RÂGIB-İ İSFEHÂNÎ

Meşhûr tefsîr ve nahiv âlimi. Künyesi Ebü’l-Kâsım olup ismi, Hüseyn bin Muhammed bin Mufaddal er-Râgıb el-İsfehânî’dir. Râgıb-i İsfehânî ismiyle meşhûr oldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Aslen İsfehanlı olup, Bağdad’da oturdu. İmâm-ı Gazâlî ile aynı asırda yaşamıştır. 502 (m. 1108) senesinde vefât ettiği kabûl edilmektedir. Hayâtı ve hocaları hakkında elde fazla bir ma’lûmat yoktur.

Ba’zıları Râgıb İsfehânî’nin mu’tezilî olduğunu iddia etmişler, fakat Fahreddîn-i Râzî, “Te’sîs-üt-takdîs” adlı eserinde onun Ehl-i sünnet i’tikâdının imamlarından olduğunu bildirmiştir. Bunun için mu’tezilî olduğu rivâyeti yanlıştır. Fıkıhta Hanefî mezhebinde idi.

Râgıb İsfehanî, birçok eserler te’lîf etmiştir. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1. Tefsîr-ül-Kur’ân: Tamamlayamadığı bir eserdir. Bu tefsîr çok kıymetli olup, Kâdı Beydâvî, tefsîrini yazarken, onun bu tefsîrinden istifâde etmiştir. Süleymâniye Kütüphânesi Lâleli kısmı, 171 numarada bir nüshası vardır. Bu nüsha, usûl-i tefsîre dâir bir mukaddime, Fâtiha sûresi ve Bekâra sûresinin baş tarafını ihtivâ eder. 2. Müfredât-ül-elfâz-il-Kur’ân: Bu eser, Kur’ân-ı kerîmin kelimelerinin iştikakını, lügat ma’nâlarını, kelimelerin birbirleri ile irtibâtını ihtivâ eder. Bu eser, Kâdı Beydâvî’nin ve sonraki müfessirlerin el kitabı olup, birkaç defa basılmıştır. 3. Muhâdarât-ül-udebâ: Matbû’ olup, iki cildlik bir eserdir. 4. Ahlâk-ı Râgıb, 5. Hallü müteşâbihât-il-Kur’ân, 6. Tahkîk-ül-beyân, 7. Kitâb fil-i’tikâd, 8. Efânîn-ül-belâga, 9. Eş-Şu’arâ vel-bülegâ: Matbû olup, iki cildlik bir eserdir. 10. Dürret-üt-te’vil fî müteşâbih-it-tenzîl, 11 Risâletün fî fevâid-il-Kur’ân, 12. Ez-Zerîa ilâ mekârim-iş-şerîa: Matbû’ olan bu eseri, İmâm-ı Gazâlî’nin yanından hiç ayırmadığı rivâyet edilir.

Râgıb-i İsfehânî’nin yazdığı ez-Zeria ilâ mekârim-iş-şerîa’dan ba’zı bölümler:

Nefsin ıslâhı: Nefsin temizlenmesi, kuvvetli üç ıslâh ile mümkün olmaktadır. Bu üç ıslâhın ilki, düşüncenin ıslâhı olup, bu da; i’tikâdda hak ile bâtılı, konuşmada doğru ile yalanı, amelde güzel ile çirkini ayıracak hâle gelinceye kadar ilim öğrenmekle hâsıl olur. İkinci ıslâh; şehvetlerin, arzuların ıslâhı olup, gücü yettiği kadar cömertliği nefse kolaylaştırır. Üçüncüsü; hamiyyeti ıslâh olup, bu hamiyyeti kolaylaştırmakla elde edilir. Hamiyyet: Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta, tenbellik etmeyip bütün kuvveti ile gayret etmektir. Hamiyyeti kolaylaştırmakla, nefs gadabdan uzaklaşır ve şecaat sahibi olur. Böyle şecaate ulaşan nefs, korkaklıktan, kötü hırstan uzaklaşır.

Bu üç şeyin ıslâhı ile, adâlet ve ihsân sıfatları nefse gâlib gelir. Böyle güzel sıfatların bir araya toplanması, medh edilen güzel ahlâktan ve rûhun temizliğindendir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Îmânı en kâmil olanınız, ahlâkı en güzel ve ailesine yumuşak olanınızdır.” Ya’nî ailesine yumuşak davranan, onları en güzel şekilde terbiye edip yetiştirendir. Tahrîm sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu, insanlarla taşlardır…”

Denildi ki; güzel ahlâk, Kur’ân-ı kerîmin şu âyet-i kerîmesinde toplanmıştır; meâlen; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allaha ve Resûlüne îmân ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşırlar, işte onlar, (îmânlarında) sâdık olanların ta kendileridir.” (Hucurât-15). Îmân ile, ilim ve hikmet elde edilir. Bu da, düşünceyi ıslâh iledir. Mücâhede ile, şehveti ıslâha tâbi olan iffet ve cömertlik elde edilir. Yine bu elde edilenlerle, hamiyyetin ıslâhına tâbi olan, şecaat ve hilm elde edilir. Allahü teâlâ, A’râf sûresinin yüzdoksandokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sen bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir” buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Affetmek demek, sana zulm edeni affetmen, sana vermeyene vermen, seni ziyâret etmeyeni (seni aramayanı) aramandır” buyurdu. Kişinin kendisine zulm edeni affetmesi, hilmin ve şecaatin en yükseğidir. Kendisine vermeyene vermek, cömertliğin en yükseğidir. Kendisine gelmeyene gitmesi, ziyâret etmesi ihsândır.

Dünyânın geçiciliği: insan, bu dünyâda yolcudur. Nitekim Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) da böyle buyurmuştur. Dünyâ, sâdece geçici olarak kalınan yerdir. Devamlı oturulan bir yer değildir. Bu yolculuk, ana karnında başlar, ölünceye kadar devam eder. Âhıret ise, asıl istenilen devamlı kalınacak yerdir. İnsan, Dâr-is-selâm’a (Cennete) da’vet edildi. Allahü teâlâ, Yûnus sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah, Cennete çağırır ve dilediği kimseyi doğru yola iletir” buyurdu.

Talebeye lâzım olan şeyler: Talebenin üç şeye riâyet etmesi lâzımdır. Birincisi: Yerin zararlı otlardan temizlenmesi gibi, talebenin de kendisini kötü huylardan temizlemesi lâzımdır. İkincisi: ilme, vaktinin çoğunu verebilmesi için, dünyevî meşgûliyetleri azaltması gerekir. Fikrin dağınıklığı; suyun dağılıp bir kısmını havanın kuruttuğu, bir kısmını da yerin emip bitirdiği su gibidir. Fakat, o su toplanıp bir araya getirilirse, sulanacak araziye ulaşır ve o sudan istifâde edilir. Üçüncüsü: Hocaya ve ilme karşı kibirli olmamaktır. Talebe, yağan yağmuru kabûl edip emen toprak gibi olmalıdır. Yoksa istifâde edemez. Bu bakımdan, talebe muallime karşı boynu bükük olmalıdır.

Hocanın riâyet etmesi gereken husûslar: Hocanın, talebelerini evlâdı gibi görmesi lâzımdır. Çünkü muallim, talebe için ana ve babadan daha şereflidir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Ben sizin için babanız yerindeyim. Ben size öğretirim” buyurdu. Faziletli hoca, bu husûsta Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) uyar. Çünkü hoca, insanlara hakîkati bildirmede, doğru yolu göstermede Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) halîfesidir. Resûlullahın şefkat ve merhametini kendisine nümûne kabûl eder. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin yüzyirmisekizinci âyet-i kerîmesinde, Resûl-i ekremi ( aleyhisselâm ) meâlen şöyle vasıflandırmıştır: “And olsun size, içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, mü’minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.” İlmi kendisine fâide vermeyen bir âlim, nesli olmayan kimse gibidir ki, onun ölmesiyle. İsmi ve herşeyi unutulur. Âlimin ilminden istifâde edildiği zaman, kendisi vefât etmek sûretiyle dünyâdan ayrılsa bile, o yine dünyâda mevcûttur. Hazreti Ömer buyurdu ki: “Âlimler, dünyâ durdukça dururlar. Onların cisimleri yok olur, fakat eserleri kalblerde mevcûttur.”

Bir kimse, bir âlimden kendisine ilim öğretmesini isterse, o âlimin o kimseyi kötü hâllerden iyi hâllere çekmesi gerekir. Bunun için de, o âlimin ba’zı şeylere dikkat etmesi gerekir. Nasihat isteyen kimseye yumuşak sözlü olmalı. Onun herhangi bir hatâsını düzelteceği zaman doğrudan değil de, dolaylı yollarla, fakat onun bunu anlayıp, hatâsını düzeltebileceği bir şekilde söylemelidir.

Vâ’izin riâyet edeceği husûslar: Vâ’izin, önce kendisinin söylediklerine uyması, sonra va’z ve nasihat etmesi, önce kendisinin görmesi, sonra başkalarına göstermesi, önce kendisinin doğru yol üzere bulunması, sonra başkalarına doğru yolu göstermesi lâzımdır. Vâ’iz, içerisinde yazı bulunan bir defter gibi olmamalıdır. Çünkü, defterin içindeki yazılar bir ma’nâ ifâde eder, fakat defter ondan istifâde edemez. Vâ’iz, güneş gibi olmalıdır. Güneş, ışığından Ay’ı da fâidelendirir. Ayrıca kendisinde, Ay’a verdiği fâideden daha fazla fâideler vardır. Vâ’iz, sözlerini işleriyle bozmamalıdır. Ya’nî sözü ile hareketleri birbirine ters düşmemelidir.. Sözleri, hâlini yalanlamamalıdır. Yoksa, Bekâra sûresinin ikiyüzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen bildirilen şu kimselerden olur: “O, senin huzûrundan ayrılıp gittiği zaman, yer yüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye koşar. Allah, fesad çıkarmaya ve fenâlık yapmaya râzı olmaz.” Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İki kişi belimi büktü. Birisi câhil olan âbid, diğeri şerefini ve şahsiyetini düşüren âlimdir.” Câhil olan, ibadetiyle insanları aldatır. Âlim de, kötü hareketleriyle insanları ilimden nefret ettirir, uzaklaştırır. Vâ’izin sözü ile hareketleri birbirine uygun olmazsa, böyle vâ’izden faydalanılmaz. Çünkü onun ameli gözle görülür. İnsanların çoğu sâdece gördüğüne göre hüküm verirler. Basiretlerine göre hüküm veren azdır. Öyleyse vâ’izin, herkesin gördüğü ve göz önünde bulunan hareketlerine çok dikkat etmesi gerekir.

Vâ’iz ile dinleyicilerin durumu, tabib ile tedâvi olan hasta gibidir. Tabib, insanlara, şunu yemeyiniz, çünkü o zehirdir der de, kendisi o şeyi yerse ve bunu yediğini insanlar görürlerse, sözünün hiç te’sîri olmaz. Vâ’iz de, yapmadığı bir şeyi söylediği zaman, aynı duruma düşer. Bu bakımdan, “Ey tabib! Önce kendin iyi ol, sonra başkaları iyi olur” denir. Allahü teâlâ, Saf sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” buyuruyor.

Mücâdele ve münâzara: Münâzara ve sözle mücâdele âdabını bilmeyen avam tabakasına, münâzara için izin vermek, şeytanın zincirini çözmektir. Mücâdele etmek, âlimler için de iyi görülmemiştir. Nerede kaldı ki, câhil ve ahmak kimselere izin verilsin. Allahü teâlâ, Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) Nahl sûresinin yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûlüm! insanları Kur’ânla, güzel söz ve nasihatle Rabbinin yoluna (İslama) da’vet et. Onlara karşı en güzel olan bir mücâdele ile mücâdele yap. Şüphe yok ki, Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidâyete kavuşmuş olanları da en iyi bilendir.” Allahü teâlâ, Resûlüne ( aleyhisselâm ) “Sen, güzel huylu olarak yaratıldın” buyurduğu hâlde, O’na muhalifleri ile mücâdele husûsunda mutlak izin vermeyip, mücâdelenin en güzel şekilde olması kaydını koydu.

Allahü teâlâ, mücâdele ve münâzarayı zemmederek, Hac sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanlardan kimi de vardır. Allahın dîni hakkında bir bilgisi olmadığı hâlde, mücâdele eder de, her inatçı şeytana tâbi olur” buyurdu. Cedel (mücâdele ve münâzara) mekrûh olmakla beraber, bir takım şartları vardır. Cedelin sonu kırgınlıktır, muhabbetin azalmasıdır. Bunun ise hiç fâidesi yoktur. Sâdece düşmanlığı artırır ve hakîkati inkâra kadar götürür. Sözle mücâdele zihni açar, konuşmayı geliştirir dense bile, cedelin kazandırdığı pek birşey yoktur.

Şükür: insanın, kendisine ni’met vereni düşünmesi ve o ni’meti göstermesidir. Şükür üç kısımdır. Kalb ile olan şükür, ni’metin Allahü teâlâdan olduğunu düşünmek, dil ile olan şükür, ni’meti vereni medh etmektir. A’zâlarla olan şükür, bunların Allahü teâlânın ni’meti olduğunu bilip, ne için yaratılmışlarsa o işte kullanmaktır, insanın kendisinden üstün olanlara şükrü (teşekkürü), hizmet, övme ve duâ ile olur. Kendisi ile aynı derecede olanlara şükrü (teşekkürü), mükâfatla olur. Kendisinden aşağı derecede olanlara şükrü (teşekkürü), karşılık vermek sûretiyle olur. Kulun, Allahü teâlâya şükrü; kendisinde bulunan ni’metin Allahü teâlâdan geldiğini bilmek, a’zâlarını O’nun râzı olmadığı şeyleri yapmaktan men etmekle olur. Genel olarak, ni’met sahibine şükretmek aklen vâcibdir. Dînen de böyledir. Birinci derecede şükür, Allahü teâlâyadır. Sonra, Allahü teâlânın ni’meti kulun eline geçmesine vesile kıldığı kimseyedir. Bunun için Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmemiş olur.” Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Sana ihsânda bulunan kimseye teşekkür et. Sana teşekkür eden kimseye ihsânda bulun” buyuruldu. Mûsâ aleyhisselâmın, “Allahım! Bana ni’metine şükretmemi emrettin. Hâlbuki benim sana şükrüm de, senin ni’metlerinden bir ni’mettir” duâsından istifâde ederek, bir şâir şöyle demiştir: “Benim şükrüm, Allahü teâlânın ni’metlerinden bir ni’met olunca, Allahü teâlânın her ni’metine şükretmem gerekir. Günler uzasa, ömür kesilmeden devam etse bile, Allahü teâlânın fadlı ve ihsânı olmadan O’na karşı şükrü yerine getirmek nasıl mümkün olur?” Bunun için Allahü teâlâya şükrün gayesi, O’na karşı şükür vazîfesini yerine getirmekten âciz olduğunu i’tirâf etmektir. Allahü teâlâ, İbrâhim sûresinin beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Andolsun, biz Mûsâ’yı: Kavmini karanlıklardan nûra çıkar ve onlara Allahın (Cenâb-ı Hakkın) ni’met ve belâlarını ve kendilerinden önce gelen ümmetlerin başına indirdiği felâket ve ni’met günlerini hatırlat diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphe yok ki, bu hatırlatışta, belâlara çok sabreden ve ni’metlere çok şükreden herkes için, çok ibretler vardır” buyuruyor. Ba’zıları belâ ve musibet gibi görünse bile, Allahü teâlânın bir ni’metidir. Bu sebeble sâlihlerden birisi: “Ey vermemesi vermek, belâ ve musibeti ni’met olan Allahım!” demiştir. Allahü teâlâya karşı şükür bu derece zor olduğu için, cenâb-ı Hak, Sebe sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kullarımdan (gereği üzere bana bol bol) şükreden azdır” buyuruyor.

Gıybet ve koğuculuk: Gıybet, belli bir mü’minin veya zimmî kâfirin ayıbını onu kötülemek için arkasından söylemektir. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü ba’zı zan vardır ki günâhtır. (Günah olan bu zan, iyi kimseye karşı beslenen kötü zandır.) Birbirinizin kusurunu araştırmayın (Allahın gizlediği ayıbları deşmeyin). Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin (gıybet etmesin). Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? işte bundan tiksindiniz. O hâlde (gıybet etmekte) Allahdan korkun. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabûl edendir, çok merhametlidir” buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Koğuculuk yapan Cennete giremez” buyurdu. Kim gıybet ederse, onu da gıybet ederler. Kim başkasını ayıplarsa, onu da ayıplarlar. Başkalarının ayıplarını araştırmak, kişinin de ayıplarının araştırılmasına sebeb olur. (Gıybet kanser gibidir. Cemiyeti harâb eder.)

Mizah ve gülmek: Mizahın orta hâli iyidir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz ben latife yaparım. Fakat haktan başkasını söylemem” buyurdu.

Sa’d bin As buyurdu ki: “Mizâhda orta yolu tut. Çünkü mizâhda aşırılık, kişinin kıymetini giderir. Onu terk etmek ve asık çehreli olmak da dostlar arasındaki yakınlığı giderir.” Fakat bunda orta yolu tutmak pek zor olduğu için, âlimlerin çoğu, azını da terk etmişlerdir. Mizah (şaka), ağırbaşlılığı ve kıymeti giderir, kardeşliği bozar.

Gülmeye gelince, insanın husûsiyetlerindendir. Bunda da orta yolu ta’kib edebilmek ve güzel olanı seçebilmek mizâhda olduğu gibi zordur. Bu sebeble çok gülmekten sakınmalıdır. Çünkü çok gülmek, kalbi öldürür. Unutkanlık meydana getirir denmiştir. Gülmek, bir şeye hayret neticesinde olur. Böyle birşey olmadan gülmek doğru değildir, Îsâ aleyhisselâmın şöyle dediği nakledilmiştir: “Allahü teâlâ, hayret edilecek birşey olmadan gülen kimseye buğzeder.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Güldürmek için yalan konuşan kimseye yazıklar olsun, ona yazıklar olsun, ona yazıklar olsun” buyurmuştur.

Meşveret etmek: Kişinin, karşılaştığı müşkilâtlarda başkasının görüşünü almaktır. Meşveret çok güzel bir haslettir. Hazreti Ali buyurdu ki: “Meşveret etmek, pişmanlığa karşı bir kale, selâmet ve emniyetdir.” Denilir ki: “Ahmak öyle bir kimsedir ki, ucbu (kendini beğenmesi) onu istişâre etmekten men eder.” Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde Nebîsine ( aleyhisselâm ) meâlen; “İş husûsunda onlarla müşavere et. Müşavereden sonra da birşeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allaha tevekkül et. Gerçekten Allah, tevekkül edenleri sever” buyurmuştur. Fakat, istişâre etmek için sâlih bir kimse bulmak cidden çok zordur. İstişâre edilecek kimsenin, doğru, tecrübeli, dînimizi bilen, nasihat edici, kendini beğenmeyen, görüşünde dönek olmayan, yalan söylemiyen olması gerekir. Çünkü kim yalan söylerse, onun görüşü de yalan olur. İstişâre edilecek kimsenin, istişâre vaktinde kalbinin çeşitli düşüncelerden kurtulmuş olması gerekir.

Nasihat etmek: Temiz bir kalb ile, başkasına, iyiliğine olan şeyi bildirmektir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Din nasihattir. Din nasihattir. Din nasihattir” buyurdu. Orada bulunanlar “Kimin için yâ Resûlallah?” diye sorduklarında, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlâ için, kitabı için, Resûlü için, ümerâ için ve bütün müslümanlar için” buyurdu. Böylece Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), nasihatin herkese vâcib olduğunu beyân etmiştir. Nasihat, insanların işlerinde, fâidelerine olan şeyi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tatlı dil ile bildirmektir. Kişi, önce kendisine nasihat etmelidir. Bunu yapan kimse, başkasına nasihat eder.

Tevâzu ve kibir: Tevâzu; kişinin sahip olduğu mertebeden daha aşağıda olan mertebeye rızâ göstermesidir. Kibir; kendisini başkasından üstün görmektir.

Gıbta ve hased: Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin benzerinin, kendisinde de bulunmasını temenni etmesi gıbtadır. Eğer kişi, o şeyin benzerini veya daha fazlasını elde etmek için, bir gayret içerisine girerse, buna yarış denir. Bu iki haslet de iyidir.

İyi bir durumun, sahibinin elinden gitmesini temenni etmek ise haseddir. Hased eden kimse, kendisi için istemediği hâlde, sâdece hak edilmiş bir ni’metin sahibinin elinden gitmesini taleb eder. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Mü’min gıbta eder. Münâfık hased eder” buyurmuştur. Hased, cimriliğin son şeklidir. Çünkü hased eden kimse, kendi mülkü ile değil, Allahü teâlânın mülkü ile cimrilik yapar. Bunun için denir ki: “Hasedci, sahip olmadığı şeyle cimrilik yapar.”

Râgıb-i İsfehânî’nin başka bir eseri de Tafsîl-ün-neş’eteyn ve Tahsîl-üsse’âdeteyn’dir. Matbû’ bir eserdir. Bu eser, otuzüç bâbtan meydana gelmiştir. Bu bâblarda, insanın nefsini tanımasını, insanın var edildiği unsurları, insanın olgunlaşması, insanın mâhiyeti, insanların farklı oluş sebebleri, dînin fazileti, ilmin ve ibâdetin çeşitleri, insanın fazileti gibi konular anlatılmıştır. Bu eserden ba’zı bölümler:

Kulunu peygamberlik vazîfesi ile gönderen, O’nun vasıtasıyla bize şükrünü öğreten Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberi Muhammed aleyhisselâma ve âline salâtü selâm olsun. Bu risaleyi, kerem sahibi hocamın rûhu için yazdım.

İnsan, konuşan varlıklardandır. Fakat o, devamlı nefsinin arzu ve isteklerinden konuşur. Kendisine zararı ve faydası olmayan şeyleri öğrenir. Onlar, dünyâ hayâtının zâhirini bilirler. Ama âhıret hayâtından gâfillerdir. Onlar, parayla satabilmek için kitap yazarlar, îmân etmiş görünür, şeytana tâbi olurlar. Kendilerine zarar verecek olan şeylere kulluk yapıyorlar. Namaz kılmak için câmiye üşenerek giderler ve gaflet hâlinde namazlarını kılarlar. Kendilerine verilen nasihatleri kabûl etmeyip, halka nasihat vermeye kalkarlar. Duâ ederken Allahtan başka şeylere de yalvarırlar. Mallarını Allahü teâlânın yolunda zoraki harcarlar. Yalan ve iftira uydururlar.

Ben bu risalede, iki cihan saadetine sebeb olan insanlık şerefinin ne şekilde, nasıl kazanılacağı ve buna ulaşmak için nasıl bir yol tutmak gerektiğini yazdım.

Birinci bâb: insanın, nefsini tanıması hakkındadır. Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler, “İnsana ilk lâzım olan, nefsini bilmektir” dediler, insan, nefsini tanımakla birçok şeylere kavuşur. Bunların ilki: insan, kendi nefsini tanımakla, diğer ilimlere ulaşır. İkincisi: insan, varlıkların özü ve hülâsasıdır. Kim nefsini tanırsa, varlıkları da tanımış olur. Üçüncüsü: Kim nefsini tanırsa, âlemi tanımış olur. Dördüncüsü: insan, nefsini ve rûhunu bilmekle, rûhanî âlemi anlar. Cesedini bilmekle de, cesedlerin yokluğa mahkûm olduklarını anlar. Beşincisi: Kim nefsini tanırsa, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) şu hadîs-i şerîfinde işâret buyurduğu düşmanını tanır: Hadîs-i şerîfte; “Senin en büyük düşmanın, iki kaşının arasındaki nefsindir” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Yâ Rabbî! Bana doğru yolu göster. Beni nefsimin şerrinden koru” buyurdu. Kim gizli düşmanı olan nefsini ve onun gizli hilelerinin nasıl olduğunu bilirse, onunla rahatlıkla savaşır ve başarılı olur. Altıncısı: Kim nefsini tanırsa, nefsinin ayıbını görür. Bu yüzden hiç kimseyi ne arkadan çekiştirir, ne de yüzüne karşı ayıplar. Nefsin ayıbını bilmek zordur. Çünkü insan, kendisini sever. Bu sevgi, insanın nefsinin kusurlarını görmesine engel olur. Birşeyin ayıbını ve kusurunu görmeyen ve işitmeyen kimse, ondan hoşlanır. İnsanın kendi nefsinden hoşlanmasından daha büyük bir zarar yoktur. Yedincisi: Nefsini tanıyan, Allahü teâlâyı tanımış olur.

İkinci bâb: Varlıkların cinsleri ve onlar arasında insanın yeri hakkındadır. İyi bilmelidir ki, Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûd’dur. Ya’nî, varlığı lâzım olan vücûddur. Hep vardır. Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. Yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur. O, her varlığın sebebidir. Varlıklar ikiye ayrılır. Bunlar; akılla bilinen ulvî varlıklar ve beş duyu ile bilinen süflî varlıklar. Allahü teâlâ, ulvî varlıkları, süflî varlıklardan önce yaratmıştır. Şöyle rivâyet olunmuştur: Allahü teâlâ, önce Kalem’i yarattı. Sonra Levh-i mahfûzu yarattı. Sonra Kalem’e “Kıyâmete kadar olacak şeyleri yazmasını” emir buyurdu. Daha sonra aklı yarattı. Ona, “İzzetim ve celâlime andolsun ki, bana senden daha şerefli varlık yaratmadım. Sevâb senin içindir. Azap da senin içindir” buyurdu. Burada “Akıl” ile kasdedilen, beşeriyetin aklı değil, insanların aklının ondan verildiği şerefli cevhere işâret edilmiştir. Bundan sonra Allahü teâlâ, kendisine kulluk yapmakta büyüklük taslamayacak rûhanî varlıkları yarattı.

Şunu iyi bilmelidir ki, yoktan yaratılan herşey tamdır. Onlarda bir eksiklik yoktur. Şayet onlarda bir eksiklik olsaydı, hâşâ yaratanın noksanlığına delâlet ederdi.

Sekizinci bâb: insanın, hem dünyâya, hem de âhırete elverişli olarak yaratıldığı hakkındadır. Allahü teâlânın yarattıkları üç çeşittir. Birincisi, dünyâ için yaratılmış olan canlılardır, ikincisi, yalnız âhıret için yaratılmış olan meleklerdir. Üçüncüsü, her iki cihan için yaratılmış olan insandır. İnsan, kendinden aşağı seviyede bulunan hayvan ile, kendinden yüksek seviyede olan melek arasında, orta seviyede bulunmaktadır, insan bedeni, şehvette, gıdâlanmada, üreyip çoğalmada ve hayvanlara mahsûs diğer sıfatlarda hayvanlar gibi yaratılmıştır. Akıl, ilim, ibâdet, doğruluk, ahde vefa ve benzeri şerefli huylarda melekler gibi yaratılmıştır. Şayet insan, akıldan yoksun olarak, hayvan gibi yaratılmış olsaydı, Allahü teâlâya kulluk yapmaya ve Cennete girmeye elverişli olmazdı. Şayet insan, melek gibi yaratılmış olsaydı, yeryüzünü imâra elverişli olamazdı.

Dokuzuncu bâb: insanın, zâtı i’tibâriyle tasviri hakkındadır. Ahlâk ilmiyle uğraşan âlimler şöyle dediler: insanın zâtı, temeli kuvvetli, duvarları sağlam, kale görünüşlü, caddeleri düzgün, evleri ma’mûr hâlde, suları akıtılmış, sokakları baştan başa açılmış, san’atkârları çalışmakta bulunan bir şehir gibidir. O beldenin işlerini yürüten hükümdârı ve onun veziri, hayırlı arkadaşları, sadakatli hazinedârı, tercümanı ve kâtibleri vardır. O beldede hayırlı ve şerli kimseler bulunmaktadır. Vücût beldesinin san’atkârı, çekici ve men edici, kırıcı ve def edici, kararlaştırıcı, saldırıcı ve parçalayıcı yedi çeşit kuvvetten ibârettir. İnsan beldesinin hükümdârı, kaynağı kalbde bulunan akıldır. Veziri, düşünme kuvvetidir. Hükümdârın yeri, dimağın ortasıdır. Sadakatli elçisi, hayâl gücüdür ve yeri dimağın ön tarafıdır. Hayırlı arkadaşları, beş duyusudur. Hazînedarı, hafıza kuvvetidir ve yeri dimağın arka tarafıdır. Tercümanı, konuşma kuvveti olup, âleti dildir. Kâtibin yazma kabiliyeti olup, âleti eldir.

Onuncu bâb: Âlemin yaratılmasından maksadın, insanın varlığı olup, diğer varlıkların insan için yaratılmış olmasıdır. Allahü teâlâ, bütün eşyayı insana yardım için yaratmıştır, insanın üstünlüğü, bedeninin kuvvetli olmasından değildir. Çünkü fil ve deve, vücût bakımından insandan daha kuvvetlidir. Bu üstünlük, uzun ömürlü olması ile de değildir. Çünkü akbaba ve yılan, insandan daha uzun ömürlüdür, insanın fazileti, giydiği elbiselerin güzelliği ile de değildir. Çünkü tavus kuşunun tüyleri, elbise yönünden ondan daha güzeldir. Arabî şiir tercemesi:

Şayet akıllar olmasaydı, en düşük bir arslan,
Şerefte insana yaklaşmış olurdu.

Şahıslar arasında farklılık olmasaydı,
Mantarın boyu ağaç kadar yüksek olurdu.

İnsanoğlu, kendinde mevcût olan bir unsur ile değil, Allahü teâlânın onun değerli olmasını istediği için, insan diğer varlıklardan üstündür. Allahü teâlâ, meleklerine Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emretti. Bütün melekler, Âdem aleyhisselâma secde etti. Yalnız İblîs secde etmedi.

Onbirinci bâb: İnsanoğlunun yaratılmasından maksad, Allahü teâlâya ibâdet etmesi, O’nun dîninin yayılmasına yardım ve yeryüzünü îmâr etmesidir. Halkın büyük çoğunluğu, yaratıcısı olan Allahü teâlâya isyan edip, O’nu hatırına getirmiyor. Allahü teâlâ, onlardan bir kısmını dînini yaymaya sebeb kılar. Fakat bunu onlar anlıyamazlar. Kâinatta insanın faydalandığı herşeyi, Allahü teâlâ yoktan yaratmıştır.

İnsan için, dünyâda olan herşeyden meşrû olarak faydalanmak hakkı vardır. Allahü teâlâ, bunların kimisini giymede, kimisini gıda olarak, kimisini deva olarak, kimisini koklamak, kimisini seyretmek için yaratmıştır. Bunlardan istifâde etmeyi bilmelidir. Allahü teâlâ, varlıklarında bulunan faydaları, peygamberleri vasıtasıyla veya velî kullarının kalbine ilham vererek insanoğluna bildirdi.

Onüçüncü bâb: İnsanların birbirlerinden farklı olmasının sebebleri çok olup, önemli olan dört tanesi şunlardır: Birincisi: Mizâcların farklı olması, tînetlerinin değişik bulunması ve yaratılışın muhtelif olmasındandır. Rivâyet olmuştur ki; Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmayı dilediğinde, yeryüzünün her tarafından birer avuç toprak alınmasını istedi. Âdemoğulları, tînetlerinde bulunan toprağın miktârınca siyah, beyaz, sarı olarak vücûda geldi.

İkincisi: Ana ve babanın iyilik ve kötülük hallerindeki farklılıktan dolayıdır. Bir insan, yaratılış i’tibâriyle anne ve babasına benzediği gibi, iyi ve kötü huylarının bir kısmını, irsiyet yoluyla alır.

Üçüncüsü: Çocuğun emeceği süt ve yiyeceğin te’sîridir. Süt emzirenin helâlden beslenmesi ve huyu, çocuğun huyuna te’sîr eder.

Dördüncüsü: insanların terbiyesinde, telkin edilen konularda ve kafasına bilgi doldurmakta, güzel ve çirkin âdetler ile alâka kurmaktaki hâllerin değişik olmasındandır. Çocuğun anne ve babası üzerindeki hakkı, dînî edebleri öğretmek ve hak olan şeyleri hatırlatmak sûretiyle terbiye yolu tutmalarıdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Çocuklarınız yedi yaşına girdiğinde, namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına girince, namaz kılmazlarsa dövünüz” buyurdu. Küçük yaşta çocukları, ahlâksız ve hayâsız kimselerle oturup kalkmaktan korumak ana-babanın üzerine vâcibdir. Çünkü çocuk, bal mumu gibidir. Her kalıba göre değişik bir şekle girer. Çocuklara, işlerinde ve sözlerinde, acele etmekten sakınmayı alıştırmalı, arkadaşlarına karşı böbürlenmekten engellemeli, dövme, sövme ve boş şeylerle oyalanmaktan, para hırsından vaz geçirmeli ve akrabasını ziyârete alıştırmalıdır. Dînimizin farz kıldığı emirleri, güzel bir şekilde yerine getirmelerini te’min etmelidir.

Onsekizinci bâb: Aklın ve dînin birbirlerine yardımı ve birinin diğerine ihtiyâcı vardır. Şunu iyi bilmelidir ki; akıl, ancak İslâm dîni ile hidâyeti bulabilir. Dîn-i İslâm da, ancak akıl ile açıklık kazanır. Akıl, bir binanın temeli, İslâm dîni ise, bu binanın kendisidir. Bina olmadıkça, temelin bir faydası olmaz. Temel olmadıkça da, bina ayakta durmaz. Başka bir misâl verirsek: Akıl gözü, İslâm dîni ise ışığı andırır. Dıştan ışık olmadıkça, göz fayda vermez ve hiçbir şeyi görmez. Göz olmadıkça, ışığın faydası olmaz.

Otuzüçüncü bâb: insan fazîlet sâhibidir. İnsanlar iki kısımdır. Birincisi: insanlıktan nasîbini almamış, ancak boyunun uzunluğu, vücûdunun güçlülüğü gibi dış görünüşle ve hitâbetindeki üstünlüğü ile yetinen kimselerdir. Bu grub insanlar, hayvanlardan daha düşük bir seviyededirler, ikincisi: Kâmil insandır. Bu, ne için yaratılmış olduğunun ma’nâsını kavramış olan kimsedir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 59

2) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 2

3) El-A’lâm cild-2, sh. 255

4) Keşf-üz-zünûn cild-1, sh. 36, 131, 377, 447, 462, 739, 827, 881, cild-2, sh. 1609, 1729, 1773

5) Brockelmann Gal-1, sh. 288 Sup-1, sh. 505


RÂGIB-İ İSFEHÂNÎ

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 06.ASIR ÂLİMLERİ