Osmanlı devleti zamanında yetişen hadîs âlimlerinden, ismi, Muhammed bin Muhammed’dir. Memleketinde “Çıkrıkçı-zâde” diye tanınmış ise de sonraları “Altıparmak” lakabıyla meşhur oldu. Aslen Üsküblüdür. Doğum târihi bilinmemektedir. 1033 (m. 1623) senesinde Mısır’da vefât etti. Cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırılarak, “Sûk-ı Gâr” da yaptırdığı kendi mescidinin avlusuna defn edildi.
Altıparmak Muhammed Efendi, din ve fen ilimlerini memleketinde öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra tasavvuf yoluna meyl ederek, Şeyh Ca’fer Efendi’ye talebe oldu. Daha sonra istanbul’a gelen Altıparmak Muhammed Efendi, Fâtih Camii’nde hadîs ve tefsîr dersleri okuttu, va’z ve nasîhatta bulundu. Bir süre sonra İstanbul’dan ayrılarak Mısır’a gitti. Kâhire’de ders verdi. Hac farizasını yerine getirmek için Mekke’ye gitti. Hac dönüşü Kâhire’de ilim öğretmeye devâm etti.
Altıparmak Muhammed Efendi, Arabça, Türkçe ve Farsça dillerine ve edebiyatına vâkıf, fazilet sahibi bir âlim idi. Altıparmak Muhammed Efendi’nin birçok tercümeleri ve şerhleri vardır. Tercümelerinden en meşhuru, Molla Miskîn’in yazmış olduğu, “Me’âric-ün-nübüvve fî medâric-il-fütüvve” adlı eserin Farsçadan Türkçeye tercümesidir. Bu eser, “Altıparmak” ismi ile tanınmıştır. Diğer eserleri şunlardır 1-Nüzhet-i cihân ve nâdire-i devrân: Ahmed bin Muhammed Kazvînî’nin yazmış olduğu; İslâm târihi, halîfeler, hükümdarlar ve nâdir hikâyelerden bahseden Farsça “Nigâristân”ın tercümesidir. 2-Terceme-i sittîn li câmi-il-Bostânîn.3-Kâşif-ül-u’lûm ve fâtih-ül-fünûn.
Altıparmak ismiyle meşhur olan Me’âric-ün-nübüvve tercümesinden ba’zı bölümler:
Âdem aleyhisselâmın yaratılmasının başlangıcı: Azâzil, cin tâifesinin geride kalanları olan teb’ası ile birlikte yeryüzüne yerleşti. Bu vefasız toprağa bağlandılar. Allahü teâlâ, âyet-i kerimede meâlen; “Ben yeryüzüne halîfe halk ediciyim.” buyurdu. Bunun üzerine melekler; “Yâ Rabbî yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökenleri mi yaratacaksın?” dediler. Melekler halîfe kelimesinden ötürü böyle düşünüp söylediler. Zîrâ fesad etmiyenlere halîfe lâzım olmaz. Halîfe yaratmaktan murâd, günah ve isyân edilmesi ise, Allahü teâlâ cinleri niçin helâk etti. Eğer murâd itâat ise, biz seni tesbîh, tahmîd ve takdis ederiz dediler. Cenâb-ı Hak onlara cevâbında meâlen; “Sizin bilmediğinizi ben bilirim (Bekara 30)“ buyurdu. Melekler bu cevâbı alınca söylediklerinden dolayı pişman oldular. Bizi alâkadar etmeyen şeyi niçin söyledik deyip zellelerini affettirmek için bin sene Kürsî’yi tavaf eylediler. “Lebbeyk Allahümme lebbeyk (Senden af ve mağfiret dileriz)” dediler.
Ravdat-ül-ülemâ adlı eserde şöyle yazmaktadır “Melekler, gadâb-ı ilâhiden korktuklarından, hergün Arşı tavaf edip, ağlayıp sızlayarak Hak teâlânın gadabından yine O’na sığınırlardı. Hak teâlâ onlardan hoşnud olup, hâllerine acıdı ve; “Ey meleklerim! Sizler mağfiretimi ister misiniz?” buyurdu. Melekler; “isteriz yâ Rabbî! Biz bilmediğimiz işe karıştık. Af edip gadabından bizi emin eyle” dediler. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Arşın altında bir nehir vardır. Ondan abdest alın.” Melekler o nehirden abdest aldılar. Allahü teâlâ onlara: “Sübhâneke Allahümme vebihamdike eşhedü enlâ ilahe illâ ente estagfirüke ve etûbü ileyke” duasını okuyun” buyurdu. Melekler; “Yâ Rabbî! Bu amelin sevâbı nedir?” diye sordular. Allahü teâlâ; “Ellerin, ayakların, yüzlerin işlediği ve bilcümle bütün günahları, onunla af edip, temizlerim” buyurdu. Melekler; “Ey Rabbimiz! Bu ihsan bize mi mah-sustur. Yoksa her kim bu ameli işlese mağfiretin ile müşerref olur mu?” dediler. Cenâb-ı Hak: “Bu amel, ümmet-i Muhammed’e mahsustur. Bu ümmetten bir kimse çok günahkâr olsa, abdest aldığı gibi, onu bütün günahlarından temizlerim ve Cennetime sokarım” buyurdu.
Nakl olunur ki: Cebrâil aleyhisselâm yaratıldığı zaman kendine baktı. Hüsn-i cemâlinin ve nûrâniliğinin şükrânesi olarak iki rek’at namaz kıldı. Namazı otuzbin senede edâ edip, dedi ki: “Yâ Rabbî! Benim gibi amel eden kulun var mıdır?” Allahü teâlâdan şu hitab geldi: “Yâ Cebrail! Ahır zamanda bir taife gelir. Az zamanda İki rek’at namaz kılarlar. Kalb meşguliyeti ve çok eksiklerle kıldıkları o iki rek’at namazı, senin kıldığınla değiş.” Cebrail aleyhisselâm; “Böyle ise nasıl değişeyim?” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: “Senin hiçbir ihtiyâcın ve hiçbir mânin yok iken ibâdet ediyorsun. Bu kolaydır. Fakat onlar zayıf bünyeleri ile birçok mâniler ile ibâdet ederler. Bir taraftan çoluk-çocuk, bir taraftan mal toplama fikri, diğer taraftan da düşman ve şeytan ile cihâd ederler. Bütün bunları dinlemeyip namazlarını edâ ederler. Bunların sevabının fazla olması, ihsânıma ve hikmetime uygundur.”
Âdem aleyhisselâmın yaratılması: Tefsîr âlimleri ve târih yazarları buyurdular ki: Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmak istediği zaman toprağa şöyle vahyetti: “Senden bir bölük halk yaratsam gerektir. Bunlardan bir kısmı bana itaat eder, diğeri âsî olur. Mu’tîleri Cennete, âsî-leri Cehenneme sokarım.” Sonra, Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselâma; “Gidip yerden bir miktar toprak getir!” diye emretti. Cebrail aleyhisselâm yere geldi. Toprak alacağı sırada, yer feryâd edip; “Allahü teâlânın büyüklüğüne sığınırım. Bu gün benden birşey alma. Zîrâ yarın Cehenneme girerler” dedi ve çok yemin verdirdi. Cebrail aleyhisselâm yerin bu hâline acıyıp toprak almadı. Boş el ile Hak teâlâya döndü. Cenâb-ı Hak; “Niçin boş geldin?” diye hitab edince, “Yâ Rabbî! sana ma’lûmdur ki, emrini yapmamaya niyet etmedim. Keremine güvenerek yerin ağlayıp sızlamasına acıdım. Onun için toprak almadım” dedi. Sonra toprak almakla Mikâil aleyhisselâm görevlendirildi. O da yere şefkatinden dolayı eli boş döndü. Sonra İsrafil aleyhisselâm bu işle görevlendirildi. O da toprak almadan döndü. Daha sonra Azrail aleyhisselâm yerden toprak almakla görevlendirildi. Azrail aleyhisselâm yere indi. Her kıtadan bir miktar toprak aldı. Bunları Mekke ile Tâif arasına koydu. Kırk arşın yüksekliğinde bir yığın oldu. Bir rivayette Azrail aleyhisselâm toprağı alacağı zaman yer feryâd etti. Bu sırada Allahü teâlâdan şöyle bir nidâ geldi: “Ey zemin, üzülme! Senden aldığımı güzel bir şekilde sana iade edeceğim. Cansız toprak alıp, ârif-i billah gönderirim. Siyah toprak aldım. Ay yüzlü, beyaz a’zâlı olarak iade ederim.” Sonunda dünyânın her yerinden toprak alındı. Çeşitli renkleri vardı. Onun için insanoğlu da çeşitli renk ve şekillerde, çeşitli tabiat ve huylarda halk olundu.
Sonra bu toprak yığınının üzerine bir parça bulut gönderdi. Kırk gün yağmur yağdırdı. Bir rivâyette kırk sene yağdı. Otuzdokuzu gam denizlerinden, biri ferahlık denizinden yağdı. Onun için insanoğlunun üzüntüsü çok, sevinci azdır. Sonra kırk sabah Âdem aleyhisselâmın çamurunu kudretiyle yoğurdu. Bir rivâyette, Hak teâlâ yetmişbin meleğe emretti. Cennetten su getirdiler, o toprağa döktüler. Sonra bir parça buluta emr olundu. Kırk yıl yağmur yağdırdı. Siyah renkli bir çamur oldu. Bir rivâyette, sonra kudret güneşi ile o çamuru kuruttu. Bir rivâyette o çamur kurumadan, vücûd a’zâları yapıldı, sonra kurudu. O kadar kurudu ki, vurulduğu zaman testi gibi ses verirdi. Sonra a’zâsı şekillendi.
Bir rivâyette; Âdem aleyhisselâmın başını Kâ’be toprağından, gerdanını Beyt-ül-makdîs toprağından, mübârek arkasını ve karnını Hind toprağından; ellerini maşrıktan, ayaklarını magribten, diş, sinir, damar ve kemiklerini başka yerlerin toprağından yarattı. Âdem aleyhisselâmın kalıbı tamamlandıktan sonra kırk sene yerde durdu. Bu müddet zarfında Allahü teâlâ, meleklere Âdem aleyhisselâmın kalıbını ziyâret etmelerini emretti. Melekler onun sûretinin güzelliğine ve ilgi çeken duruşuna hayran oldular. Zîrâ o şekilde bir mahlûk hiç görmemişlerdi. Birgün İblîs, daha kovulmadan evvel teb’asıyla gezerken Âdem aleyhisselâmın kalıbını görmek için uğradı. Görünce hayret edip, nasıl birşey olduğunu merak ettiler. İblîs, parmağı ile hafifçe dokundu. O anda muazzam bir ses çıktı. Bu ses yabancı birinin eli dokunduğu içindi, İblîs, yanındakilere; “Üzülmeyin, içi boştur” dedi ve sonra; “Sabredin. Ben karnını deleyim, içinde ne vardır size haber vereyim diyerek, karnını deldi ve içine girdi. Gökler âleminde gördüğü bütün şeyleri orada gördü. Bir de acâib mahzen gördü. Kapısı kilitli idi. İçine girmek için ne kadar uğraşdı ise de giremedi. Âdem aleyhisselâmın kalıbı onu red etti.
Büyükler buyurdular ki: “Gönül, Allahü teâlânın nazar ettiği bir yerdir. Çalış oraya gir. Allahü teâlânın nazarına kavuşursun.”
İblîs, kalıptan çıkıp gördüklerini anlattı: “İçerisi şehir gibidir. Dolaşmak kolaydır. Fakat bir hazîne gördüm, içine giremedim. Sırrına da vâkıf olamadım.” Sonra arkadaşlarına; “Ey arkadaşlar! Eğer Allahü teâlâ bunu bizden daha kıymetli tutarsa, siz ne yaparsınız?” diye sordu. Oradakiler; “Kabûl eder, tâbi oluruz” dediler, İblîs ise kalbinden şöyle geçirdi: “Eğer bunu tercih ederse ben âsî olurum. Eğer beni tercih ederse, onu helak ederim.” Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ben sizin gizli ve aşikâr işlerinizi bilirim” buyurdu.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın kalıbına rûh vereceği zaman, Cebrâil aleyhisselâma; “Habîbimin nûrunu getir. Âdem aleyhisselâmın iki kaşı arasında emânet olarak koy” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm derhal cenâb-ı Hakkın emrini yerine getirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hulâsat-ül-eser cild-1, sh. 174
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1076
3) Osmanlı Müellifleri cild-2, sh. 212
ALTIPARMAK MUHAMMED EFENDİ