâb, kadınları örten şeylerin ismidir. Haya cilbâbını çıkarmak, açıkça haram işlemek demektir. Hadîs-i şerîf, böyle kimsenin hayası olmadığını işâret etmektedir. İmâm-ı Gazâlî ve ba’zı âlimler, açık günah işleyenin ve başkalarının kusurunu söylemenin gıybet olmasında, onu kötülemek, şart değildir, dediler. Bunun için gıybet etmekten çok sakınmak lâzımdır.

İnsanı gıybet etmeğe sürükleyen sebepler çoktur. Burada onbiri bildirilecektir: Ona karşı düşmanlık, yanında olanların fikirlerine uymak düşüncesi, sevilmiyen bir kimseyi kötülemek, kendisinin o günahda bulunmadığını bildirmek, kendinin ondan üstün olduğunu bildirmek, hased etmek, yanında bulunanları güldürmek, şakalaşmak, onunla alay etmek, ummadığı kimsenin haram işlemesine hayretini bildirmek, buna üzüldüğünü ona acıdığını bildirmek, haram işlediği için onu sevmediğini bildirmek.

Gıybet, insanın sevâblarının azalmasına, başkasının günahlarının kendisine verilmesine sebep olur. Bunları, her zaman düşünmek, insanın gıybet etmesine mâni olur.

Gıybet, üç türlüdür: Birincisinde, ben gıybet etmedim, onda bulunan şeyi söyledim, der. Böyle söylemek küfür olur. Çünkü, harama, helâl demiş olur. İkincisinde, gıybet olunana duyurmaktır. Büyük haram olur. Tövbe etmekle affedilmez. Onunla helâllaşmak da lâzım olur. Üçüncüsünde, gıybet olunanın bundan haberi olmaz. Tövbe ve istiğfar etmekle ve ona hayır duâ etmekle affolur.

Yanında gıybet yapıldığını işiten kimse, buna hemen mâni olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde; “Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ, dünyâda ve âhıretde yardım eder” ve “Yanında, din kardeşine gıybet edilince, gücü yettiği hâlde ona yardım etmeyen kimsenin günahı, dünyâda ve âhırette kendisine yetişir” ve “Bir kimse, dünyâda din kardeşinin ırzını korursa, Allahü teâlâ, bir melek göndererek, onu Cehennem azâbından korur” ve “Bir kimse, din kardeşinin ırzından bir şeyi korursa, Allahü teâlâ, onu Cehennem azâbından korur” buyuruldu. Gıybet yapılırken, orada bulunan kimse, korkmazsa, söz ile, korkunca, kalbi ile reddetmezse, gıybet günahına ortak olur. Sözünü kesmesi veya kalkıp gitmesi mümkün ise, bunları yapmalı. Eliyle, başıyla, gözüyle menetmesi kâfi gelmez. Açıkça, sus, demesi lâzımdır.

Gıybet etmenin keffâreti, üzülmek, tövbe etmek ve onunla helâllaşmaktır. Pişman olmadan helâllaşmak, riya olur, ayrı bir günah olur.”

Muhammed Hâdimî hazretleri, Berika kitabında, el âfetlerini anlatırken diyor ki: “İnsana ve yemeklere zarar veren karıncaları, eziyet etmeden ve suya atmadan öldürmek caizdir, içinde karınca bulunan odunu, yere vurup silkeledikten sonra yakmak caizdir. Fare, bit, pire, akrep ve çekirgeyi her zaman öldürmek caizdir. Biti diri olarak yere atmak ve her canlıyı yakmak mekrûhtur. Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek, vurmak ve zehirlemek caizdir. Döğmek caiz değildir. Döğmek, terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı için terbiye edilmez, öldürülmesi vâcib olanı, başka çâre bulunmadığı zaman yakarak öldürmek caiz olur.”

Haramlara bakmak kısmında buyuruyor ki: “Üç şey, göze cila verir: Yeşilliğe, akarsuyu ve güzel yüze bakmak” ve “Üç şey gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe ve güzel yüze bakmak” hadîs-i şerîfleri, bakması helâl olan kimselere bakmanın fâidesini bildirmektedir. Yoksa, yabancı kadınlara, kızlara bakmak, gözü zaifletir ve kalbi karartır. Hâkim, Beyhekî ve Ebû Dâvûd bildiriyorlar ki: Ebû Ümâme’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i merfûda; “Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur” buyuruldu. İlk görmesi af olunur. Bir hadîs-i şerîfde; “Allah için yapılan cihâdda düşmanı gözleyen veya Allah korkusundan ağlayan veya haramlara bakmayan gözler, kıyâmetde Cehennem ateşini görmeyeceklerdir” buyuruldu.

Berîka kitabının üçyüzonuncu sahifesinde diyor ki: “Buhârî”de ve “Müslim”deki hadîs-i şerîfde; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Ya’nî Esh’âb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. (Ya’nî Tâbiîndir). Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız!” buyuruldu.

Berîka’nın üçyüzseksenbeşinci sahifesinde diyor ki: “Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idiler. Kutb-i irşâdların hepsi böyle idi. Buhârî’deki hadîs-i şerîfde; “İlim üstâddan öğrenilir” buyuruldu. Ma’rifet ise, keşf ve ilham ile hâsıl olur. İlim, keşf ile, ilham ile hâsıl olmaz, ilmin kaynağı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir.” Üçyüzyetmişyedinci sahifesinde diyor ki: “Tasavvuf büyüklerinin çoğu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve İbrâhim bin Edhem böyle idi. Kutb-i irşâdlar böyle idi.”

“Berika” da, mi’de âfetlerinde diyor ki: “Yemesi, içmesi haram olan şeyler şunlardır:

“Harâm-ı li-aynihi” denilen, kendileri haram olan şeylerdir. Leş, hınzır eti, şarab böyledir. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan, ya’nî açlıktan ölmek üzere olan ve ikrah edilen, ya’nî öldürmekle korkutulan kimseden başkalarının bunları yimeleri, içmeleri haramdır.

Kendileri haram olmayıp, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerden dahî gasb, sirkat, rüşvet yolu ile alınan veya Dâr-ül-İslâmda kâfirden dahî fâsid akd, ya’nî şartlarına uymadan yapılan sözleşme ile satın alınan şey. Bu şey, mülk olur ise de, mülk-i habîsdir. Kullanması haramdır. Geri vermek, alınmış olan bulunmazsa, fakirlere sadaka olarak vermek lâzımdır.

Doyduktan sonra yemek haramdır. Toprak, çamur gibi zararlı şey yemek. Zehirli şeyler. Bakır çalığı, zehir karışdırılmış yemek, zehirli ot, kokmuş et. Kurtlanmış et, meyve, peynir de böyledir. Alışkanlık yapan uyuşturucu maddeler. Esrâr otu, afyon, morfin, benzin böyledir. Bunları ilâç olarak tabibin kullanması caizdir. Necâset, idrar, damardan çıkıp akan kan, pislik böyledir. Temiz, fakat iğrenç olan şeylerdir. Sümük, kurbağa, sinek, yengeç, midye gibi şeylerdir.”

Berika kitabında diyor ki: Kalb âfetlerinin otuzaltıncısı, vekâhetdir. Vekâhet, hayanın az olması demektir. Haya, çirkin şey yapmaktan, ayıplanmaktan çekinmektir. Türkçede, utanmak, sıkılmak denir. Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâdan haya ediniz!” buyuruldu. Allahü teâlâdan haya etmek, şehvetlerini, ya’nî nefsin isteklerini terk etmekle olur. Hayası olan, Allahü teâlâdan korkar. O’nun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır. Bir hadîs-i şerîfte; “Haya îmândandır. Fuhuş söylemek, cefâdandır, imân Cennete, cefâ Cehenneme götürür” buyuruldu. Haya ve îmân birlikte bulunur. Biri yok olursa, diğeri de yok olur. Kadın hayası, erkek hayasından dokuz kat fazladır. Bir hadîs-i şerîfde; “Fuhuş insanın lekesi, haya, zînetidir” buyuruldu. Hayanın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra, Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) hayadır. Daha sonra insanlardan haya etmektir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye: sh. 39, 159, 373, 415, 587, 837, 854, 855, 873, 1009

2) Tabakât-ül-usûliyyîn cild-3, sh. 116

3) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 296

4) İslâm Ahlâkı

5) El-A’lâm cild-7, sh. 68

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 313

7) Mu’cem-ül-matbû’ât sh. 808

8) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 301

9) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 17


HÂDİMÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 12.ASIR ÂLİMLERİ