Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muslihüddîn bin Muhlis eş-Şirâzî olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Sa’dî mahlasıdır. 589 (m. 1193) senesinde Şîrâz’da doğdu. 691 (m. 1292) senesinde orada vefât etti. Kabri, Şirâz’ın kuzeydoğusundadır. Oniki sene çocukluğu dışında, Sa’dî Şîrâzî, yüziki senelik ömrünün otuz senesini ilim tahsili ile, otuz senesini seyahat ve askerlikle, otuz senesini de talebe yetiştirmekle ve ibâdetle geçirdi.
Sa’dî Şîrâzî, küçük yaşta yetim kaldı. İlk tahsilini Şîrâz’da Abdülkâdir-i Geylânî’nin halîfesinin derslerinde tamamlıyarak kemâle geldi. Moğol istilâsı üzerine Bağdad’a gitti. Bağdad’da Nizâmiyye Medresesi’nde meşhûr Ebü’l-Ferec İbni Cevzî’den ilim öğrendi ve bir müddet bu medresede ilim tahsili ile meşgûl oldu. Burada tahsilini tamamladıktan sonra, İslâm memleketlerini gezmeye başladı. Anadolu, Mısır, Suriye, Dehlî, Azerbaycan ve Belh’e uğradı. Buralarda, Şihâbüddîn Sühreverdî başta olmak üzere birçok âlim ile görüştü. Bu esnada Moğollar ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılıp, cihâd etti. Bir defasında Haçlılara esîr düştü. 655 (m. 1257) senesinde tekrar Şîrâz’a döndü. Bu sırada, devlet başkanı Ebû Bekr, Moğollarla sulh yaptı. Memleketi rahata kavuşturdu. Bu hükümdâr tarafından iyi bir kabûl gören Sa’dî, onun adına aynı sene Bostan adlı eserini ve bir yıl sonra aynı şekilde kendisine büyük saygı gösteren Veliahd ikinci Sa’d adına da Gülistan adlı eserini yazdı. Bu eserleri sayesinde kısa zamanda şöhreti memleketinin dışına taştı. Birkaç sene sonra, hamileri olan Ebû Bekr bin Sa’d bin Zengî ve oğlu ikinci Sa’d vefât etti. Yerine küçük yaşta bulunan ikinci Sa’d’ın oğlu Muhammed geçti. Bu hükümdârla birlikte Salgurlu hânedanı çöktü, 663 (m. 1264) senesinde Moğol hâkimiyeti altına girdi. Bu karışıklıklar esnasında Sa’dî tekrar Şîrâz’dan ayrıldı. Mekke’ye gitti. Hac yaptı, ömründe ondört kerre hacca gitti.
Eserleri: Şâirin manzûm ve nesir olan eserleri ölümünden sonra külliyât halinde bir araya toplanmıştır. Bu külliyât, sonradan Bîsütûn diye şöhret bulan Übey bin Ahmed bin Ebî Bekr tarafından, biri 726 (m. 1325) senesinde, diğeri de 735 (m. 1334) senesinde olmak üzere iki defa düzenlenmiştir. İlki, kaside ve gazellerin ilk harfine göre ve ikinci tertîb ise son harfine göre yapılmıştır. Külliyât, 16 kitap ve 6 risale olmak üzere 22 eseri ihtivâ etmektedir. Ancak külliyâta, mevcût isimlerin hepsinin bizzat müellif tarafından mı konulduğu kat’î olarak bilinememektedir. Külliyâtta bulunan eserler şunlardır: 1. Takrîr-i Dibace, 2. Mecâlis-i Pencgâne, 3. Suâl-i sâhib-dîvân, 4. Akl-u aşk, 5. Nasîhat-ül-mülûk, 6. Risâle-i Selâse; Mülâkat-ı Şeyh Sa’dî bâ Abakahan, risâle-i Tingiyânû, risâle-i Melik Şemsüddîn, 7. Kasâid-i Arabî, 8. Mülemmaât, 9. Terciat, 10. Tayyibat, 11. Bedâyi’, 12. Havatim, 13. Gazelliyyât-i kadîm, 14. Sâhibiye, 15. Mukatta’at, 16. Rubâiyat, 17. Müfredat, 18. Hubsiyat, 19. Hezliyat, 20. Mudhikat, 21. Gülistan: Gülistan, nesir kısımlar arasına bir takım manzûmeler ilâvesiyle meydana gelmiş bir önsöz ve 8 bölümden ibârettir, 1. bölüm; hükümdârların hâl ve hareketleri, 2. bölüm; dervişlerin ahlâkı, 3. bölüm; kanâatin fazileti, 4. bölüm; susmanın faydası, 5. bölüm; sevgi ve gençlik, 6. bölüm; takatsizlik ve ihtiyârlık, 7. bölüm; terbiyenin önemi, 8. bölüm; sohbet âdabı ile ilgili hikâye ve menkıbeleri ihtivâ etmektedir. Bu hikâyelerin bir kısmı kendi müşâhedelerine, bir kısmı da İslâm âlimlerinin sohbetlerinde duyduklarına ve okuduklarına dayanmaktadır. Eser, uslûb ve tertîb bakımından mükemmeldir. Bütün bölümler sıralanırken birbirleriyle irtibâtlıdır. Nesir ve manzûm kısımlar arasında bir nisbet sağlanmış ve fikirler kısa ve açık bir şekilde ifâde edilmiştir. Hemen hemen bütün dünyâ kütüphânelerinde Gülüstân’ın yazma nüshaları vardır. Eser Avrupa’da ilk defa Latince tercümesi ile birlikte, 1651’de Amsterdam’da neşredilmiştir. Türkçe’ye ve birçok doğu ve batı dillerine tercümesi yapılmıştır. Sa’dînin bu eseri birçok kimseler tarafından taklid edilmiştir.
22. Bostan: Manzûm eserlerinin başında gelir. Asıl ismi Sa’dînâme’dir. Ancak bu eser, şarkta ve batıda daha çok Bostan adıyla tanınmaktadır. Bostan; adâlet, ihsân, ahlâk, mertlik, tevâzu, rızâ, kanâat, terbiye, şükür, tövbe ve münâcaat gibi konuları içine alan 10 bölümden ibârettir. Bostân’da hikâye ve menkıbeler kısa, öz ve güzel olarak yazılmıştır, ifâdeler her bakımdan sağlamdır. Bostan da, Gülistan gibi asırlarca İslâm âleminde büyük rağbet görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, birçok şerh ve tercümeleri yapılmıştır. Yakın zamana kadar Anadolu’da okunan Bostan, muhtelif kimseler tarafından şerh ve tercüme edilmiştir.
Sa’di’nin külliyâtında, Bostan ve Gülistân’dan sonra yer alan Farsça ve Arabca kasideleri; bir hükümdârın veya devlet erkânının medhinden ziyâde onları dâima insanlığa, âdil olmaya da’vet eden bir nevî nasîhatnâmedir. Kaside mahiyetinde gazelleri de vardır. Bostan ve Gülistân’da aynı beyitlerin tekrarına çok rastlanır.
Bîsütûn’un tertîbine göre kasidelerden sonra Mulammaat gelmektedir. Bunu müteakip, sırası ile 20 bendlik terciât ve hayatını, gençlik, olgunluk ve ihtiyârlık devrine göre tertîb edilmiş tayyibât, bedâyi’, bevâtim, gazelliyyât-ı kadîm ile dört kısımdan ibâret ve dört divân teşkil eden gazeller gelmektedir. Sa’dî, şiirde bilhassa gazelleri ile şöhret buldu. Gazeli, bugünkü müstakil edebi şekil hâline getiren o oldu. Gazellerinde tasvirleri canlı ve duygularını rahatça ifâde etmiştir. Medresede elde ettiği bilgileri, seyahatleri sırasında uğradığı muhtelif merkezlerdeki âlimlerle sohbet, tecrübe ve görgüsünün mahsûlü olan malzemeyi eserlerinde kullandı. Onun eserlerinde bu malzeme ve fikirler ölçülü-biçili ve insanı sıkmayacak tarzda edebî san’atlara başvurulmak sûreti ile işlenmiştir. Sa’dî, İran’da gazeli müstakil bir edebi şekil hâline getirmesi yanında, yeni bir nesir üslûbunun da sahibi sayılır. O, biri sâde sayılan, biri resmi haberleşmede kullanılan ve diğeri de cümle sonları kafiyeli olan nesir tarzlarını da bulmuş idi.
Gülistân’dan ba’zı bölümler:
“Mihnet, sâdece yüce Allaha mahsûstur. O’nun emirlerini yapmak, ma’nevî yakınlığa sebeb olur ve şükür edildikçe ni’metlerini bollaştırır. İnsanın ciğerlerine giren her nefes hayatı uzatır, kişiye can verir. Ciğerden çıkan her kirli nefes ise, insana ferahlık verir. O hâlde nefes alıp verme birer ni’mettir. Ni’mete şükür etmek vâcibdir. Kimin gücü ve lisânı yetebilir. Hak teâlâya hakkıyla şükür etmeğe. Kulun yapabileceği en iyi iş, Allahü teâlâya karşı olan kusurunu bilip, O’ndan af dilemesidir. O’nun rahmeti her yeri kaplamış, verdiği ni’metler her yere yayılmıştır. Allahü teâlâ kulunun kusuru dolayısıyla, onun rızkını kesmez.”
“Ey kardeş! Bu dünyâ kimseye kalmaz. Gönlünü, herşeyi yaratan Allahü teâlâya bağla. Sana bu kâfidir. Dünyâ mülküne güvenip bel bağlama. Çünkü bu dünyâda senin gibi birçokları yaşamış ve sonunda ölüp gitmiştir. Diyelim ki en sonunda ölüm vardır ve bu can ölüm yolunu tutacaktır. O hâlde ister taht üzerinde can vermişsin, ister toprak üzerinde ne fark eder?”
“Hikâye olunur ki Bir sultan halkına çok eza ve cefâ eder, halkın mallarını gasbederdi. Sultânın zulmü o kadar ileri gitti ki, halk o beldeden akın akın kaçmaya başladı. Halkın azalmasıyla, hazîne boşaldı, devletin gücü zayıfladı. Düşmanlar sağdan soldan saldırmaya başladı. Birgün pâdişâhın meclisinde Şehname kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhak’ın saltanattan halli ve Feridun’un sultan olması hakkında idi. Vezir, Pâdişâha; “Feridun’un hazinesi, malı, mülkü, hizmetçileri ve adamları yok iken nasıl oldu da pâdişâh oldu?” diye sorunca, pâdişâh; “İşitmişsindir, bir takım halk onu büyük bir istekle desteklediler, onu kuvvetlendirdiler. Böylece pâdişâh oldu” diye cevap verdi. Bunun üzerine vezir; “Madem ki halkın toplanmasına pâdişâh sebeb oluyor, sen niye halkını eziyor, perişan ediyorsun? Yoksa sen pâdişâh olmak istemiyor musun?” dedi. Beyt tercümesi:
Sevmek lâzım halkı ve askeri cân-ı gönülden,
Çünkü halkı sayesinde hüküm sürer sultân.
Pâdişâh, vezire; “Dağılan asker ve halkın toplanması için ne yapmalıdır?” diye sorunca, vezir; “Pâdişâh, âdil ve merhametli olmalıdır. Pâdişâh âdil ve merhametli olursa, halk onun etrâfında toplanır ve rahat olarak yaşar. Hâlbuki sende bu ikisi de yok” dedi. Fârisî şiir tercümesi:
Nasıl ki kurt çoban olamaz,
Zâlim de padişahlık yapamaz.
Zulmün temelini atan hükümdâr,
Saltanatın direğini yıkmış olur.
Vezirin bu sözleri pâdişâhın hoşuna gitmedi. Veziri hapse attırdı. Çok geçmeden pâdişâhın amcasının çocukları saltanat da’vasına düştüler. Etrâflarına bir ordu toplayarak pâdişâha hücum ettiler. Pâdişâhın zulmünden bezen halk da pâdişâha karşı baş kaldırdılar. Sonunda pâdişâh tahtını kaybetti. Saltanat, amcasının çocuklarının eline geçti. Şiir tercümesi:
Zâlim pâdişâha felâket gününde,
Güçlü düşmanı kesilir dostu bile.
İyi muâmele de bulunsa halka,
Olur bir ordu bütün halkı ona.”
“Hikâye: Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. Birgün bu köle ile gemiye binmişti. Köle şimdiye kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemiş idi. Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan i’tibâren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler. Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; “Müsâade ederseniz ben onu susturayım” dedi. Hükümdâr da o zâta izin verdi. O zât, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı, çıktı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar. Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sakin olarak oturdu. Hükümdâr âlimden bu işin hikmetini sordu. O da; “Köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu, işte huzûrla, saadet ve sıhhat de böyledir. Huzûr içinde yaşıyan, mes’ûd olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saadetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez” dedi. Fârisî beyt tercümesi:
Bir belâya ve felâkete uğradığında mahzûn olma,
Cenâb-ı Hakkın nice gizli lütufları vardır onda.”
“Hikâye: Pâdişâhlardan biri, korkunç bir hastalığa tutulmuştu. Bir grup doktor; “Şu sıfatlara hâiz bir insanın safra kesesi, bu hastalığın ilâcı olabilir” diye fikir birliği ettiler. Pâdişâhın emri ile o sıfatlara hâiz bir kimse aradılar. Sonunda istenilen sıfatlara hâiz bir köylü çocuğu buldular. Anası ve babasıyla birlikte pâdişâhın huzûruna getirdiler. Pâdişâh kadıyı da huzûruna çağırdı. Kâdı, pâdişâhın bu hastalıktan kurtulması için çocuğun öldürülmesine fetvâ verdi. Pâdişâh, çocuğun anne ve babasına büyük miktarda mal, mülk ve para vererek, çocuğun öldürülmesi için onlardan muvafakat aldı. Cellat, çocuğun başını kesmek için tam kılıcı kaldırdığı zaman, çocuk, başını semâya kaldırdı. Kendi kendine birşeyler söyliyerek gülümsedi. Bu durumu gören pâdişâh; “Bu hâlde gülmenin sırası mı? Başını semâya kaldırıp ne söylüyorsun?” diye sordu. Çocuk şu cevâbı verdi: “Pâdişâhım! Bir çocuğun nazı, anası ve babasına geçer. Bir da’vâyı hâlletmesi için kadıya gidilir. Pâdişâhtan da adâlet istenir. Hâlbuki, anam ve babam da geçici dünyâ malı için öldürülmeme râzı oldular. Kâdı, kanımın boş yere dökülmesine fetvâ verdi. Siz ise sağlığınızı benim mazlûmen Ölümümde görüyor ve buluyorsunuz. Bu durumda Allahü teâlâdan başka bir sığınağım kalmadı. O’na yalvardım. Çünkü Allahü teâlâ âdil ve merhametlidir. Bunu bildiğim ve O’ndan yardım ümîd ettiğim için sevincimden güldüm.” Çocuğun bu sözlerine pâdişâh çok üzüldü ve; “Bu çocuğun haksız yere kanının dökülmesinden benim ölmem daha iyidir” dedi. Sonra çocuğun alnından öptü. Ona birçok hediyeler vererek gönderdi.”
“Hikâye: Allahü teâlânın sevgili kullarından bir zât, bir sahrada oturuyordu. O sırada oradan zamanın pâdişâhı geçti. O zât, kanâat âleminde oturup, dünyâ ile hiçbir alış-verişi olmayan bir kimse olduğundan, başını kaldırıp, göz ucuyla dahi olsa hükümdâra bakmadı. Pâdişâh bu duruma sinirlenerek; “Bunda insaniyetten eser yoktur” gibi ağır sözler söyledi. Vezir o zâta; “Buradan, senin önünden bu toprakların sahibi olan pâdişâh geçti. Neden ona saygı göstermedin? Terbiye gereğini neden yerine getirmedin?” deyince, o zât vezire; “Pâdişâha de ki; “Ey hükümdâr, bu gibi şeyleri, senden isteyen ve ihsân bekleyenden bekle. Bir de şunu iyi bil ki, hükümdârlar, milleti korumak için pâdişâh olmuşlardır. Yoksa millet, onlara tapınmak için yaratılmamışlardır” dedi.
Fârisî iki şiir tercümesi:
Her ne kadar devlet ve saltanat sayesinde,
Dünyalık herşey hükümdârın elinde ise de,
Pâdişâhlar, âciz halkının koruyucusudur.
Koyun çobana değil, çoban koyuna lâzımdır.
Gelir bir zaman kavuşmuş olursun muradına,
Zevk ü sefâ içinde derin hayâllere dalma.
Birgün gelecek gireceksin toprağın altına,
Yok orada fark pâdişâh ile köle arasında.
Bu durumu vezir pâdişâha söyleyince, pâdişâh doğru konuştuğunu görerek, o zâtın bir isteği olup olmadığını sordu. O zât da ondan, kendisini rahat bırakmasını istedi. Bunun üzerine pâdişâh; “Bana bir nasihat ver” dedi. O zât şu şiiri söyledi:
Bugün elinde var iken fırsat,
Âhıret hazırlığı yap hemen.
Çünkü sende bulunan bu kudret,
Elden ele geçer gider dâim.”
“Hikâye: Birgün ben (Sa’dî Şîrâzî) bir gemiye binmiştim. Geminin yanında bir kayık battı ve iki kardeş bir girdaba düştü. Gemide bulunan bir zât gemiciye; “Bu iki kardeşi kurtar, sana yüz dinar vereyim” dedi. Gemici suya atlayarak ancak birini kurtarabildi. Diğeri boğulup öldü. Ben gemiciye; “Demek ömrü bu kadarmış. Ecel onu çektiği için onu kurtarmakta geciktin” dedim. O da güldü ve; “Dediğin doğrudur. Fakat ben, ilkönce bu kişiyi kurtarmak istedim. Çünkü bir vakitler çölde kalmıştım. Bu kişi beni deveye bindirdi ve bana yardım etti. Ötekisi ise bana kamayla vurmuştu ve bana kötülük yapmıştı” dedi. Ben de: “Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen ne güzel buyuruyor “Kim bir iyilik yaparsa, kendine iyilik yapmış olur. Kim de kötülük yaparsa, yine kendine kötülük yapmış olur” (Fussilet-46). Fârisî şiir tercümesi:
Yapma kötülük kimseye,
Çalış kalb kırmamaya.
Yardım et, işini gör herkesin,
Düşer bir işin onlara da senin.”
“Hikâye: Müellif kendisi anlatır: Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda ibâdete çok hevesli idim. Geceleri kalkar, beni yaratan Rabbime karşı ibâdetle meşgûl olurdum. Bir gece babamla bütün gece hiç uyumadık, Kur’ân-ı kerîm okuyorduk. Bu sırada ev halkı derin bir uykuda idi. Babama; “Ne olurdu bunlardan biri de kalkıp Allahü teâlânın yolunda iki rek’at namaz kılsa idi. Ölü gibi uyuyorlar” dedim. Babam bunun üzerine şu cevâbı verdi: “Bir tanecik oğlum! Keşke sen de uyusaydın da, onların gıybetini yapmasaydın.” Fârisî kıt’a tercümesi.
Kendini çok beğenen kibirli bir kişi,
Gurûrundan göremez kendinden başkasını.
Olsaydı Hak teâlâyı görecek bir gözü,
Göremezdi kendinden daha âciz olanı.
Lokman Hakîm’e; “Edebi kimden öğrendin” diye sorduklarında; “Edebsizden! Çünkü edebsizin bana hoş gelmeyen hareketlerini yapmaktan kaçındım” dedi. Fârisî beyt tercümesi:
Masal sanana, masal gibi olur.
Kıymet bilene, çok faydalı olur.
“Hikâye: Bir defa, Rum hükümdârı Herakliüs, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki: “Efendim! İmparator hazretleri, beni size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım! Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler aylar geçti. Hiçbir müslüman, doktora gelmedi. Doktor utanarak huzûra geldi ve “Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta bile gelmedi. Boş oturdum, yiyip-içip, rahat ettim. Artık gideyim” diye izin isteyince, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) tebessüm buyurdu ve; “Sen bilirsin; eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikram etmek, müslümanların başta gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar” dedi. Fârisî kıt’a tercümesi:
Asık bir çehre ile gitme dostunun yanına,
Gidersen böyle, zehir edersin hayâtı ona.
Bir dilekte bulunmak için git neş’ eli,
Güler yüzlü olanın, reddedilmez isteği.”
“Ne kadar okursan oku, ne kadar öğrenirsen öğren. Ne kadar bilgi edinirsen edin. Onunla amel etmedikçe câhilsin. Üzerine birkaç kitap yüklenmesiyle merkeb âlim olur mu? O akılsız, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile bilmez!”
“Hikmet Günah işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş’âle tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez.”
“Hikmet Dünyâ, iki yolculuk arasında bir duraktır. Dîni dünyâya satanların, ya’nî sırf dünyâ için yaşayanların merkepten farkı yoktur.”
“Teşbih: ilim okuyup, öğrenip de amel etmeyen kimse, tarlayı sürüp de tohum ekmeyen kimseye benzer.”
“Hikâye: Bir grup eşkiya bir dağa yerleşip, gelip geçen kervanları soyuyorlardı. O beldenin halkı onlardan usanmıştı. Üzerlerine gönderilen askerler, arazinin dağlık olması yüzünden onları yakalayamamıştı. Eşkiyanın saklandığı yere ulaşmak çok güçtü. Çünkü, sarp dağın tepesini sığınak yapmışlardı. Halk birbirleriyle, bunlarla nasıl başa çıkabilecekleri hakkında meşveret ettiler. Sonunda onların bulunduğu yerin yakınlarına bir gözcü diktiler. Bir gece bu eşkiyalar bir yeri soymak için gittiler. O zaman gözcü gelip durumu bildirdi. Güçlü kuvvetli birkaç yiğit, onların saklandıkları yerin oyuklarına gizlendiler.
Eşkiyalar, çalıp çırptıkları mallarla dönüp geldiler. Çok yorgun olduklarından uyuya kaldılar. Oyuklara saklanan yiğitler onları kıskıvrak yakaladılar. Ertesi gün pâdişâh huzûruna çıkarılan eşkiyaların hepsinin öldürülmesine karar verildi. Aralarında bir çocuk vardı. Daha çok küçüktü. Pâdişâhın huzûrunda bulunan vezirlerden biri, bu çocuğun affedilmesini isteyerek; “Bu çocuk daha ömrünün baharında, daha dünyâdan birşey anlamamış. Çocuğun affını pâdişâhımın cömert ve keremli ahlâkından dilerim” dedi. Pâdişâh bunu uygun görmiyerek; “Karakteri bozuk kimseler, iyilerin nûrundan istifâde edemezler. Kabiliyeti olmıyan bir kimseyi terbiye etmeye çalışmak, kubbe üzerinde ceviz durdurmaya çalışmak gibidir. En iyisi bunun gibi insanların nesillerini tüketmelidir. Böyle yapmamak, ateşi söndürüp korunu bırakmak ve yılanı öldürüp, yavrusunu saklamak demektir. Bu da akıllı bir kişinin işi değildir” dedi vezîr, pâdişâhın bu sözlerini beğendi ve şöyle dedi: “Dediğiniz doğrudur ve gerçektir. Bu, eşkiya ile düşüp kalktığı için onların huyunu alır. Fakat ben sanıyorum ki, bu genç iyilerle beraber olursa iyi ahlâklı olur. Daha çocuktur. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Bütün çocuklar, müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar” buyuruyor.” Fârisî kı’a tercümesi:
Kaybetti peygamberin ailesi olma şerefini,
Kötülerle arkadaşlık ettiği için Hazreti Lût’un eşi.
Eshâb-ı Kehf’in köpeği onlarla olunca beraber,
Kavuştu haşr olunma şerefine, mü’minlerle beraber.
Vezirin bu sözlerini pâdişâhın huzûrunda bulunanlar da desteklediler. Bunun üzerine pâdişâh; “Bunu uygun bulmuyorum ama, haydi sizin hatırınız için bağışladım” dedi. Böylece vezir, çocuğu alıp evine götürdü. En iyi şekilde doyurdu. Bir hoca tutup en güzel şekilde terbiye etti. O kadar iyi yetiştirdi ki, herkes onu medh ediyordu. Vezir, pâdişâha; “O bağışladığınız genç, akıllı kimselerin terbiyesinde edebli bir kişi oldu. Eski kötülüklerinden hiçbir eser kalmadı” dedi. Pâdişâh vezirin sözlerine gülerek şu beyti söyledi:
Kurt yavrusu insanlar arasında büyüse bile,
Kurt olur en sonunda, gösterir kurtluğunu yine.
İki yıl bu ahvâl üzere geçti. Çocuk bayağı büyüdü. Mahalledeki bir takım ahlâksız kişilerle arkadaşlık yapmaya başladı. Onların grubuna dâhil oldu. Oğlan bir fırsatını bulunca, veziri ve iki oğlunu öldürdü. Vezirin evinden bir miktar para ve eşya alarak, babası gibi eşkiyalığa başladı. Bunun üzerine pâdişâh şöyle dedi: “Nasıl ki kötü bir demirden iyi bir kılıç olmazsa, kötü bir insan da, Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir evliyâ tarafından terbiye edilmedikçe, iyi bir insan olamaz.”
“Hikâye: Şöyle anlatılır: Bir pâdişah, birgün suçsuz bir kölenin öldürülmesini emretti. Köle hayâtından ümidi kesince, kendi lisanıyla sultâna küfretmeye başladı. Sultan meraklanarak; “Bu köle ne diyor?” diye sordu. Huzûrunda bulunan iyi kalbli bir vezir, “Efendim! Bu köle; “Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennete girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever” (Âl-i İmrân-133) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyor” dedi. Bunun üzerine sultan, o köleyi affetti. Fakat birinci vezire muhalif başka bir vezir ise; “Pâdişâhım! Bize yakışan şey, pâdişâhımızın huzûrunda yalan söylemeyip, doğruyu konuşmaktır. Bu köle size küfretti ve yakışık almaz sözler söyledi” dedi. Bu sözler üzerine hükümdârın canı sıkıldı ve bu vezire; “Onun yalanını, senin doğru sözünden daha çok beğendim. Çünkü onun yalanı, duruma göre uygun idi. Onda iyilik ve hayır maksadı vardı. Seninkinde ise hased ve kötülük var. İyilik dururken, kötülükten ne çıkar? Eskiden söylenmiş olan şu meşhûr sözü bilmez misin? “Hayırlı netice veren bir işin, iyi bir şekilde bitmesi için sarf edilen yalan söz, fenâlık ve fitne çıkaran doğru sözden daha iyidir” dedi.”
“Hikâye: Bir şehzâdeye, babasından hazineler dolusu bir miras kalmıştı. Bu şehzâde sultan olunca, kerem ve ihsân elini açtı. Tam bir cömertlik örneği göstererek, babasından kalan pekçok malı ve serveti, halka ve askerlere dağıttı. Beyt tercümesi:
Öd ağacı bir tabla üzerinde veremez güzel koku,
Amber gibi kokar, ateşin üzerine koydun mu onu.
Genç sultânın, akılsız, düşüncesiz olan bir veziri, ona nasihat edeceğini zannederek; “Senden önceki sultanlar bu hazineyi, lüzumlu bir gün için çalışıp biriktirdiler. Sen yaptığın bu cömertlikten vazgeç. Önümüzde ve arkamızda düşmanlar var. İhtiyâç zamanı ne yaparsın?” dedi. Genç sultânın bu sözlere canı çok sıkıldı. Zira bu sözler, kendi yüksek ahlâkına aykırı idi. Kaşlarını çatarak o vezirine; “Allahü teâlâ beni bu ülkeye, yedirmem ve ihsânda bulunmam için pâdişâh yaptı. Ben bekçi değilim ki, malın ve servetin bekçiliğini yapayım, onları hazinelerde saklıyayım” dedi.”
“Hikâye Sultan Nûşirevân birgün ava çıktı. Yakaladığı hayvanlardan bir kebap yapılmasını emretti. Yemek hazırlandı. Fakat tuz yoktu. Tuz almak için bir hizmetçisini köye gönderen Nûşirevân ona; “Tuzu para ile satın al. Parasız almak âdet olmasın ve köy bu yüzden harâb olmasın” dedi. Oradakiler; “Bir parça tuzun parasız alınmasından ne çıkar?” dediler. Bunun üzerine sultan Nûşirevân onlara; “Zulüm, dünyâda ilk zamanlar az imiş. Her gelen onu bir miktar arttırdı. Bugün ise çok şiddetli bir dereceye ulaştı. Eğer hükümdâr, halkından birinin bahçesinden bir elma koparıp yerse, hizmetçileri ve adamları, o elma ağacını kökünden sökerler. Şayet bir sultan bir yumurta almak sûretiyle haksızlık yaparsa, askerleri bin tavuğu şişe geçirip kebap yaparlar” diye cevap verdi. Beyt tercümesi:
Dünyâda kalmaz, halka zulüm eden zâlim,
Birgün ölür, la’net ile anılır dâim.”
“Hikâye: Tümsek bir yerde otla bağlanmış bir demet taze gül gördüm. Kendi kendime; “Nasıl oluyor da bu değersiz ot, güllerle bir arada bulunuyor” dedim. Ot, bu hafif sesimi duyarak ağladı ve şöyle dedi: “Sus! Hiç kerem sahibi insanlar dostlarını unutur mu? Güzel değilim. Kokum yok. Fakat ben de bu güllerin yetiştiği bahçede bittim.” Bunun üzerine ben; “Ben de kerîm olan Allahü teâlânın bir kuluyum. O’nun ni’metleriyle beslenip büyümüş ve yetişmişim. Allahü teâlâya karşı herhangi iyi bir hünerim yok ise de, O’ndan umduğum bir lütuftur. Ümit için bir sermâyem, servetim ve taatim yok ise de, cenâb-ı Hak yine de kulu için bir çâre bulur ve onu kurtarır. Âdet olduğu gibi köle azâd edenler, ihtiyâr köleleri azâd ederler. Ey dünyâyı süsleyen Allahım! Bu ihtiyâr kulunu affeyle! Ey Sa’dî, rızâ Kâ’besinin yolunu tut. Bedbaht diye, başını bu kapıdan çevirene denir. Zîrâ bu kapıdan başka bir kapı bulamaz” dedim.”
“Hikâye: Mısır’da iki kardeş vardı. Biri ilim öğreniyor, öbürü de mal kazanmak ve zengin olmakla vaktini geçiriyordu, İlim öğrenen, zamanın derin âlimi oldu. Diğeri ise Mısır’ın en zengini ve Mâliye vekîli oldu. Bu yüksek, fakat dünyâ makamına erişen kardeş, ilim öğrenerek âlim olan kardeşine hakaret gözüyle bakarak; “Ben saltanata eriştim, sen ise fakirlikte kaldın” dedi. Âlim olan ona; “Kardeşim! Ben Rabbime şükretmeliyim. Zira ben, Peygamberlerin mirasına kondum. Hadîs-i şerîfte; “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” buyuruluyor. Sen ise Fir’avnların, Kârunların mirasına ya’nî mala ve Mısır ülkesine nail oldun” diye cevap verdi.”
“Hikâye: Horasanlı iki zât, birlikte bir seyahate çıkmışlardı. Bunlardan biri çok zayıf olup, üç gecede bir yemek yerdi. Diğeri ise güçlü kuvvetli, iri yarı olup, günde üç kere yemek yerdi. Nasıl oldu ise bir şehirde bunlar, casusluk suçundan yakalandılar. Onları bir odaya hapis ettiler. İki hafta sonunda suçları olmadığı anlaşıldı. Odanın kapısını açtıklarında, iri yarı, güçlü-kuvvetli olanın ölmüş olduğunu, zayıf ve çelimsiz olanın ise sağ-sâlim olduğunu gördüler. Herkes bu duruma şaşırdı, içlerinden bir zât; “Bu işte hayret edilecek hiçbir şey yok. Normal olanı olmuş. Aksi olsaydı ben şaşırırdım. Ölen kuvvetli idi, fakat açlığa takati yoktu. Çok yemeğe alışmış idi. Yiyecek bulamayınca açlığa dayanamayarak öldü. Bu ise, ya’nî zayıf olanı açlığa alışkın olduğu için, bu sayede kurtuldu” diye onlara durumu açıkladı. Şiir tercümesi:
“Bir insan az yemek yemeğe alışmış ise,
Karşılaştığı sıkıntıları kolayca yener.
Bolluğa ve boğazına düşkün olan ise,
Darda kaldığı gün sıkıntı ile ölür gider.”
“Hikâye: Sa’dî Şîrâzî kendisi anlatır: Bir tüccârla tanıştım. Yüzelli deve yükü ticâret malı ve kırk kölesi vardı. Bir gece beni Kış adasındaki evine götürdü. Bütün gece durmadan boş şeylerden konuştu. Kâh filân ortağım Türkistan’dadır, filân malım Hindistan’dadır. Bu kâğıt falan mülkün tapusudur diyor, kâh da İskenderiyye’ye gideceğim, oranın havası güzeldi, diyordu. Bir ara; “Ey Sa’dî! Bir seyahatim daha var. O ticârete de çıkarsam, artık ticâretten vaz geçip bir köşeye oturacağım ve ömrümün sonuna kadar istirahat edeceğim” dedi. Ben de; “Hayrola! Bu defa nereye gideceksiniz?” diye sordum. O da; “Çin’e İran kükürdü götüreceğim, işittiğime göre orada iyi para ediyormuş. Oradan Çin kâseleri getirip, Rum diyarına götüreceğim. Rum diyârının ipekli kumaşlarını Hindistan’a götürüp, oranın çeliğini Haleb’e, Haleb’in cam eşyasını Yemen’e, Yemen kumaşlarını da İran’a getireceğim. Artık ondan sonra ticâreti bırakıp bir köşeye çekileceğim” dedi. Tacir o kadar boş hayâller kurdu ki, artık konuşmaya takati kalmadı. Bana dönerek; “Yâ Sa’di! Sen de biraz konuş. Birşeyler söyle” dedi. Bunun üzerine ben de; “Gör çölünde bir kervanbaşı, katırdan düşünce şöyle demiş: “Dünyalık peşine düşenlerin aç gözünü, ya kanâat veya mezar toprağı doldurur” dedim.”
“Hikâye: Güçlü kuvvetli bir kişi, işlerinin ters gitmesinden dolayı babasına giderek; “Babacığım, bana müsâade et de, bir seyahata çıkayım. Kolumun gücü-kuvvetiyle bir iş yaparım ve servete kavuşurum” dedi. Babası da; “Oğlum! Hayalperest olma, kanâat sahibi ol. Sana büyüklerden birinin bir sözünü söyliyeyim de dinle: Devlet, çalışmakta değil, kanâattedir. Körün gözüne sürme çekmek boşuna gayrettir” dedi. Beyt tercümesi:
Saçının her bir telinde, olsa ikiyüz hünerin,
Nasîbinde yok ise, neye yarar ma’rifetlerin.”
“Hikmet: Sırrını dostlarına dahi açma. Ne bilirsin, belki de birgün gelir, dostun sana düşman olur. Elinden gelen her fenâlığı düşmanına yapma. Çünkü onunla birgün dost olabilirsin. Gizlemek istediğin sırrını kimseye söyleme. Çünkü kimse senin sırrını senden daha iyi saklıyamaz. Senin sırrına kimse senden daha emîn olamaz.”
Bostân’dan ba’zı bölümler:
“Kudretiyle canı ve hikmetiyle dilde konuşmayı yaratan, kullarına acıyan, kimsesizlerin yardımcısı, hatâları affedici ve özürleri kabûl eden Allahü teâlânın adıyla bu eseri yazmaya başlıyorum.
O öyle büyüktür ki, O’nun kapısından yüz çeviren, kurtuluşa eremez. Kibirli ve mağrur hükümdârlar bile O’nun kapısının eşiğine baş koyarak yalvarır. O kendine karşı gelenleri hemen cezalandırmaz, özür diliyenleri de reddetmez. Günahları gördüğü hâlde hilm ile örter. Bir kuluna günah işlediğinden dolayı gazâb etse bile, o kul tövbe edince onun günahını affeder.
O’nun bir eşi, benzeri ve zıddı yoktur, insanların ve meleklerin tâatlarına ihtiyâcı yoktur. Bütün yaratıkların sahibi O’dur. Büyüklük ve benlik, yalnız ve yalnız O’na yakışır. O birinin başına tâlih tâcını giydirir, birini de tahtından kara toprağa indirir. Bahtiyarlık, bedbahtlık, herşey onun emriyle olur. Perde ardında yapılan kötü işleri görür. Fakat perdenin üzerine bir perde daha örter. O, âciz ve yokluk içinde bunalıp kalanlara rahmet eder. Yalvaranların duâlarını kabûl eder. O, iyi işleri yapanı beğenir. Kader kalemiyle ana rahmindeki yavruya şekil verir ve bir nakış gibi işler. Ay ile güneşi gemi gibi doğudan batıya sevk eder.
O’nun bilmediği hiçbir zerre yoktur. Açık ve gizli O’nun yanında birdir. O, “Ol!” dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O’ndan başka kim yoktan var edebilir? O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle tutan, kıyâmet günü mahşerde kurulacak Mahkeme-i Kübrâ’nın hâkimi O’dur.
O, kendine ulaşmanın yolunu göstermiştir. O’na ulaşmak bir denizdir. Bu denizde, ancak iyi amel işleyen ve bir âlime tâbi olan gider ve muradına erer. Bir âlimin arkasından gitmeyen yolunu kaybeder ve helak olur. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) gösterdiği yola aykırı yol tutan, ulaşmak istediğine hiçbir zaman ulaşamaz.”
“Peygamberimiz Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) en güzel ahlâklı, iyi huylu ve güzel adetlidir. Bütün insanların Peygamberi ve şefâatçisidir. O, Peygamberlerin İmâmı, doğru yolun önderi, Allahü teâlânın emînidir. Beşerin şefaatçisi, Kıyâmet gününün efendisi, hidâyet yolunun rehberi ve mahşer divânının en başta oturanıdır. Bütün nûrlar, onun nûrunun ışığıdır. O, Lâ ilahe illallah güzel sözünün “Lâ”sı ile, Lât putunu paramparça etti. Uzza’yı hor ve hakîr, İslâmiyeti azîz kıldı. Ona gelen kitap, önceki ümmetlere gelen kitapları hükümsüz kıldı. Doğduğu gece Kisrâ’nın sarayı sarsıldı. Ey en büyük Peygamber! Seni övmek için cildlerle kitap yazılsa, yine seni lâyıkı ile övemez. Ey bütün yaratıkların Nebisi! Sana, senin Eshâbına ve senin izinde gidenlere salât-ü selâm olsun.”
“Sıkıntı çekmemiş olanlar, iyi günün kıymetini bilemez. Sıhhatli kimse de, ıstırap içinde uykusuz kalmadıkça, sıhhatin şükrünü yapmayı aklına getiremez.”
“Hikâye: Sarhoşun biri içkili bir hâlde câmiye girip, mihraba kadar yürüdü. Orada yüzünü secdeye koyup; “Yâ Rabbî! Beni Cennet-i âlâna koy!” diye yalvarmaya başladı. Bu sırada câminin müezzini gelerek ona; “Ey gâfil kişi, ne amel yaptın ki Cenneti istiyorsun? Bu hâlle O’na yalvarılır mı?” deyince, sarhoş ağlıyarak ona şu cevâbı verdi; “Müezzin efendi! Ben sarhoşum, fakat sen, günahkâr bir kulun Allahü teâlânın lütfunu ümîd etmesini tuhaf görüyorsun. Ben senden özür dilemiyorum ki! Kıyâmet gününe kadar açık olacak tövbe kapısından Allahü teâlâya yalvarıyorum. O kerîmdir. Kulunun elinden tutar. O’nun af ve mağfireti o kadar büyüktür ki, ben suçuma büyük demekten utanırım.”
“Hikâye: Siyahî bir kimseye çirkinsin dendi. Adam öyle bir cevap verdi ki, söyleyen bu sözü söylediğine pişman oldu. O sözü söyleyene siyahi; “Sûretimi ve şeklimi ben yapmadım ki, beni ayıplıyorsun. Çirkin isem sana ne? Güzeli, çirkini yaratan ben değilim ki.”
“Hikâye: Allahü teâlânın sevgili kullarından biri, bir kaplanın üstüne binmiş ve elinde ise bir yılan tutarak, sanki ata binmiş gibi gidiyordu. Birisi ona; “Ey Allah yolunda giden Allahın kulu! Bu gittiğin yolda bana kılavuz ol, beni de götür. Sen ne yaptın ki, bu yırtıcı hayvanlar sana tâbi oldu?” diye sorunca; “Kaplan, yılan, fil ve birçok yırtıcı hayvan bana tâbi oluyorsa bunda şaşılacak ne var ki? Sen de Allahü teâlâya bağlan. O zaman görürsün ki, herkes ve herşey sana bağlı olur. Sen Hak teâlânın hükmüne tâbi olursan, herkes ve herşey de senin hükmüne tâbi olur” dedi.
Bir hükümdâr, Allahü teâlânın emrini yerine getirirse, cenâb-ı Hak da onu korur ve ona yardım eder.”
“Kızılarslan ile bir âlimin hikâyesi: Kızılarslanın çok sağlam bir kalesi vardı. Kalenin yolu kıvrım kıvrım idi. Güzel bir bahçe içinde adetâ lâcivert bir tabağın ortasındaki yumurta gibi, çok az bulunur bir kale idi. Birgün bu kaleye, uzak yoldan gelen, gün görmüş, derin bilgili, ma’rifet ve hüner sahibi, çok güzel konuşan, her sözü hikmetli bir zât geldi ve Kızılarslan’ın huzûruna kabûl edildi. Kızılarslan o zâta; “Bunca yerleri gezdiniz. Hiç bu kadar muhkem ve güzel bir kale gördünüz mü?” diye sorunca, o da; “Evet, burası güzel bir kaledir. Lâkin bana göre muhkem değildir. Senden önce burası kudretli pâdişâhların elinde idi. Burada bir müddet oturdular, sonra da bırakıp gittiler. Senden sonra da başka hükümdârlar da gelip burada oturacaklar ve senin ümit ağacından onlar da yemiş yiyecekler. Babanın zamanını düşün ve onun saltanat devrini hatırla da, kendini böyle düşüncelerden kurtar. Bak Allahü teâlâ, babanı, bir pula bile hükmü geçmediği yere nasıl soktu. Baban herkesten ve herşeyden ümidini kesti. Ümidi, yalnız Allahü teâlânın fazlına kaldı” cevâbını verdi.”
“Hikâye: Bir âbid Hicaz’a giderken, yolda her adımda iki rek’at namaz kılardı. O kadar aşk ve şevk içinde idi ki, ayağındaki dikeni bile çıkarmadı. Âbid bu yolda böyle giderken, birdenbire gurûrlanmaya ve kendini beğenmeye başladı. Karşısına mel’ûn şeytan çıkarak; “Kimse senden daha güzel ve iyi ibâdet edemez. Ancak bu kadar olur. Bundan fazlası can sağlığı” dedi. Şeytanın bu sözleri onu daha da kibirlendirdi ve o sırada aniden yol üzerindeki bir kuyuya düştü. Allahü teâlânın lütfu erişmese, âbid tamâmiyle yoldan sapacaktı. O sırada gâibden bir ses; “Ey mübârek kişi Yaptığın bu ibâdetlerle Allahü teâlânın katında bir mevki elde ettiğini ve O’na lâyık bir ibâdet yaptığını zannetme. İyilikle bir gönül elde etmek, bin rek’at namaz kılmaktan daha iyidir” dedi.”
“Hikâye: Bir kişi, yolda ayakları olmıyan bir tilki gördü ve Hak teâlânın bu lütfuna hayret ederek; “Bu hayvanın ayakları yok. Ne yer, ne içer ve nasıl geçinir?” diye düşündü. Tam bu sırada, çakal avlamış bir arslan oraya gelerek, avladığı çakalı yedi. Artıkları ile de tilki karnını doyurdu. O kişi, diğer birgün tilkinin başka bir vesile ile karnının doyduğunu görünce şöyle dedi; “Madem ki tilkinin rızkı ayağına kadar geldi. O hâlde zahmete girip karınca gibi çalışmama ne lüzum var.
Gidip bir köşede oturur rızkımı beklerim.” Adamcağız uzun süre bekledi. Ne gelen var, ne giden. Açlıktan bir deri bir kemik kaldı. Bulunduğu mescidin mihrabından doğru gelen şöyle bir ses duydu; “Ey kötü düşünen kişi! Kendini sakat kötürüm bir tilki yerine koyma. Kalk arslan gibi ol. Öyle çalış ki, arslan gibi senden artık kalsın. Arslan gibi ensesi kalın iken, çaresiz kalmış tilki gibi oturan kişiden, köpek daha iyidir. Çalış, rızkını kazan. Hem kendin ye, hem de başkalarını doyur. Başkasının artığına göz koyma. Kolunun kuvvetiyle ve gayret göstererek nasîbini elde et ve başkalarını da rahat ettir. Alçaklar gibi onun bunun eline bakma. Ey genç! Kendini düşürüp de, aman elimden tutun deme. Aksine, ihtiyâr fakirin elinden tut. Allahü teâlâ kime lütufta bulunur bilir misin? Halk kimin sayesinde huzûra kavuşursa, Hak teâlâ ona ihsân ve keremde bulunur. Allahü teâlânın kullarına yardımda bulunan kimseler, hem dünyâ, hem de âhırette iyilik görürler.”
“Hikâye: Birgün bir beldeye Rum diyarından bir genç geldi. Bu akıllı bir genç idi. Oranın halkı onu misâfir ettiler. Birgün orada bulunan bir evliyâ zât o gence; “Şuradaki câmi tozlanmıştır. Ötesinde berisinde çerçöp birikmiştir. Oraya git. Sil, süpür ve temizle” dedi. Genç bu sözü işittikten sonra, hemen orayı terk etti. Bir daha onu gören olmadı. Orada bulunan talebeler, “Bu misâfir gencin elinden bir iş gelmiyor. O yüzden bir daha buraya uğramadı” dediler. Birgün o büyük zatın talebelerinden biri o gence rastladı ve ona; “Sen iyi bir harekette bulunmadın. Sen kendini beğenmiş bir gençsin. Sen bilmez misin ki, insanlar, hizmetle ve çalışmakla yükselirler” dedi. O genç ağlıyarak şu cevâbı verdi: “Ey gönül ehli dostum! Ben hoca efendiden emir alır almaz, temizlemek, silip süpürmek için o câmiye gittim. Fakat gördüm ki, câmi tertemiz. Ne toz var, ne toprak. Meğerse orada kirli olan sâdece ben imişim. Câminin temizlenmesinden maksad, benim temizlenmem idi.” Yükselmek isteyen mütevâzi olmalı. Yücelik damına çıkmak için, alçak gönüllülükten başka merdiven yoktur. Akıllı ve hakiki irfan sahibi kimse, meyva dalı gibi alçak gönüllü olur.”
“Hikâye: Gönül ehli bir zât, kendi boyu kadar bir ev yaptırmış idi. Bir arkadaşı ona; “Bundan daha iyisini yaptırmaya kudretin, vardı, niye yaptırmadın?” diye sordu, O zât da; “Bundan daha yükseğini yaptırmaktan ne çıkar? Bırakıp gidecek olduktan sonra bu kadarı da yeter” dedi”
“Hikâye: Hârezmşâh sülâlesinden Sultan Alâeddîn Tüküş, hizmetçilerinden birine bir sır söyledi ve sakın kimseye söyleme diye tenbîhte bulundu. Sultan bu sırrını tam bir yıl saklamış ve kimseye söylememiş idi. Sırrını hizmetçisine söyledikten sonra duymadık kimse kalmamış oldu. Sultan bu sırrının ortaya çıkmasına çok kızdı ve o hizmetçisinin boynunun vurulmasını emr etti. Hizmetçilerinden biri sultana; “Şevketli sultânım! Hizmetçilerini boş yere öldürme. Kabahatin büyüğü sende. Sır sende iken etrâfı kapalı bir pınar gibi idi. Sen onun etrâfını açtın. Su yayıldı, sel olup etrâfa dağıldı, Artık önü alınmaz” dedi.
Dostum! Kimseye sırrını söyleme. Sen birisine söylersen, o da bir başkasına söyler. Mücevheratı hazinedara teslim et, ama sırrını kendine sakla?
“Hikâye: Bir hükümdârın oğlu attan düştü ve boyun kemikleri birbirine girdi. Öyle ki, boynu, fil boynu gibi gövdesine battı, Başını çevirebilmek için bütün gövdesini döndürüyordu. Ülkesindeki bütün doktorlar tedâvisinde âciz kaldılar. Yalnız başka ülkeden gelen bir doktor, şehzâdenin başını eski hâline getirebildi ve damarlarıyla kemiklerini düzeltti. O doktor olmasaydı, şehzâde sakat kalacak, belki de ölüp gidecekti. Şehzâde iyi olduktan sonra, iyi eden doktor, şehzâdeyi ve babasını ziyârete gitti, iyiliği takdîr etmeyen nankör hükümdâr ile şehzâde, ona hiç yüz vermediler. Doktor kendisine reva görülen bu muâmeleden müteessir oldu ve hükümdâr ile oğlu utanacakları yerde, doktor utanarak başını yere eğdi. Kalkıp giderken şöyle mırıldanıyordu; “Ben onun boynunu çevirip eski hâline koymasaydım, bugün yüzünü benden çeviremezdi.” Doktor gördüğü bu hareket karşısında ve hükümdârla oğlundan öç almak üzere ona bir tohum gönderdi ve şu haberi yolladı: “Şehzâde bunu buhurdana koyup yaksın. Çok güzel ve şifalı bir tütsüdür.” Şehzâde, doktorun gönderdiği o tohumu yaktıktan sonra dumanından aksırdı. Aksırınca da başı eskisi gibi çarpıldı. Pâdişâhın emriyle o doktoru çok aradılar, fakat bir türlü bulamadılar. Kendisinden özür dileyeceklerdi. Ne çâre iş işten geçmişti.
Cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme ki, yarın mahşer günü boynu bükük kalmayasın.”
“Hikâye: Bir fıkıh âlimi, yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken, kendi halini düşünerek böbürlendi Sarhoşa göz ucuyla bile bakmaya tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak fıkıh âlimine; “Ey iyi zât! Kavuştuğun bu ni’mete şükret. Sakın büyüklenme. Zira kibirden mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de başına gelebilir. Mukadderatın belli olmaz. Belki birgün sen de sarhoş olup yerlerde sürünebilirsin” dedi.”
Sa’dî Şîrâzî buyurdu ki: “Hak teâlânın lütuf ve ihsân buyurduğu bahta ve rızka kanâat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve O’na itaat etmemiş olur. Ey bir yerde durmayan, sebat etmeyen, rızk için didinip duran, koşan kişi! Sâkin ol, yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez.”
“Ey akıllı kimse! ister iyi, ister kötü olsun, kimsenin arkasından konuşma. Çünkü hakkında konuştuğun kişi gerçekten kötü ise, onu kendine düşman etmiş olursun. İyi ise, çok kötü bir iş yapmış olursun. Biri sana gelip de filân adam kötüdür derse, iyi bil ki o kendi kusurunu söylemiş olur.”
“Birisi şu ibretli sözü söyledi: Gıybet edecek olursam, anamdan başkasının gıybetini etmem. Zîrâ böylece sevâblarım anama yazılmış olur!
Ey iyi insan! Bir insanın iki şeyi dostlarına haramdır. Birisi; onun malını haksız yere alarak yemek, diğeri; arkasından iyi olmayan şekilde konuşmaktır. Biri senin yanında başkasının aleyhinde konuşuyorsa, zannetme ki başkasının yanında seni medheder. Benim nazarımda bu dünyâda en akıllı insan, kendisiyle meşgûl olup, başkalarından gâfil olandır.”
“Düşmandan lâf getiren, insana düşmandan daha büyük düşmandır. Ey lâf taşıyıcı! Düşmanım bile yüzüme karşı kötü şey söylemiyor. Sen ondan daha büyük düşman olmasan, onun arkamdan söylediğini, gelip de yüzüme karşı söyler misin? Söz taşıyan, eski düşmanlıkları yeniler, kinleri tazeler. En yumuşak insanları bile çileden çıkarır. Uyuyan fitneyi uyandıran kimseden en kısa zamanda kaç! Kavga iki kişi arasında yanan bir ateşe benzer. Söz taşıyıcı ise, o ateşin sönmemesi için odun taşıyan oduncu gibidir.”
“Ey insanoğlu! Adının unutulmamasını istersen, çocuğuna ilim, hüner, ma’rifet öğret ve onu akıllı fikirli yetiştir. Böyle yaparsan, arkanda seni rahmette anan bir kişi bırakmış olursun.”
“Ey yüzünde nûr kalmamış kişi Kalbini temiz tut Kararmış ayna iyi göstermez. Yarın, azâba müstehak olmamanın yolunu ara. Başkalarının ayıplarını arama. Başkalarının ayıbını araştırmakla meşgûl olan, kendi ayıplarını göremez.”
“Dil; şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur’ân-ı kerîm ve nasihat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz; Allahü teâlânın kudret ve san’atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir.”
“Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Eline cömertlik, başına da secde kabiliyeti verdi. Aksi takdîrde, ne el cömertlik, ne baş secde edebilirdi”
“Dil ile kulak, kalbin anahtarıdır. Dil söylemeseydi, gönüllerin esrârı gizli kalırdı. Kulak iyi bilgileri duymasaydı, insan nasıl bilgi sahibi olurdu.”
“Yavrum! Gençlikte, nefsin arzuları insanı kapladığı gibi ilim öğrenilecek, ibâdet yapılacak en kârlı zaman da gençliktir. Gençlikte şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, dinin bir emrini yerine getirmek, ihtiyârlıkta yapılan aynı ibâdetten çok üstün ve kıymetli olur.”
“Oğlum! Günah yükünün altına girme. Zîrâ o ağırdır ve kaldıramazsın, iyilerin tuttukları yoldan yürü, git. Dileyen, bu bahtiyarlığı bulur. Sen alçak şeytanın kuyruğuna yapışmışsın. İyilere ne vakit erişebileceğini bilmem. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), ancak onun yolundan, gidenlere şefaat edecektir.”
“Ey fakir! Sen hak yolunda oyun çocuğu sayılırsın. Büyüklerin eteğini bırakma. Mayası bozuk kimselerle düşüp kalkarsan, izzet ve vekarını kaybedersin. O hâlde büyüklerin eteğine yapış. Talebeler, çocuktan daha âcizdir. Hocalar ise muhkem duvar gibidir. Yeni yürüyen çocuk, duvara tutunarak yürür. Sen de yeni yürüyen çocuk gibi, âlimlerin muhkem duvarına tutunarak yürü.”
“Ey insanoğlu! Bugün günahlarından korkar isen, yarın birşeyden korkmazsın.”
“Yâ Rabbî! Bize kereminle nazar kıl. Biz kullarından ancak hatâ sâdır olur. Yâ ilâhi! Senin rızkınla beslendik. Senin ihsân ve lütuflarına alıştık. Yâ Rabbî! Bizi bu dünyâda azîz kıldın, öbür dünyâda da azîz kılmanı senden umarız. Azîz eden de sensin, zelîl eden de sensin. Senin azîz kıldığın kimse horluk görmez. Yâ İlâhi! İzzetin hakkı için beni zelîl etme ve günahlarımdan dolayı beni utandırma. Başıma benim gibisini musallat etme. Ukûbet çekeçeksem, senin elinle olsun. Dünyâda en kötü şey, bir insanın kendisi gibi birisinden cefâ çekmesidir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Nefehat-ül-üns sh. 681
2) Bostan ve Gülistân
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 106, 887, 1060
4) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 17
SA’DÎ ŞÎRÂZÎ