SEYYİD İBRÂHİM DÜSÛKÎ

Mısır’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Nesebi Hazreti Hüseyn vasıtasıyla Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) dayandığı için seyyiddir. Lakabı Burhâneddîn olup, temiz silsilesi şöyledir: İbrâhim bin Ebü’l-Mecid bin Ali bin Muhammed bin Ebü’n-Neccâr bin Zeynel’âbidîn bin Abdülhâlık bin Muhammed bin Muhammed Kâsım bin Abdülhâlık bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-üz-Zekî bin Ali bin Muhammed Cevâd bin Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeynel’âbidîn bin İmâm-ı Hüseyn bin Emîr-ül-mü’minîn Ali’dir (r.anhüm). Seyyid İbrâhim, 633 (m. 1236) senesi Şa’bân ayının otuzuncu gecesi, Nil nehrinin batısındaki Düsûk köyünde doğdu. 676 (m. 1277) senesinde veya 693 (m. 1293) senesinde vefât ettiği bildirildi.

Zamanının âlim ve evliyâsından Muhammed bin Hârûn, Seyyid İbrâhim’in babası Ebü’l-Mecid hazretlerini nerede görse hürmeten ayağa kalkardı. Bir müddet sonra bu âdetinden vazgeçti. Sebebi sorulduğunda; “Önceleri, Ebü’l-Mecid’in temiz sulbünden zamanın evliyâsının büyüklerinden olacak bir çocuğun doğacağını anladım. Bu çocuğun nûru Ebü’l-Mecid’de idi. Bu nûra hürmeten, onu görünce ayağa kalkardım. Fakat şimdi bu nûr, Ebü’l-Mecid’den hanımına intikâl etmiş bulunmaktadır” buyurdu.

Seyyid İbrâhim Düsûkî doğduktan bir gün sonra idi. Halk, o gün Ramazân-ı şerîf olup olmadığı husûsunda tereddüt içindeydiler. Hilâlin görünüp görünmediği husûsunda, Muhammed bin Hârûn’a gidildi. O da keşf yoluyla Seyyid Burhâneddîn’in doğduğunu anlayıp, gelenlere buyurdu ki: “Dün gece mübârek bir çocuk dünyâya geldi. Gidin, onun süt emip emmediğini öğrenin.” Annesi evliyânın büyüklerinden Ebü’l-Feth Vâsıtî’nin kızı Seyyide Fâtıma hanım idi. Gidilip sorulduğunda, muhterem vâlidesi üzgün bir şekilde; “Bugün fecr vaktinden beri hiç emmedi” dedi. Durum Muhammed bin Hârûn’a bildirildiğinde buyurdu ki: “Seyyide Fâtıma hanım üzülmesin. Akşam olunca çocuğu emer. Ramazân-ı şerîfin birinci günü olduğu için, çocuk emmemiştir.” Böylece Ramazan’a girildiği anlaşılmış oldu.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn, “Hakâyık” isimli eserinde anlattı ki: “Hem babamın sulbünde, hem de annemin rahminde iken, Allahü teâlâ bana pek çok lütuf ve ihsânlarda bulundu. Doğduğum zaman hilâlin göründüğü daha anlaşılmamış iken, o gün Ramazan’ın başladığını insanlara müjdeledim. Bu benim dünyâya gelişimin ilk kerâmetiydi. Altı yaşıma gelince, Allahü teâlâ, bana yüce âlemde, olan şeyleri gösterdi. Sekiz yaşımda iken, Levh-i mahfûzu ve onda olan şeyleri müşâhede ettim (gördüm). Dokuz yaşımda, semâ ve onda olan şeylerin sırrını çözdüm. Fakat asıl olanlar, ondört yaşımda iken oldu. Bunlar, Rabbimin bana sonsuz ihsânlarından birkaçıdır. Bu ihsânlarından dolayı Allahü teâlâya hamd ederim.”

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî; Necmüddîn Mahmûd İsfehânî’den, o da Mahmûd Tûsî’den, o da Abdüssamed Nazarî’den, o da Ali Şîrâzî’den, o da Şihâbüddîn-i Sühreverdî’den ilim öğrendi ve feyzlerinden istifâde etti. Ayrıca Abdürrazzâk hazretlerinin de teveccühlerine kavuştu. Ebü’l-Hasen-i Şâzilî’den ilim öğrendi. Abdüsselâm bin Meşiş hazretlerinin rûhâniyetinten feyz aldığı gibi, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) rûhâniyetlerinden vasıtasız olarak feyz aldı.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî hazretlerinin elinde, dünyâ bir yüzük gibiydi. Kalb gözüyle dünyânın her tarafını görür, çok şeye vâkıf olurdu. Melekût âlemine çıktığı bildirildi. Birçok kerâmetleri görüldü.

Hayatta iken de, vefâtından sonra da kerâmetleri dillerde dolaştı, İnsanların kalbindeki gizli husûsları keşfedip haber veren Allah adamlarının önde geleni idi. Pekçok âlim, velî ve kadı, onun talebesiydi. Arabca, Farsça, Süryânice, İbrânice ve diğer dillerle konuşurdu. İlm-i ledünne mazhar, makamı yüksek ve râsih ilme sahip evliyâdandı.

Birgün Seyyid İbrâhim Düsûkî’yi imtihan etmek niyetiyle, yedi âlim yola çıktı. Onlar Düsûk nahiyesi yakınlarına varınca, İbrâhim Düsûkî, talebelerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim Düsûkî’nin gönderdiğini, geri dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için gelenler biraz tereddüt ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir hâlde kaldılar. Yiyecek birşey bulamayıp ot yediler, üzerlerindeki elbiseleri eskidi, lime-lime olup dökülmeğe başladı. Böyle büyük bir zâtı imtihan etmek istediklerinden bu hâle geldiklerini anlayıp, pişman olup tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid İbrâhim, talebesini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; “Artık buradan gidiniz!” dedi. O âlimler etrâflarına bakınırken, bir anda kendilerini Seyyid Düsûkî’nin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri buyurdu ki: “Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!” Onlar da; “Efendim, biz bir kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi istiyoruz” dediler. Seyyid İbrâhim Düsûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl etti.

Seyyid Düsûkî hazretleri, birkaç talebesini alış-veriş için şehre gönderdi. Şehirde talebeler, bir iftiraya ma’rûz kaldılar ve zâlim bir vâli tarafından zindana atıldılar. Talebeler mektûpla durumu hocalarına bildirdiler. Seyyid İbrâhim Düsûkî hazretleri, vâliye şu satırları yazıp gönderdi:

Gece okları ulaşır hedefe,

Atılırsa huşû’ yayları ile

Menzile kavuşmak için erler kalkar,

Rükû’ ile beraber secdeyi uzatırlar.

Ellerini açıp Allaha,

Gönülden ederler duâ,

Ok yaydan çıkınca,

Zırh bile etmez fayda.

Mektûp vâliye ulaşınca, arkadaşlarını topladı. “Şunlara bakın hele, hocaları bana bir mektûp göndermiş dedi ve ağır hakaretlerde bulunup, mektûbu okumaya başladı. Tam (Ok yaydan çıkınca) mısrasına gelince, bir ok gelip, vâlinin göğsüne saplandı. Hemen orada kıvranıp öldü. Vâlinin adamları, korku içinde mazlûmları hemen zindandan çıkarıp salıverdiler.

Nil’den bir timsah, bir çocuğu yutmuştu. Çocuğun babası Seyyid İbrâhim hazretlerine başvurdu. Çocuğunu kurtarması için yalvardı. Bunun üzerine Seyyid Düsûkî bir müddet teveccühden sonra, Nil kıyısına gitti ve timsaha çocuğu sağ olarak geri vermesini emr etti. Timsah nehirden çıkıp, bu kerâmeti görmek üzere orada toplanan kalabalığın gözü önünde çocuğu sâlimen ağzından çıkardı.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî, “Gavs-ı a’zam” ismi verilen evliyâlığın en yüksek makamlarına kavuştu, ömrünü hep Dîn-i İslâma hizmet etmekle geçirdi. İnsanların doğru yola kavuşması için çok çaba gösterdi. Geceleri uyumaz, sabahlara kadar ibâdetle, cenâb-ı Hakka kırık bir kalb ile yalvarmakla geçirirdi. Gündüzleri talebelerine ders verirdi. Sünnet olduğu için öğleden önce bir miktar uyuyarak kaylûle yapardı. Ömrünün sonlarına doğru, talebelerinin büyüklerinden birine; “Ezher Câmii’nde ders vermekle meşgûl bulunan kardeşim Mûsâ Düsûkî’ye git. Selâmımı söyle ve zâhirinden önce bâtınını temizlesin. Gurûr, kibir, hased, ucb gibi bütün kötü huylardan kalbini muhafaza etsin” buyurdu. Talebe derhâl yola çıkıp, hocasının emrini kardeşine ulaştırdı. Kardeşi o anda ders veriyordu. Dersini yarıda bırakıp, sür’atle Düsûk’a gitti. Fakat ağabeyinin, seccade üzerinde Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olduğunu gördü. Seyyid İbrâhim Burhâneddîn, kıymetli eserler yazmıştır. En meşhûr eseri “El-Hakâik” adlı kitabıdır.

Seyyid İbrâhim Burhâneddîn Düsûkî hazretlerinin, hasta kalblere şifâ olan pek kıymetli sözleri vardır. Bunlardan ba’zıları şunlardır:

“Ey gözümün nûru evlâdım, önce içindeki nefis denilen ejderi öldür! Yüzünü toprağa sür! Hatâ ve isyanını kabûl ve i’tirâf et ve işlediğin hatâ dolu ibâdetlerinin yüzüne çarpılmasından kork!”

“Allahü teâlâ, kullarının kalbine nazar eder. O hâlde ey insanlar! Kalblerinizi temiz ve pak tutunuz! Onu cilâlandırınız! Güzel ve parlak ediniz! Orada yalnız ihlâs ve doğruluk bulunsun!”

Talebesi olmak isteyen birine; “Ey oğlum, tövbe etmek istersen, bu husûsta laubali olma. Tövbeyi oyuncak sanma, yalnız dil ile “Tövbe ettim yâ Rabbî” demek yetmez, (ya’nî hem dil ile tövbe etmeli, hem de haramları ve yasak olan şeyleri yapmamalıdır.) Tövbe nasıl olur bilir misin? Kulun, kalbini Allahdan başka birşey ile meşgûl etmemeye, tövbe etmesi ile olur. Bu hâsıl olursa, tövbe makbûldür.”

“Hak teâlâ ve tekaddes hazretlerinin izzet ve celâli için yemîn ederim ki, Kur’ân-ı azîmüşândan her harfin kendine has ma’nâları vardır. Onun bu ma’nâlarını ins ve cin tefsîr etmekten âcizdir. Yaratılmışların hepsi bir araya gelseler, yalnız “Be” harfinin ma’nâsını çözmeğe güçleri yetmez.”

Birgün talebelerine; “Hak teâlâ neyi emir buyurmuşsa onu işlemenizi, neden nehy etmişse ondan kaçınmanızı istiyorum” buyurdu.

“Müslüman, dilini İslâmiyetin men ettiği şeylerle kirletmemelidir.”

“Seven sevilir, hor gören hor görülür.”

“Allahü teâlâya itaat edene, insanlar itaat eder.”

“İlim, kulluğun gerçek ma’nâsını anlamak ve Hakka tam kulluk etmek içindir.”

“Gıybet; yalancıların meyvesi, fâsıkların ziyâfeti, kadınların sakızıdır.”

“Cenâb-ı Hak şu kimseleri sever: iffetli ve kalbi temiz olanı, elini fenâlıktan men edeni, dilini gıybetten ve lüzumsuz sözden koruyanı, edeb yerine sahip olanı, iyilik, ikram ve ihsâna koşanı, dâima Allahü teâlâyı hatırlayanı, affetmeyi seveni.”

“Kişinin Rabbine kavuşması için, O’nun uğrunda vücûdundaki yağların eriyip, ciğerlerinin parçalanması gerekir. Kalbin, fânî arzulara karşı meyletmemesi lâzımdır. Ancak bu şekilde olduktan sonra aradan perdeler kalkar. Perde kalkınca da, ilâhî hitâb duyulur ve Levh-i mahfûzdaki işâretler okunur. Pek gizli ma’nâlar bile kendiliğinden çözülür.”

“Ey talebelerim! Bizim yolumuzun esâsı, zarurî olan ile yetinmektir. Sonsuz se’âdeti arzu ediyorsanız, Allahü teâlâdan başkasına muhtaç olmamayı beğeniniz.

Bu yola girenin gıdası kanâat olmalı, ihlâs ile göz yaşı akıtmalıdır. Kalbe, mahlûkâta karşı acıma duygusu gelinceye kadar oruç tutmalıdır. İşte o zaman insan, kalb huzûru ile ibâdetlerini yapar, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatlerini anlayıp, ondan istifâde edebilir.”

“Tasavvuf yoluna girmiş olan talebelerin sermâyesi muhabbet ve teslimiyettir. Muhalefeti bırakmalı, hocasının bütün emirlerini, onun arzu ettiği şekilde yapmalıdır.”

“Talebe, hocasından müsâade almadan konuşmamalıdır. Eğer hocası orada hazır değilse, ma’nevî olarak ondan izin istemelidir. Zira her bakımdan rehberi olan hocası, talebesinin bu gibi şeylere riâyet ettiğini gördüğünde onu çok sever, kısa zamanda hedefe ulaştırır.”

“Bir kimse dînimizin emir ve yasaklarına uymaz ise, benim öz oğlum dahî olsa, onu evlâdlığıma kabûl etmem. Her kim dînin emir ve yasaklarına uyar, ilmiyle amel ederse, en uzak memleketten bile olsa, o benim evlâdımdır.”

“Hiçbir kimse, bütün insanları sevip onlara şefkat göstermedikçe ve ayıpları olursa onları örtmedikçe kemâle eremez, olgun bir insan olamaz.”

“Allahü teâlâya muhabbet et ve muhabbete vesile ol ki, yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allahü teâlâya itaat et ki, insanlar ve cinler de sana itaat etsin. Cenâb-ı Hakka muhabbet ve itaat edene, Allahü teâlâ ikramlarda, ihsânlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine amade olur.”

Bir talebesine nasihatinde buyurdu ki: “Uygun olmayan yerlere gitmekten çok sakın, oralara girip çıkanlara da dikkat et. Müslüman kardeşinden yersiz birşey görürsen, ona iyi muâmele etmeye gayret et, iyi geçin. Onun durumuna düşmekten pek sakın. Senin en iyi, en yakın dostun; özü, sözü doğru olandır. O böyle kaldığı müddetçe, onu koru.”

Yine talebelerine şöyle buyurdu: “Ey evlâtlarım ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaşmaktadır. Birgün bu üzerinde yaşadığınız dünyâ dürülecek, kıyâmet kopacaktır. Hergün amel defterinizi hayırlı işlerle doldurmaya bakınız. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaçmayarak günahlarla dolduranlara da yazıklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarınızı boşa geçirmeyip değerlendiriniz. Yoksa pişman olursunuz. Duânızın kabûl olmasını istiyorsanız, helâlden yiyiniz ve müslüman kardeşleriniz hakkında yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz.”

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 239

2) Tuhfet-ür-râgıb sh. 80

3) Hadîkat-ül-evliyâ

4) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 570

5) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 165


SEYYİD İBRÂHİM DÜSÛKÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 07.ASIR ÂLİMLERİ