TARTÛŞÎ (Muhammed bin el-Velîd)

Hadîs, tefsîr ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Bekr olup ismi Muhammed bin el-Velîd bin Muhammed bin Halef bin Süleymân et-Tartûşî’dir. İbn-i Ebî Rundeka olarak bilinir. Ebû Bekr Tartûşî, 451 (m. 1059) senesinde doğdu. 520. (m. 1126) senesi Şa’bân ayında İskenderiyye’de vefât etti.

Ebû Bekr Tartûşî, ilmiyle amel eden bir âlimdi. Zâhid, verâ’ sahibi, mütevâzi, aza kanâat edip, dünyâ malına değer vermeyen bir zât idi. Ebû Bekr Tartûşî, İskenderiyye’de sâliha zengin bir hanımla evlendi. Allahü teâlânın ihsân ettiği bu imkân ile bir medrese inşâ ettirdi. Ve burada ders okuttu, talebe yetiştirdi. İskenderiyyeli pekçok kimse, kendisinden fıkıh ilmini öğrendiler.

Ebû Bekr Tartûşî, Serakusta’da Kâdı Ebü’l-Velîd el-Bâcî’den icâzet aldı ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ferâiz ve hesap ilmini memleketinde okudu. Hılâf ilminde de söz sahibi oldu. Daha sonra, doğu memleketlerine ilim öğrenmek için seyahat etti. Hacdan sonra Bağdad’a geldi. Bu seyahatleri sırasında, Basra’da Ebû Bekr eş-Şaşî ve Ebü’l-Abbâs el-Cürcânî’nin derslerine devam ederek fıkıh bilgisini arttırdı. Ayrıca burada, Ebû Ali Tüsterî’den hadîs-i şerîf dinledi ve rivâyette bulundu. Bir müddet de Şam’da ikâmet edip, ders verdi.

Kâdı Ebû Bekr Muhammed bin Abdullah onun hakkında; “Ebû Bekr Tartûşî, ilmiyle âmil, fazilet sahibi, dünyâya hiç kıymet vermeyen bir zât idi” demektedir.

Şöyle anlatılır: “Ebû Bekr Tartûşî, Efdâl Şâhinşâh bin Emîr-ül-Cüyûş’ün meclisine girdi. Yanında taşıdığı kilimi katladı ve üzerine oturdu. Orada va’z ve nasihat vermeye başladı. Te’sîrli konuşması ile, Efdâl Şâhinşâh ağladı. Ebû Bekr Tartûşî, Efdâl’e şu ma’nâda bir şiir okudu: “Tâati kurbet, kendisine itaat vâcib olan sultânım, sende olan şerefi, bu senden almak ister.” Bu şiirde (bu) kelimesi ile mecliste bulunan bir hıristiyanı işâret etti. Bunun üzerine Efdâl, o hıristiyanı hemen meclisten uzaklaştırdı. Efdâl, Ebû Bekr Tartûşî’ye, Rasad yakınındaki Şakîk-ül-Melik mescidinde ders verdirdi. Ba’zı sebeblerden dolayı Ebû Bekr Tartûşî, Efdâl’in vâlilikte kalmasını uygun görmedi. Birgün hizmetçisine, “Bana şu evsaftaki taze otlardan topla” dedi. Ebû Bekr Tartûşî üç gün onları yedi. Akşam namazı olunca; “Şu anda Efdâl’e duâ ettim ve kabûl oldu” dedi. Sabah olunca Efdâl oradan ayrıldı. Yerine Me’mûn bin el-Betâihî vâli oldu. Bu zât, sâlih, âdil bir idâreciydi. Ebû Bekr Tartûşî, onun için Sirâc-ül-mülûk kitabını yazdı.”

Ebû Bekr Tartûşî, bir şiirinin tercümesinde şöyle buyuruyor: “Muhakkak Allahü teâlânın yeryüzünde sevdiği sâlih kulları vardır. Onlar dünyâ malına hiç kıymet vermezler ve fitne çıkarmazlar, bundan çok çekinirler. Onlar dâima tefekkür hâlinde olup, bu dünyâ ve içindekilerin fânî olduğunu ve hiçbir canlı için kalıcı olmadığını yakînen bilirler. Bu dünyâyı bir deniz ve yapılacak sâlih amelleri de bu denizde bir gemi olarak kabûl ederler ve selâmetle âhırete kavuşmak isterler.”

Ebû Bekr Tartûşî buyurdu ki: “Dünyâ ve âhıret işi ile karşılaşıp, bunlardan birini tercih durumunda kaldığınızda, âhıret işini tercih edin. Dünyâ işi arkasından verilir.”

Ebû Bekr Tartûşî’nin yazmış olduğu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1. Ed-Duâ, 2. El-Havâdisü vel-Bed’u, 3. Muhtasaru Tefsîr-is-Seâlebî, 4. Şerhu risâleti İbn-i Ebî Zeyd, 5. Sirâc-ül-mülûk: Devlet adamlarına nasihat olarak yazılmış bir eserdir.

Sirâc-ül-mülûk kitabından ba’zı bölümler:

“Allahü teâlâya hamd eder, O’nun var ve bir olduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen bir Rab olduğuna şehâdet ederim. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve seçilmiş peygamberidir. O’nu insanlara ve cinlere korkutucu ve müjdeleyici olarak gönderdi. O’nu kendine da’vet edici kıldı. Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm eder, O’nun tertemiz Ehl-i beytine, seçilmiş Eshâbına duâlar ederim.

İdarecilerde bulunması gereken iyi hasletler: Mu’âviye ( radıyallahü anh ), Sa’saa bin Sühan’a: “Ömer bin Hattâb’ın ( radıyallahü anh ) vasıflarını söyler misin?” diye sorunca, o da: “Hazreti Ömer, idâresi altında olanların hâllerini yakından bilirdi. Adâlet ile iş görürdü. Kibirli değildi, özür dileyenin özrünü kabûl ederdi. Ayıplarını örter idi. Her bakımdan emîn idi. Doğruyu, hakkı ortaya çıkarmak için çalışırdı. Hangi durumda olursa olsun, kuvvetli karşısında zayıfı korur, himâye ederdi” dedi.

Âlimler buyurdu ki: “İyilik, sevgi kazandırır. Kötülük, düşmanlığa sebeb olur. Münâkaşa etmek, düşman kazandırır. Uymak, itaat etmek, dostluk meydana getirir. Doğruluk, i’timâd kazandırır. Emânete riâyet, kalb huzûru meydana getirir. Adâletli olmak, kalbleri toparlar ve sevgi doldurur. Zulüm, parçalanmaya, bölünmeye götürür. Güzel ahlâk, muhabbete, kötü ahlâk, insanların uzaklaşmasına sebeb olur. İyilik ve cömertlik, dostluğa, cimrilik, yalnızlığa götürür. Kibirlilik, hiddet, tevâzu yükseklik kazandırır. Cömert olmakla kişi övülür, medhedilir. Cimrilik, kötülenmeye götürür. Gevşeklik, zayi olmaya, ciddiyet, işlerin düzenli yürümesine götürür. Aldanmak ve gaflet, pişmanlık sebebidir. Sağlam tedbir almak, ele geçen ni’metin devamına sebebtir. Acele etmeksizin istenen şeyler, kolay ele geçer. Konuşmayıp susmakla, heybet husule gelir. Faydalı olmayanı terk ile, fazilet kazanılır.

Herşeyin sonuna bakarak iş görmek, kurtuluştur. Yumuşak olmayan, pişmanlık çeker. Sabreden kazanır. Susan selâmet bulur. Korkan çekinir, ibret alan, ileri görüşlü olur. İleriyi gören, anlayışlı olur. Anlıyan, bilir. Kendi arzu ve isteklerine uyan, sapıtır. Pişmanlık, acele ile beraberdir. Selâmet, acele etmemekle beraberdir, iyilik eken, neş’e ve sevinç biçer. Akıllı kişi ile arkadaşlık eden saadete kavuşur. Câhilin arkadaşı yorulur. Birşey bilmiyorsan, onu sor. Yanıldığında, ondan dön. Kötülük yaptığında, pişmanlık duy. Bir şey verdiğinde bol ver ki iyiliğin bol olsun. Kızıp öfkelendiğinde, yumuşaklık göster. Çalışmak, muvaffakiyetin sebebidir. Çalışmakla, başarıya kavuşulur.”

Âlimler, dört kitaptan, dört şey bildirdiler: Tevrat’ta: “Kanâat eden doyar”, Zebur’da “Sükût eden, selâmete kavuşur”, İncîl’de: “Uzlet eden, kurtuluşa kavuşur”, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Kim Allahın dînine sımsıkı tutunursa, o, muhakkak doğru bir yola itilmiştir” (Âl-i İmrân-101).

Âlimler buyurdu ki: Yumuşaklık şeref, sabır zaferdir, iyilikler hazine, cehâlet aşağılıktır. Bütün hikmet sahibleri buyurdular ki: “Gücünün yetmiyeceği şeyi yüklenme, sana fayda vermeyen işi yapma, hanımınla gurûrlanma, malın çok olsa da ona güvenme:”

Devlet adamlarının kuvvetli olması: Sultânın birisi, âlim bir zâta; “Sultânı kuvvetli ve üstün yapan şey nedir?” diye sordu. Alim zât da; “Kendisine itaat edilmesi” dedi. Sonra sultan; “Tâatın esâsı nedir?” diye sorunca, o zât; “Sultânın, emrini gözetip çalışan yardımcılarına iyilik ve sevgi göstermesi ve halkına adâletle muâmele etmesidir” dedi. O zaman sultan; “Doğru söyledin, emânet itaatin kalesidir, itaat etmekde milletin süsü ve zînetidir. Sultâna itaat dört şekilde olur Ona düşkün olmak, onu sevmek, ondan korkmak, ona baş eğmek” dedi. Halkın devlet başkanına itaati lâzımdır. Devlet başkanına itaat etmede, Allahü teâlâdan korkmak lâzımdır. Devlet başkanı da, Allahü teâlâya itaat etmelidir. Adâletli olsun olmasın, devlet başkanına ta’zim ve hürmet, Allahü teâlâya ta’zimdendir. İtaat ile birlik husule gelir, müslümanların işleri düzenli ve tertipli hâle getirilir, itaat etmeyip isyan etmek, devletin temelini yıkmak olur. İnsanlara lâzım olan, devlet başkanına itaattir. Çünkü dînin ve halkın selâhı, ancak devlet başkanına itaatle olur. Mal, mülk ve namusun muhafazası, ancak devlet başkanına itaatle mümkündür, itaat etmede sayısız menfaatler vardır. Selâmet ve saadet ondadır. En sağlam yol itaat etme yolu olup, milletin bekâsı, rahatı ve huzûru ondadır. Çünkü itâatle, bütün fitnelerden ve fesatlardan korunulmuş olur. Allahü teâlâ kendine itaatle, Resûlüne itaati bir tuttu. Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresinin ondokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey imân edenler! Allaha itaat edin” buyuruldu. İtaat etmeyen, ni’mete şükretmemiş demektir, idâreciler olmasaydı, halk felâkete düşüp helak olurlardı.

Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Kümeyl bin Ziyâd! Kalbler, bir kaba benzer. O kalblerin en hayırlısı, içinde hayır olanıdır. Sana söyliyeceğim şeyleri ezberle, insanlar üç kısımdır: Rabbanî olan âlimler, kurtuluşa ermek için çalışanlar, bir de esen rüzgâra göre hareket eden ahmak kimseler olup, bunlar; ilim nûruyla aydınlanmamış, sağlam bir barınağa sığınmamış olanlardır. İlim, mal ve mülkden hayırlıdır, ilim, seni gözetir, korur. Sen, malı gözetirsin, ilim, öğrenmekle çoğalır. Mal, vermekle azalır, ilim hâkimdir. Mal, gözetilmeye mahkûmdur, İlim aşkı ibâdet olup, onun ile Allahü teâlâya nasıl ibâdet edileceği öğrenilir. Hayatta iken ilim ile, tâat ve ibâdet yapılır. Mal sahipleri, daha hayatta iken ölmüşlerdir. Âlimler, her zaman bulunacaktır. Onların sevgisi, kalblerdedir. Âlimin vefâtıyla, ilim yok olur. (Onun için, âlimin ölümü; âlemin ölümü dendi.) Fakat, yine yeryüzü, doğruyu gösteren âlimden mahrûm kalmaz. Onlar sayıca az, fakat Allahü teâlâ katında dereceleri çok yüksektir. Kalblerinde hikmetler gizlidir. Kendilerini arayanların kalblerine îmân tohumları ekerler. Mübârek vücûdlarıyla dünyâdadırlar. Fakat kalbleri, Allahü teâlâya bağlıdır. Onlar, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleridirler ve emîn, güvenilir kullarıdır. Onlar, Allahü teâlânın dinine da’vet ederler. Onları görmeye can atmak lâzımdır. Âh, onları görmekle şereflenmek ne güzeldir.”

Nasihat etmek: Bilmelidir ki, müslümanlara ve bütün insanlara nasihat etmek, doğruyu göstermek ve öğretmek, peygamberlerin sünnetidir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, bütün peygamberlerini nasihat edici olarak gönderdiğini bildirdi. Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Din nasihattir. Din nasihattir. Din nasihattir” buyurdu. Müslümanlara nasihat; onlara şefkatli olmak, büyüklerine hürmet ve hizmet, küçüklerine merhamet göstermektir. Onların sıkıntılarını gidermek ve kendilerini saadete çağırmaktır.

Bütün insanların İslâmiyeti sevmeleri için nasihat; onları imâna da’vet etmek ve küfrün kötülüğünü anlatmaktır. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kusurlarımı bana gösteren kişiye Allahü teâlâ rahmet etsin.” Meymûn bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz’in kendisi için şöyle dediğini bildirdi: “Bende olan hoşlanmadığın şeyleri bana söyle. Kişi, arkadaşının beğenmediği şeyleri onun yüzüne söylemedikçe nasihat etmiş olmaz.”

Abdullah bin Vehb buyurdu ki: “Kişinin, beğendiği şeyi, başkası için de beğenmesi güzel olur. Kendisine faydası olmayanın, başkasına faydası olmaz.”

Akıllı ve ağırbaşlı olmak: Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde hilm sahiplerini övdü. Yahyâ bin Zekeriyyâ, Îsâ aleyhisselâm ile karşılaştı ve ona; “Ey Rûhullah! Dünyâ ve âhırette en şiddetli olan şey nedir?” diye sorunca; “Allahü teâlânın gadabıdır” buyurdu. Tekrar, “Beni Allahü teâlânın gadabından koruyan şey nedir?” dedi. Îsâ (aleyhisselâm); “Gadabı terk etmendir” buyurdu. Tekrar, “Gadabın, öfkenin başlangıcı ne iledir?” dedi. O da; “Büyüklenmek, insanlara karşı övünmek” buyurdu.

Âsım bin Ubeydullah anlattı: “Hazreti Ömer, yerden bir yaprak aldı ve “Keşke bunun gibi olaydım. Keşke anam beni doğurmasaydı” dedi.”

Ebû Bekr ( radıyallahü anh ), ağaca konmuş bir kuşa rastladı. Ona; “Ne mutlu sana ey kuş! istediğin zaman “Uçar, istersen bir ağaca konar, istediğin zaman meyva yersin. Üzerine ne bir hesap, ne de bir ikâb (ceza) var. Keşke ben de senin gibi olsaydım” dedi.

“Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) Sıffîn’den Kûfe’ye dönerken, şehrin girişinde bir kabir gördü. “Bu kimin kabridir?” diye sordu. Oradakiler, “Habbâb bin Eret’in kabridir” dediler. Hazreti Ali, kabrin başında durdu ve “Allahü teâlâ, Habbâb bin Eret’e rahmet etsin, isteyerek müslüman oldu. Yaya olarak hicret etti. Mücâhid olarak yaşadı. Bedenini bu yolda harcadı. Allahü teâlâ, güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmez” dedi. Bunları söyledikten sonra, Hazreti Ali yürümeye başladı. Birde baktı ki, kabir de arkasından geliyordu. Bunun üzerine Hazreti Ali kabrin önünde durdu ve “Ey yalnızlık ve ıssızlık ehli. Allahü teâlânın selâmı, üzerinize olsun. Sizler bizim selefimizsiniz (önde gelenlerimizsiniz). Bizler, sizlerin ta’kibcileriyiz. Yakında sizlere kavuşacağız. Yâ Rabbî, bizleri ve onları bağışla. Bizlerden ve onlardan azâbını uzaklaştır, öleceğini dâima hatırlayana ve hesâb için hazırlanana, aza kanâat edene ve Allahü teâlânın takdîrine râzı olanlara müjdeler olsun” dedi. Hazreti Ali sözlerine devam ederek: “Mallar taksim edildi. Bizim katımızda bulunan haber bu. Sizin katınızda bulunan haber nedir?” buyurdu. Hazreti Ali bundan sonra, arkadaşlarına döndü ve “Eğer kabir ehli konuşacak olsaydı. “Âhırete götürülecek en hayırlı azık takvâdır” derlerdi” buyurdu.

Halîfe Ebû Ca’fer Mensûr, hacca geldiğinde Süfyân-ı Sevrî’yi huzûruna çağırdı. Onunla birçok mes’eleleri istişâre etmek istiyordu. Ebû Mensûr Süfyân’a; “Niçin yanımıza gelmiyorsunuz? Seninle istişârede bulunur, şunu yapın dediklerinizi yapar, yapmayın dediklerinizi yapmayız” dedi.

Süfyân-ı Sevrî ona; “Bu hac seferi için ne kadar para harcadınız?” diye sordu. Ebû Mensûr, “Bilmiyorum, vekîllerim ve vezirlerim bilir” deyince, Süfyân-ı Sevrî; “Yarın Allahü teâlânın huzûruna çıktığında bundan sorulunca ne mazeret bulacaksın? Hâlbuki Ömer bin Hattâb hac yaptığında kölesine; “Bu seferimizde ne kadar harcadık?” diye sordu. Köle; “Ey mü’minlerin emîri onsekiz dînâr” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer; “Yazıklar olsun bize” buyurdu” dedi.

İmâm-ı Zührî diyor ki: “Süleymân bin Abdülmelik’e şu sözleri söyleyen kişinin sözü gibi bir söz duymadım. O kimse ona; “Ey mü’minlerin emîri! Benden dört kelime işit ki, bu dört kelimede; senin dininin, saltanatının, âhıretinin ve dünyânın salâhı (doğruluğu) vardır” dedi. Süleymân bin Abdülmelik, “Bu kelimeler nelerdir?” deyince o kimse; “Kimseye, yapmayı istemediğin birşeyi va’d etme. Çetin mes’elelerin kolayca hallolması seni gurûrlandırmasın. Biliniz ki, her amelin bir karşılığı vardır. Akıbetten sakınınız. Dâima sakınma üzere bulununuz” dedi.”

Süleymân bin Abdülmelik, Ebû Hazım Seleme bin Dinar’a; “Bu halifelik mes’elesinde kurtuluş yolu nedir?” diye sordu. Ebû Hazım; “Eğer dediğimi tatbik edersen kolaydır!” dedi. Süleymân bin Abdülmelik; “O nedir?” diye sorunca, Ebû Hazım; “Ancak helâl olan şeyleri al. Onları hakkı olan yerlere sarf et” buyurdu. Bunun üzerine Süleymân bin Abdülmelik, “Buna kimin gücü yeter?” deyince, Ebû Hazım; “Allahü teâlânın seni ta’yin ettiği yere, ta’yin edilen kimsenin gücü yeter” buyurdu. Süleymân bin Abdülmelik ona; “Bana nasihat et?” deyince, Ebû Hazım; “Ey mü’minlerin emîri! Bu iş (sultanlık), sana ancak ölüm karşılığı verildi. Senden öncekiler de böyle idi. Ölüp, bu işten uzaklaştılar. Ey mü’minlerin emîri! Rabbinin emrettiklerini yapıp, yasak ettiklerinden uzaklaşma husûsunda her zaman dikkatli ol. Ey mü’minlerin emîri! Ne infâk etmişsen, o şey seni hayra veya -şerre götürür. Sen dilediğini seç!” dedi. Süleymân bin Abdülmelik, Ebû Hâzım’a; “Bir ihtiyâcın varsa, söyle onu halledeyim” deyince, Ebû Hazım; “Ben ihtiyâçlarımı, senden daha kâdir olana havale ettim. Beni neden men etti ise ona râzı oldum. Allahü teâlâ, Zuhrûf sûresinin otuzikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Onların bu dünyâ hayatındaki geçim rızıklarını aralarında biz böldük” buyuruyor. Kim, Allahü teâlânın çok verdiğini azaltabilir veya az verdiğini çoğaltabilir? Buna kimin gücü yetebilir ki?” dedi. Bunları dinleyen Süleymân çok ağladı.

Şöyle anlatılır: Bir gece Hârûn Reşîd, veziri Fudayl-i Bermekî’ye: “Beni bir kimsenin yanına götür. Kalbim, bu göz kamaştırıcı, şaşalı hayattan sıkıldı. Rahatlık ve gönül huzûru arıyorum” dedi veziri onu Süfyân bin Uyeyne’nin evine götürdü. Süfyân kapıyı açıp, “Kim geldi?” suâline; “Emîr-ül-mü’minîn geldi” dediler. Süfyân bin Uyeyne! “Niçin bana haber vermediniz? Bilseydim ben onun huzûruna gelirdim” dedi. Hârûn Reşîd bunu duyunca; “Benim aradığım kimse bu değildir” dedi. Süfyân bin Uyeyne bunu duyunca; “Sizin aradığınız kimse, Fudayl bin Iyâd’dır” dedi. Bunun üzerine Fudayl bin Iyâd’ın kapısına gittiler. Kapının önüne geldiklerinde, Fudayl bin Iyâd! “Günah işleyenler, kendilerini îmân edenlerle bir tutacağımızı mı sanıyorlar?” meâlindeki, Câsiye sûresi yirmibirinci âyet-i kerîmesini okuyordu. Hârûn Reşîd; “Nasihat istesek bu bize yeter” dedi. Kapıyı çaldılar. Fudayl bin Iyâd; “Kim o?” deyince, “Emîr-ül-mü’minîn” dediler. Bunun üzerine Fudayl bin Iyâd; “Emîr-ül-mü’minînin benim yanımda ne işi var ve benim onunla ne işim var? Beni meşgûl etmeyiniz” dedi vezir; Ulul-emre (ya’nî halîfeye) itaat vâcibdir…” deyince, Fudayl bin Iyâd yine; “Beni meşgûl etmeyiniz” dedi vezîr Fudayl-i Bermekî; “Müsâadenle mi girelim, yoksa zorla mı?” deyince, Fudayl bin Iyâd; “Müsâadem yok, ama zorla girecekseniz siz bilirsiniz” dedi. Hârûn Reşîd içeri girdi. Fudayl bin Iyâd, kimsenin yüzünü görmemek için kandili söndürdü. Karanlıkta Hârûn Reşîd’in eli, Fudayl bin Iyâd’ın eline değdi. Bunun üzerine Fudayl bin Iyâd; “Bu el ne yumuşaktır, Cehennemden kurtulursa” buyurunca, Hârûn Reşîd ağladı ve ondan nasihat olacak bir söz daha söylemesini istedi. Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: “Senin büyük baban Hazreti Abbâs, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) amcası idi. Peygamberimize ( aleyhisselâm ); “Beni bir kavme emîr, başkan yapınız demişti. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ); “Ey amcam, seni nefsin üzerine emîr ettim.” Ya’nî nefsinin, Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl olması, insanların bin senelik tâatinden iyidir, buyurdu. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Bir emirlik (başkanlık) kıyâmette pişmanlıktır” buyurmuştur. Hârûn Reşîd; “Biraz daha söyle” deyince, Fudayl bin Iyâd; Ömer bin Abdülazîz’i halîfe yaptıları zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b’ı çağırdı.ve onlara; “Ben, bu işe düştüm. Kurtuluş çârem nedir?” diye sorduğu zaman onlar; “Yarın kıyâmet gününde azaptan kurtulmak istiyorsan, müslümanlardan yaşlılarını baban yerine koy, gençlerini kardeş kabûl eyle, çocukları kendi çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve annen gibi kabûl eyle. Onlara; bana, annene, kardeşine ve çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle” dediler” dedi. Hârûn Reşîd; “Biraz daha söyle” dedi. Fudayl bin Iyâd; “İslâm ülkesi, senin evin gibidir. İnsanları ev halkın gibidir. Babalarına, kardeşlerine ve çocuklarına iyilikle muâmele eyle!” buyurdu. Sonra devam ederek; “Korkarım şu güzel yüzün ateşle yanar ve çirkinleşir. Güzel yüzlerden niceleri Cehennemde çirkinleşir ve emirlerden (başkanlardan) niceleri orada esîr olur” dedi.

Hârûn Reşîd; “Biraz daha söyle” diyerek hüngür hüngür ağladı. Fudayl bin Iyâd hazretleri; “Allahü teâlâdan kork ve O’na ne cevap vereceğini düşün. Cevaplarını şimdiden hazırla! Çünkü kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana müslümanların hepsinden tek tek soracaktır. Hepsi için adâlet isteyecektir. Eğer bir gece bir ihtiyâr kadın, evinde bir şey yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım (düşman) olur” buyurdu. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti. Vezîr Fudayl-i Bermekî; “Ey Fudayl yetişir! Emîr-ül-mü’minîni öldüreceksin” dedi. Fudayl bin Iyâd hazretleri; “Sus, ey Hâmân! Onu sen ve kavmin helak eylediniz, ben değil” dedi. Bu söz Hârûn Reşîd’in ağlamasını arttırdı ve vezirine; “Sana Hâmân demesi, beni Fir’avn yerine koyduğundandır” dedi. Sonra Hârûn Reşîd, Fudayl bin Iyâd’a; “Birisine borcun var mıdır?” diye sorunca, Fudayl hazretleri; “Evet, Allahü teâlâya borcum var o da itaattir. Huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime” dedi. Hârûn Reşîd; “İnsanlara borcun var mı demek istiyorum” dedi. Fudayl bin Iyâd; “Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok ni’metler verdi, hiç şikâyetim yoktur” dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd onun önüne bin altın koyup; “Bunlar helâldir. Annemin mîrâsındandır” deyince, Fudayl hazretleri; “Bütün bu nasihatlerimin sana hiç fâidesi olmadı” buyurdu. Ve Hârûn Reşîd’in yanından kalktı. Hârûn Reşîd de çıkıp gitti. Fudayl’in ismi anıldığında; “Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir” derdi.

Hasen bin Muhammed bin Hasen, Ömer bin Abdülazîz’in huzûruna geldi ve ona; “Yâ Ömer! Üç şey vardır ki, kimde bulunursa îmânı kâmil olur” dedi. Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz dizleri üzerine çökerek; “Ey Resûlullahın ( aleyhisselâm ) torunu! Bunları bana söyler misiniz?” dedi. Hasen bin Muhammed; “Kişi râzı olur, rızâsı onu bâtıla düşürmez. Kişi kızar, kızması onu haktan ayırmaz. Muktedir olduğu hâlde, hakkı olmayana el uzatmaz” buyurdu.

Ömer bin Abdülazîz halîfe olunca, memleketin her tarafından heyetler gelmişti. Hicaz’dan gelen bir heyet, Ömer bin Abdülazîz’in yanına girince, heyette bulunan genç birisi konuşmaya başladı. Ömer bin Abdülazîz; “Sen dur, yaşlı olanınız konuşsun” diyerek genci ikaz etmek istedi. Genç; “Ey mü’minlerin emîri! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanları yok mu?” deyince, Ömer bin Abdülazîz; “Konuş bakalım” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz, senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Biz, bir şey de talep etmiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz, çünkü adâletin bizi korkmaktan emîn kılmıştır” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “Siz kimsiniz?” diye sorunca, genç; “Teşekkür heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik” dedi. Ömer bin Adülazîz; “Ey genç! Bana nasihat et!” deyince, genç; “Allahü teâlâ hâllerini râzı olduğu şekilde ıslâh etsin.

İnsanlar, Allahü teâlânın onlar üzerindeki merhametine, Tûl-i emellerine, insanların kendilerini medhetmelerine aldanmakta, böylece ayakları kayarak ateşe (Cehenneme) düşmektedirler. Ey Emîr-ül-mü’minîn! Allahü teâlânın üzerindeki merhameti, Tûl-i emel, insanların seni çok övmesi seni aldatmasın. Eğer aldanırsan ateşe düşen aldananlara dâhil olursun. Eğer aldanmazsan, Allahü teâlâ seni bu ümmetin sâlihleri ile beraber bulundurur” dedi ve sustu. Ömer bin Abdülazîz, gence yaşını sorduğunda, genç; “Onbir” dedi. Nesebini sorunca, Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlib’in oğlu olduğunu söyledi.

Birgün Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ), Ka’b-ül-Ahbâr’a ( radıyallahü anh ), “Bize nasihat et” dedi. Ka’b-ül-Ahbâr, “Elinizde Allahü teâlânın kitabı, Resûlullahın sünneti yok mu? Bu ikisi size yetmiyor mu?” dedi. Hazreti Ömer “Evet var. Fakat sen ayrıca bize nasihat et” diye üsteleyince, Ka’b-ül-Ahbâr; “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Korkan bir kimsenin amelini yap. Kıyâmet günü yetmiş (70) peygamberin yaptığı amel ile gelsen, orada gördüklerinden dolayı amelini yine az görürdün” buyurdu. Bunları işiten Hazreti Ömer, düşüp bayıldı. Ayıldığı zaman, Ka’b-ül-Ahbâr’a tekrar; “Bize nasihat et” dedi. Ka’b-ül-Ahbâr; “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Şayet Cehennemden doğuda çok ufak bir yer açılsa idi, batıdaki adamın beyni kaynar, sıcaktan erirdi” dedi. Bunu işiten Hazreti Ömer çok ağlayarak; “Devam et ey Ka’b” dedi. Ka’b da: “Ey mü’minlerin emîri! Kıyâmet günü Cehennem öyle bir solur, şiddetlenir ki, mukarreb melekler, peygamberler ve bütün herkes dizleri üstü çökerler. Bütün Peygamberler; “Yâ Rabbî! Bugün ben nefsimi isterim” diyecekler, sâdece Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Yâ Rabbî! Ümmetimi isterim, ümmetimi isterim, başka bir şey istemem” diyecektir” buyurdu.

Kitabın müellifi Tartûşî şöyle anlatır: “Mısır Meliki Efdâl’in yanına girdim. Ona selâm verdim. Selâmımı aldı ve beni meclisine dâhil etti. Ben de ona şöyle söyledim: “Ey Melik! Allahü, teâlâ sana yüksek ve şerefli bir makamı helâl kıldı. Sana şerefli bir mertebe nasîb etti ve mülkünde ba’zı taifenin başına seni melik kıldı. Hükmünde seni sebep eyledi. Başka birinin hükmünün, senin hükmünün üzerinde olmasına rızâ göstermedi. Sen de Allahü teâlâya öyle şükret ki, kimse senden daha fazla şükretmiş olmasın. Allahü teâlâ, halkı sana itaatkâr kıldı. Öyleyse Allahü teâlâya senden daha itaatkâr kimse olmasın. Şükür sâdece dil ile olmaz. Bilakis fiille ve ihsân ile olur. Allahü teâlâ, Sebe sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kullarım içinde (gereği üzere bana bol bol) şükreden azdır” buyuruyor.

Ey Emîr-ül-mü’minîn! Bu saltanat senden öncekinin ölmesi ile eline geçti. Senden önceki, şimdi bu saltanattan ölmek sûretiyle uzaklaştığı, gibi, sen de uzaklaşacaksın. Bu ümmetin üzerine aldığın işleri husûsunda Allahü teâlâdan kork. Zîrâ Allahü teâlâ, fakirlerin hâlinden ve iğneden ipliğe kadar seni hesaba çekecektir. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Rabbin hakkı için, biz onların hepsine muhakkak sûrette yapmakta oldukları şeylerden soracağız” buyuruyor. (Hicr-92, 93).. Allahü teâlâ, yine Enbiyâ sûresinin kırkyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz kıyâmet günü için (insanların amel defterlerini tartmak üzere) adâlet terazileri koyacağız. Artık hiç kimse, en ufak bir zulme uğramıyacaktır. Yapılan amel, bir hardal tanesi kadar olsa bile onu getiririz (mizana koyarız) Hesap görenler olarak da biz kâfiyiz” buyuruyor.

Ey Melik! Allahü teâlâ dünyâyı, her şeyi ile Süleymân aleyhisselâma verdi. İnsanları, cinleri, kuşları, vahşî ve evcil hayvanları onun emrine verdi. Rüzgârı da onun emrine verdi. Rüzgâr onun emri ile istediği yere akar giderdi. Sonra ondan hesabı kaldırdı ve meâlen buyurdu ki: “Bu bizim ihsânımızdır. Artık dilediğine hesabsız olarak ver, yahut tut (verme, ey Süleymân!).” (Sa’d-39). Süleymân aleyhisselâm, bunu sizin sandığınız gibi ni’met saymadı. Sizin zannettiğiniz gibi kerâmet zannetmedi. Bilakis onun istidrâc olmasından, mekri ilâhî olmasından korktu ve dedi ki: “Bu Rabbanîn fadlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım? Kim şükrederse, ancak kendi menfaatine şükreder, kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir, (hem O) hakkıyle kerem sahibidir.” (Neml-40).

Ey Emîr-ül-mü’minîn, kapını aç. Perdeleri kolaylaştır. Mazlûma yardım et ki, Allahü teâlâ da sana yardım etsin.

Biliniz ki, insanlar; emirlere tâbi olmakta, Cehennemden korkmakta ve arkadaşları ve ailesi ile münâsebetlerde fıkıh ilmine çok muhtaçtırlar. Halk, sultandan güzel huy ve yüksek davranışlar bekler. Ahkamda ayrılıkların ve düşmanlıkların giderilmesini isterler. Bu işleri halletmek için, sultanların daha fazla ilme ve hikmete ihtiyâçları vardır. İlimsiz insan, insansız şehir gibidir. Sultanda husûsi, insanlarda umûmî olan en güzel şey; ilmi sevmek, onunla süslenmek ve ilim sahiplerine hürmettir. Zîrâ bu husûsta insanî tarafın kuvvetine ve hayvani duygulardan uzaklığına, derecesine ve duygularının yüceliğine delîl vardır. Eğer sultan ilimden uzak olursa, nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olur ve teb’asına yularsız at gibi zarar verir. Çıkmaz sokaklara girer ve uğradığı yerleri felâkete uğratır. Biliniz ki, kötü huylardan, fuhuştan ve rezillikten uzaklaşmak, ilimden ne kadar nasiplenmişse, ona göre mümkün olur. Bunların hepsi sende görülebilir. Güzelliğin artması için âlimlerin meclislerinde oturmaya, fakîhlerin sohbetini dinlemeye, ilim kitaplarını ulemânın dîvânlarını, geçmiş hükümdârların hayatlarını incelemeye çok fazla ihtiyâç vardır.

Ey Sultan! Allahü teâlâdan korkmayı emredenden üstün, onu emretmeyenden küçük, Allahü teâlânın emrini kabûl edenden ve Allahü teâlânın hükmünü öğrenenden daha kıymetli, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanandan daha şerefli kimse yoktur, ilim, Allahü teâlânın sıfatıdır. Allahü teâlâ, ilminin genişliğini ve çokluğunu bildirmekte ve meâlen şöyle buyurmaktadır: “Allahın kürsüsü, gökleri ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır” (Bekâra-255). Bu âyet-i kerîmedeki kürsî, ilimdir. Kürsî sâhibleri de ulemâdır. İlim böyle faziletli olunca, sultanların, iktidar sahiplerinin, eşrafın ve şeyhlerin ilimle meşgûl olmaları evlâdır. Zîrâ, bu makamlarda hatâ yapmak çok çirkindir. Fazilet göstermek ise büyük bir fazilettir.

İbrâhim bin Mehdî, Halîfe Me’mun, fakîhlerle fıkıhtan konuşurken yanlarına girdi. Halîfe Me’mun, İbrâhim bin Mehdî’ye; “Ey amcacığım! Bu âlimlerin dediği husûsta ne dersin?” deyince o; “Ey mü’minlerin emîri! Bizimle küçüklükte meşgûl oldular. Biz de, yaşlılıkta onlarla ilgileniyoruz” dedi. Halîfe Me’mun; “Niçin bugün ilim öğrenmiyorsun?” diye sorunca, İbrâhim bin Mehdî; “Benim gibi biri için ilim öğrenmek güzel olur mu?” dedi. Halîfe Me’mun; “Evet, güzel olur. İlim taleb ederek ölmen, cehâlete râzı olarak yaşamandan hayırlıdır” dedi. İbrâhim bin Mehdî; “İlim talebi ne zaman güzel olur?” diye sorunca, Halîfe Me’mun; “Hayat, senin için güzel olduğu zaman” diye cevap verdi.

Rivâyet edildi ki: Ahlâk ilmiyle uğraşanlardan biri, ilim öğrenen, ilimle meşgûliyeti seven ve bu yaşta ilim öğrendiği için utanan bir ihtiyâr gördü ve ona; “Ey Pîr-i fâni! Âhır ömrünün, evvel ömründen efdâl olmasından mı utanıyorsun? Hâlbuki cehâlet özür olmadığı hâlde, küçüklük özürdür.”

Âlimler buyurdular ki: “İlmin kuvvetlendirmediği izzet, zillettir. Akılla teyid edilmeyen ilim sapıklıktır.” Hâl böyle olunca, her melik veya mevki sahibi, ilim öğrenmekten nasıl geri durabilir. Mûsâ aleyhisselâm, Şam’a, bütün Bahreyn ülkelerine, batının en ücra köşelerine, Hızır aleyhisselâmı bulmak, ondan birşeyler öğrenmek için gitti. Onu bulduğu zaman da; “Sana, rüşd ve hidâyetten bildiğini bana öğretmen için tâbi olabilir miyim?” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın peygamberi ve kelimi olduğu hâlde böyle söyledi.

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), bütün mahlûkâtın seçilmişi olduğu hâlde, Allahü teâlâ O’na meâlen; “Yâ Rabbî, ilmimi arttır” (Tâhâ-114) demesini bildirmektedir. Şayet Allahü teâlânın katında ilimden daha şerefli bir şey olsaydı, Allahü teâlâ, Peygamberine onu yapmasını bildirirdi. İnsanoğlunun atası Âdem aleyhisselâm, melekler, Rablerine tesbih ve takdisler ile iftihar ettikleri zaman, ilmi ile iftihar etti. Bekâra sûresinin otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ meleklere; “Eğer (her şeyin iç yüzünü bilen) sâdıklarsanız, (eşyayı göstererek) bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu” buyuruluyor. Melekler bunu söylemekten âciz kalınca, onlara, Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretti. Bütün bunlar, ilmin şerefini ve kıymetini göstermektedir.

Ba’zı haberlerde gelen, “Küçüklükte öğrenilen ilim, mermere yazmak gibi, yaşlılıkta öğrenilen ilim, suyun üzerine yazı yazmak gibidir” sözü, sana mazeret kapısı açmasın. Ahnef bin Kays, bu sözü söyleyen bir kişiye; “Yaşlı bir zât, aklen daha kâmildir. Ancak, kalbi meşgûl olup, ma’nâyı araştırır ve dikkatini sebeblere verir” buyurdu. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbı arasında, yaşlılar, olgun kimseler, gençler vardı. Hepsi ilim, Kur’ân, sünnet öğreniyorlardı. Hepsi ilim deryaları, fıkıh ve hikmet menbaaları idiler. Ancak küçüklükte öğrenilen ilim, sağlam temellere oturur. Ancak, bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de kaybetmemelidir.

Birisi Ebû Hüreyre’ye ( radıyallahü anh ); “Ben ilim öğrenmek istiyorum. Ancak onu zayi etmekten korkuyorum” dedi. Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İlim öğrenmeyi terk etmen, ilmi zayi etmeye yeterlidir.”

Akl-ı müktesib (Sonradan kazanılan akıl): Bu akıl, akl-ı garîzînin (Tabiî aklın) neticesidir. Bu da, bilginin doğruluğu, fikrin isâbetidir. Bu aklın bir nihâyeti, sonu yoktur. Kullanıldıkça artar, ihmâl edildikçe eksilir. Artmasının iki sebebi vardır: Birincisi; iştiyâk, arzu, zekâ sahibi, güzel anlayışlı bir kişi olmaktır. Meşhûr nahiv âlimi Esmâi şöyle anlatır: “Birgün bir Arab çocuğuna; “Bana Arab evlâtlarından bahset?” dedim. O da konuşmaya başladı. Onun konuşmasındaki güzellik beni büyülemişti. Ona; “Bin dirhemin olup da ahmak olmak seni sevindirir mi?” diye sorunca, o çocuk; “Hayır” dedi. “Niçin?” diye sorduğumda; “Bu para, benim ahmaklığımı arttırır. Bende bulunan diğer şeyleri alır. Böylece bende, sâdece ahmaklığım kalır” dedi. “Bu durum, çocuğun zekâsının parlaklığını ve kendisinden daha yaşlı olanlardan daha dikkatli davrandığını göstermektedir, İslâm âlimleri: “Aklın alâmeti, anlayışın sür’atli olması, gayesi, vehmin isâbetidir. Zekâ için bir gaye yoktur. Zekânın ve cömertliğin bir sınırı yoktur” buyurdular.

İkincisi; olgun ve doğru görüş sahibi kimselerin, uzun tecrübeler, çok ibâreler dinlemek, günler geçirmek, hâdiseleri yaşamak gibi şeyler ile işlerini ıslâh etmesidir. İslâm âlimleri buyurdular ki: “Tecrübe, aklın aynasıdır. Gurûr, cehâletin meyvasıdır.” Bu sebeble yaşlıların görüşleri övülmüştür ve denilmiştir ki: “Yaşlılar, vekar ağaçları, nûr menbaalarıdır. Onlara, kolay kolay bir yanılma isâbet etmez. Onlardan vehim eksik olmaz. Yaşlıların görüşlerine sarılınız. Zira, onların zekâları olmasa bile, zekâ olarak tecrübeleri yeter. Bir şâir şöyle demiştir:

Görmedin mi akıl, ehli için zînettir.
Ancak aklı tamamlayan, uzun tecrübedir.

Âmir bin Şerâhil eş-Şa’bî buyurdu ki: “Arabların dahîleri altı kişidir. Bunlar; Mu’âviye bin Ebî Süfyân, Amr bin As, Mugîre bin Şu’be, Ziyâd bin Ümeyye, Kays bin Sa’d bin Ubâde, Abdullah bin Budeyl bin Verka’dır.

Birgün Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), Ebüdderdâ’ya ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ey Ebüdderdâ! Aklını artır ki, Rabbine yakınlığın artsın.” Ebüdderdâ ( radıyallahü anh ); “Anam-babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Aklımı nasıl arttıracağım?” diye suâl etti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm );

“Haramlardan sakın, farzları yap, akıllı olursun. Sonra bunları, sâlih amellerle ziyâde eyle. Dünyâda aklın ve Rabbinin katında yakınlığın ve izzetin artar” buyurdu.

Hazreti Ali’den şu beyitler rivâyet edilmiştir:

Ahlâktır üstünlüklerin temizleyicisi,
Akıl evveli, dîn ikincisi,

İlim üçüncüsü, hilm dördüncüsü.
Cömertlik beşincisi, iyiliği emr altıncısı,

Yedincisi iyilik, sabır sekizincisi
Şükür dokuzuncusu, yumuşaklık onuncusu.

Nefs bilir ki, ben ona doğru söylerim.
O âsî olduğunda, doğru yolu gösteririm.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 96

2) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh. 62

3) Kitâb-üs-sıla cild-2, sh. 545

4) Ed-Dîbâc-ül-müzehheb sh. 276

5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 412

6) El-Feth-ül-mübin cild 2, sh. 17

7) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 85

8) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 984; cild 2, sh. 1113, 1414, 1417

9) Sirâc-ül-mülûk


TARTÛŞÎ (Muhammed bin el-Velîd)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 06.ASIR ÂLİMLERİ