İMÂMZÂDE (Muhammed bin Ebî Bekr)

Hanefî mezhebi fıkıh ve kelâm âlimi. İsmi, Muhammed bin Ebî Bekr el-Kummî el-Cügî el-Buhârî el-Hanefî’dir. İmâmzâde diye meşhûr olmuştur. Vâ’iz, Rükn-ül-İslâm ve İmâm lakabları vardır. İmâmzâde 491 (m. 1098) senesinde doğdu. 573 (m. 1177) senesinde vefât etti.

İmâmzâde, fazilet ve kemâl sahibi, edib bir zât olup. Buhârâ’da fetvâ verirdi. Va’zları çok te’sîrli idi. Beyânı güzel, ifâdesi geniş, yazısı mükemmel olup, insanlara va’z-ü nasihat verirdi. Tasavvuf bilgilerini açıkladı. İmâmzâde hazretleri ilmini; Muhammed bin Abdullah es-Serahketî, Şems-ül-eimme Bekr bin Muhammed ez-Zerencerî, Radıyüddîn en-Nişâbûrî’den, tasavvuf bilgilerini ise evliyânın büyüklerinden ve altın halka denilen silsilet-üz-zehebe dâhil olan Hâce Yûsuf Hemedânî’den öğrendi. Fıkıh ilmini, Ubeydullah bin İbrâhim el-Mahbûbî ve Muhammed bin Abdüssettâr el-Kerderî’den öğrendi.

İmâmzâde’nin yazmış olduğu eserlerden bilinenleri; Ukûd-ül-akâid fî fünûn-il-fevâid ve Şir’at-ül-İslâm’dır. Şir’at-ül-İslâm kitabı çok meşhûrdur. Bu eseri birçok âlim medhetmiştir. Kitapta fıkıh, kelâm ve tasavvuf bilgileri vardır. Bir cild olup, altmış fasıl üzere tertîb edilmiştir. Seyyid Alizâde bu eseri şerh ederek genişletmiştir. Bu şerhin ismini, “Mefâtih-ül-cinân ve mesâbih-ül-cenân” ya’nî (Cennetlerin Anahtarları Gönüllerin Kandilleri) vermiştir. Bu kitap İhlâs Vakfı tarafından neşredilmiştir. Bu eseri ayrıca Yahyâ bin Yahşî bin Bahşî İbn-i İbrâhim-i Rûmî şerh etmiştir. Bu şerh, Seyyid Alizâde’nin şerhinden kısadır.

Muhammed bin Ebû Bekr’in yazmış olduğu Şir’at-ül-İslâm adlı eserden ba’zı bölümler:

“Bize hissi ve aklî delîllerle kendisini tanıma imkânı veren ve ikram olarak mâlî ve bedenî çeşitli ibâdetlerde, emir ve yasaklarla kendisine kul olmamızı isteyen, dünyâ ve âhırette salâh bulmamız için İslâm yolunu bildiren Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün işlerinden Allahü teâlânın râzı olduğu, bizi güzel ahlâkı ile Dâr-üsselâma (Cennete) sevk eden Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve O’nun âline salât olsun. Dâr-üsselâm, selâmet yurdu ya’nî Cennet demektir. Cennet ehli her çeşit elem ve âfetten emîndirler. Cennet bekçileri Cennettekilere; “Selâm, kurtuluş, emniyet sizin üzerinize olsun. Temiz oldunuz” derler. Cennettekilerin kavuştuğu en şerefli ikram, Yâsîn sûresinde bildirildiği gibi, Hak teâlânın, rü’yet zamanında onlara selâm vermesidir. Bu yönden de Cennet, Dâr-üsselâm olmaktadır. Bir de Selâm Allahü teâlânın ismidir. Dâr-üsselâm şeklinde tamlama yapılması, selâmet yurdu olan Cennetin şerefini bildirmektedir. Resûlullaha salât olsun demek, onun yücelmesini. İsminin yükselmesini, da’vetinin her yerde duyulmasını, dîninin devamlı olmasını, âhırette ümmetine şefaatçi olmasını, ecr ve sevâbının kat kat artmasını Allahü teâlâdan istemektir. Resûlullahın âline demek, O’na uyanlara ya’nî mü’minlere demektir. Yalnız Ehl-i beyt ma’nâsına değildir. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Bana, salevât okuduğunuz zaman genelleştiriniz” buyurmuştur.

Bu kitap, doğru yolda olan din âlimlerinin kitaplarından seçilmiş, herbiri kıymetli saf cevher ve inci misâli olan Resûlullahın sünnetlerinin dizildiği bir gerdanlık gibidir. Herşeyin kıymetlisini toplamağa meraklı olanlar için konular güzelce açıklanmış, bâbları ve fasılları iyice aydınlatılmıştır. Çünkü kıymetli bir mücevher gerdanlık gibi olan bu kitab, îmân sahiblerinin çocuklarına en iyi şeyleri telkin etmekte, yakîn sahiblerini hatâ ve gafletten korumaktadır. Hattâ doğru yolda olanların nefsinin arzularına kapılarak helak kuyusuna düşmemeleri için, bu kitaba başvurmaları gereklidir. Nitekim Allahü teâlâ Yûnus sûresi otuzikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Haktan sonra, dalâletten, sapıklıktan başka ne olabilir?” buyurmuştur. Hak ise, ancak Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) söylediği, yaptığı, işâret ettiği, tefekkür ettiği şeylerdir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) hevâdan konuşmaz. Kendisine indirilen ve vahy olunanlardan başka emir ve nehy etmez.

Kerîm ve Vehhâb olan Allahü teâlânın fadlından umarım ki, beni ve benden sonrakileri, ahbabımı bu kitapdaki bilgiler ile fâidelendirsin, mübârek kılsın. Çünkü duâları kabûl eden ve kullarına emir ve yasakları gönderen O’dur. Dönüş O’nadır. Yâ Rabbî! Kendi hazînenden bize rahmet ihsân eyle. İşlerimizin doğru ve kâmil olmasını, sapıklıktan ve taşkınlıktan uzak olmasını nasîb et!”

Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sünnetine uymak: Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnetine uymağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bildirmektedir. Allahü teâlâ, Nisa sûresi altmışbeşinci âyet-i kerîmede meâlen; “Aralarında ihtilâf ettikleri şeyde seni hakem kılıp hükmüne râzı olmadıkça, o hüküm sebebi ile kalblerinde darlık bulunmayıp, zâhir ve bâtınları ile sana uymadıkça, Rabbin hakkı için mü’min olamazlar” buyuruyor. Haşr sûresi yedinci âyet-i kerîmede de meâlen: “Resûlümün size getirdiklerini alınız, men ettiklerinden sakınınız” buyuruyor. O hâlde Peygamberimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmak farzdır, lâzımdır.

Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) uymamak, İslâm ni’metine saldırmaktır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Getirdiklerime değil de, kendi isteklerine tâbi olanlarınız îmân etmiş sayılmaz” buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “Sünnetimi zayi eden kimseye, şefaatim haram olur” buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte: “Sünnetimi ihyâ eden, dirilten, beni ihyâ etmiş olur. Beni ihyâ eden, beni sever. Beni seven, kıyâmet günü Cennette benimle olur” buyurdu. Meşhûr olan şu hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanların bozulduğu, yolların, milletlerin ayrıldığı zamanda sünnetime yapışana yüz şehid sevâbı vardır. O zaman sünnetimi elde tutmak, ateş korunu elde tutmak gibidir. Onu ne atabilir, ne de tutabilir.” Uyulması gereken sünnet, ilk asrın şerefli insanlarının yürekten sarıldıkları sünnettir. Eshâb-ı Kirâm, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) zamanında görmedikleri bir işi yapanı veya bir âdet ortaya çıkaranı gördüklerinde, az olsun, çok olsun, büyük olsun, küçük olsun, ibâdetlerde, muamelâtta, zikirde olsun şiddetle reddederlerdi.

Îmân bilgileri: Dinimizde inanılacak şeyleri, Cebrâil aleyhisselâmın suâline cevâb olarak Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle açıklamıştır, “Îmân; önce Allahü teâlânın bir olduğuna, eşi ve benzeri olmadığına inanmaktır, (İkincisi), O’nun meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü), Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. (Dördüncüsü), Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi), Ahıret gününe inanmaktır. (Altıncısı), Kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.” Kulun, bu imânın altı şartına inandığını açıkça dil ile ikrâr etmesi farzdır.” Vakti gelince farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine riâyet ederek ve hepsinin hakkını vererek beş vakit namaz kılmalıdır. Nisâb miktârı malı olanın şartlarına uygun olarak, vaktinde zekâtını vermesi farzdır. Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutmanın ve gücü yetenin hacca gitmesinin farz olduğuna inanmalıdır. Bunların hepsine kalb ile inanan ve dili ile söyleyen kimseye mü’min denir. Mü’min, Allahü teâlânın fadlı ve keremi ile Cennete gider.

Mü’min, günah işlemekle imândan çıkmaz. Kâfir, ihsân, iyilik etmekle küfürden kurtulmaz. Büyük günah işleyen mü’minlerin kıyâmetteki akıbeti Allahü teâlâya kalmıştır. Dilerse bir miktar azâb eder, dilerse azâbı tattırmadan affeder. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte “Kalbinde zerre kadar îmân olan Cehennemden kurtulur” buyurdu. İmânın zerre kadarı, dindeki yakînin en aşağı derecede olmasıdır. Dindeki, imândaki yakin, onun parlaklığıdır. Kalbinde zerre kadar imânı olan, hâlis bir niyetle Allahü teâlâdan korkarak günahlardan az bir zaman olsun uzaklaşabilen günahkâr mü’minler cezalarını çektikten sonra Cehennemden çıkacaklardır. Günah işleyen kimse kâfir olmaz. Kötü amel ile islamdan çıkılmaz. Ya’nî ona kâfir denmez. Ehl-i kıble hakkında dili tutmalı, onlardan hiçbiri hakkında küfür, şirk ve nifak ile şehâdet etmemelidir. Yaptıkları işleri örtmeli, gizli ve aşikâr hâllerini Allahü teâlâya ısmarlamalıdır.

Dinimizde bilinmesi gereken şeylerden birisi de Kalem’in din ve dünyâ işlerinden meydana gelecek yaş ve kuru herşeyi yazdığına inanmaktır. Allahü teâlâ, En’âm sûresi ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen: “Yaş ve kuru herşey kitâb-ı mübînde vardır” buyuruyor. Levh-i mahfûz’da saadet ve şekavet, ikisi de yazılıdır. Ya’nî insanların saadet ve şekavet ehli (Cennetlik veya Cehennemlik) olduğu ezelde takdîr edilmiştir. Herkese Cennet veya Cehennemden hangisi yazılmış ise, oraya gitmek için gerekli işler ona kolaylaştırılır. Allahü teâlânın sonra olmasını istediği şeyi kimse öne alamaz, önce olmasını istediği şey de sonra olmaz. Hükmünün yerine getirilmemesi olmaz. Çünkü herşey Allahü teâlânın irâdesi ve yaratması ile meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, Kamer sûresi kırkdokuzuncu âyet-i kerîmede meâlen; “Biz her şeyi şüphesiz takdîr ile yarattık” buyuruyor.

Selef âlimlerine hareketlerinden dolayı dil uzatılmaz. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, iyilik, takvâ yakin, rüşd, zühd ve hudû’da en yüksek derecede idiler. Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kirâmdan meydana gelen yanılmaları, yaratılmışların Seyyidinin ( aleyhisselâm ) sohbetinde bulundukları, O’nun hizmetine ve yardımına koştukları için af ve mağfiret edeceğini va’d etmiştir. Onlar hakkında ağzı ancak iyilikle açmalıdır. Bir kimse yeryüzü dolusu altın sadaka verse, Eshâb-ı Kirâmdan birinin yarım müd (437 gr.) arpa sadakasına erişemez. Eshâb-ı Kirâmın hâlleri sorulduğunda, onlar geçmiş bir taifedir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız da sizedir, demelidir. Onların sözleri, işleri, büyük küçük yanılmaları hakkında ileri geri konuşmamalıdır. Çünkü Allahü teâlâ onların yanılmalarını bağışlamıştır. Eshâb-ı Kirâm hakkında, ümmetin kalblerinde ülfet ve muhabbet meydana getirecek güzel hâllerinden bahsetmelidir. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) onlar üzerindeki hakkı ve hürmeti muhafaza edilmelidir. Onları seven, Resûlullahı sevdiği için sever. Resûlullahı ( aleyhisselâm ) seven de, Allahü teâlâyı sevdiği için sever.

Dinde kendi görüşüne değil, kitâb ve sünnete uyarak konuşmalıdır. Söyleyişinde, yaptığında, hükmettiğinde, kendi reyine değil, kitâb ve sünnetin hükmüne uygun reye uymalıdır. Dînî mes’elelerin ve hükümlerin hepsinde Kıyâs’a tâbi olmamalıdır. Zira ilk kıyâs eden İblîs’tir. İblîs’in yaptığı kıyâs dalâlet anahtarıdır. Allahü teâlânın sıfatları ve zâtı hakkında akla gelen boş düşüncelere kapılarak hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Bu ümmetin helaki, Rablerinin nasıl olduğu hakkındaki konuşmalarından olacaktır. Bu konuşmaları kıyâmet alâmetlerindendir” buyurmuştur. Allahü teâlânın sıfatları hakkındaki sözleri derinliğine incelememelidir. Çünkü bu şeytandandır. Geçmiş peygamberlerin (aleyhisselâm) kitabları olsa bile Kur’ân-ı kerîmden ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetinden başkasına uymamalı, rağbet etmemelidir. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Size, gecesi gündüz gibi parlak olan bir yol bırakıldı. Başka tarafa sapan helak olur” buyurdu.

Din işlerinde, ilimde ve amelde orta yola yönelmelidir. Bizden önce yaşamış olan milletlerin hepsi, dindeki taşkınlıkları sebebiyle helak oldular. İ’tikâd ve ilimde olduğu gibi, amelde de orta yol tutmalıdır. Bu, sırât-ı müstekim, doğru yoldur. Hiç kimse ibâdetlerde nefsine eziyet vermemeli, ona ağır gelen şeyi yüklememelidir. Yaradılmışların efendisi olan Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), Allahü teâlâdan ençok korktuğu ve takvâ sahibi olduğu hâlde, ağır riyâzetler çekmezdi. Namaz kılar ve uyurdu. Evlenir, oruç tutar, iftar eder ve et yerdi.

Kalbe gelen bozuk düşüncelerden, din mevzûundaki şüphelerden Allahü teâlâya sığınmak sünnettir. Böyle bozuk düşünceler kalbe geldiğinde, (Allahü teâlâya ve Resûlüne inandım. “Allahü teâlâ, (herşeyden önce mevcûd olan) evveldir ve (her şey helak olduktan sonra geriye kalacak) ahirdir. (Varlığı sayısız delîllerle) zâhirdir ve (akılların idrâk edemeyeceği zâtı ise) batındır. O her şeyi bilendir”) demelidir. (Hadîd-3)

Bid’at ehlinden uzak durmak, Selef-i sâlihînin sünnetindendir. Zira Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Bid’at ehli ile bir arada bulunmayınız” buyurmuştur.

İlim öğrenme ve öğretmenin sünnetleri: Kulda bulunan yüksek mertebelerin en üstünü, kazandığı derecelerin en şereflisi din ilmidir. Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İlim ile yapılan az amel, çoktur. Cahillikle yapılan çok amel, azdır.” Yine Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte: “Âlimin, bilgisiz Abidden üstünlüğü, benim sizin en aşağınızdan üstünlüğüm gibidir” buyurdu.

Herkesin ihtiyâcı olduğu kadar ilim öğrenmesi, islamın farzlarından biridir ve farz-ı ayndır. İnsan lüzumlu îmân, ibâdet ve ahlâk bilgilerini öğrenmekle ma’rifetullaha, Rabbini tanımaya yönelmiş olur. Açık alâmetler ve nâtık şâhidlerden Allahü teâlâyı tanıtan delîller bulur. Allahü teâlânın insanlara, nefslerinde, mallarında, gece ve gündüzde emrettiği farzlar öğrenilir. Allahü teâlânın emrettiği farzları yaparken, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetlerini de öğrenmek ve yapmak gerekir. Farzlar, en adâletli yolda ve en iyi istikâmette yapılmalıdır. Bu da ancak Allahü teâlânın en güzel edeble edeblendirdiği, en temiz ahlâklı sevgili Peygamberinin ( aleyhisselâm ) sünnetine uymakla olur. İnsanın ihtiyâcı olduğu din ilimlerinin en mühimi fıkıh ilmidir. Buna ilm-i yakîn, ihlâs, zühd, tevâzu, nasihat ve ahlâk ilimleri de dahildir. Caiz olma, fâsid olma, helâl, haram, mekrûh, müstehab gibi ahkâm-ı şer’iyyede dâhildir. Yine bunlara iffet, rıfk, vekar, haya da dâhildir. Cömerdlik, güzel tedbir almak, din işlerini düşünerek yapmak ve ciddi olarak başlayıp devam ettirmek, düşmanları yumuşaklıkla idâre etmek, halkın eziyetlerine katlanmak, akrabayı ziyâret etmek de din ilimlerine dahildir. Herkese iyilik etmek, geçimi dar olanlara yardımda bulunmak, zalimi bağışlamak, kendisine kötülük yapanlara da iyilik etmek din ilimlerinden ve gereklerindendir. Başkalarına el ile, dil ile ve kalb ile eziyet etmekten çok sakınmalıdır.

Allahü teâlâdan başkası için ilim öğrenmek haramdır, bâtıldır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “İnsanlar arasında kabûl görmek için ilim öğrenen kimseyi, Allahü teâlâ Cehenneme koyar” buyurmuştur. Amel edilmeksizin öğrenilen ilim zayi olur. Bir hadîs-i şerîfte Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Fâidesiz ilim, kimseye birşey verilmeyen hazine gibidir. İlmin fâidesi, ibâdetleri en doğru, en makbûl şekilde yapmakta görülür. Haramlardan kaçınmayı ve zühdü artırmayan ilim, ancak Allahü teâlânın gadabını arttırır.” Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) fâidesiz ilimden Allahü teâlâya sığınırdı. Hadîs-i şerîf’te: “İlim ikidir. Birisi kalbde olan ilimdir ki, sahibine fâideli olan ilim budur. Diğer ilim, yalnız dilde olur. Bu ilim, Allahü teâlânın insanoğluna karşı hucceti, delîlidir” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte: “İlmi kendisine fâide vermiyen kimsenin, bu cehâleti ona zarar verir” buyuruldu. Yine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ): “İnsanlardan en şiddetli azâb görecek olan, Allahü teâlânın ilminden fâidelendirmediği âlimdir” buyurdu. İlmi ile amel etmeyen kimsenin va’zı, insanların kalblerine te’sîr etmez. Kayalık araziye yağan yağmur gibi akar gider, dinleyenlerin kulağına girmez.

Selef-i sâlihînin sünnetlerinden biri de, ilim öğrenirken ameli geciktirmemektir, ilim öğrenmeyi mühim göstererek amelde noksanlık veya gecikme olması, şeytanın aldatması ve hîlesidir. Çok kere ecel, ilmin tamâmını öğrenmeden gelip çatar da, öğrendiği ile amel etme imkânını bulamaz. Böylece hüsrana uğrayanlardan, amelinde noksan olanlardan olup Cehenneme gider, ilmin aslının hükümlerini öğrenmeden, ilmin garipliklerine tâbi olmamalıdır. İlmin aslı ma’rifetullahdır, Allahü teâlâyı tanımaktır. Selef-i sâlihîn ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanırlar, lüzumlu bilgileri öğrenirler, bunlarla amel ederlerdi. Zira Allahü teâlânın, kullarına fazla maldan soracağı gibi, fazla ilimden de soracağını düşünürlerdi.

Mü’min, insanlar arasında güzel ahlâkı ile tanınmalıdır. İlim, hilm, vekar, muhabbet, kerem, hayr ehli, cömert ve işlerinde ihtiyâtlı olmalıdır. Şeytan, ilim ile konuşan, hilm ile susan âlimlerden çok çekinir. Allahü teâlâ katında ilmini hilm ile süsleyen âlimden efdal kimse yoktur. Âlemin ayakta durması, ilmi ile âmil, hilm ile hikmet sahibi âlimler iledir. Hilm ve hikmet sahibi âlimlere ise çok az rastlanır.

İlim öğrenirken ehemmiyetli olan öne alınmalıdır. Fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri din ilimlerinin mühim olanlarıdır. Her fenden, her ilimden yeteri kadar istifâde etmelidir, ihtiyâç olduğu kadar öğrenmeli, fazla veya azdan kaçınmalıdır. Bir kimse Allahü teâlâyı yalnız kelâm ilmi ile taleb ederse, zındık olur. Allahü teâlâyı yalnız zühd ile taleb eden, bid’at sahibidir. Allahü teâlâyı yalnız fıkıh ile taleb eden, fâsık olur. Çeşitli ilimleri ve fen ilimlerinden lüzumu kadarını öğrenen kimse, zındık olmaktan, bid’at sahibi olmaktan, fâsık olmaktan kurtulur, içindekileri yakîn ile bilmeden, iyice vâkıf olmadan ilim kitaplarını çoğaltmak, kütüphânesini doldurmak, kıyâmet alâmetlerindendir. İlim öğrenmek isteyen, önce ilimden sünneti meydana çıkaracak, bid’atleri yıkacak şeyleri öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfte: “Ümmetime, bir sünneti meydana çıkaran veya bir bid’ati yıkan hadîsi ulaştıran kimseye Cennet vâcib olur” buyuruldu. İlimden ve ilim öğrenmekten, o ilmin kalbe te’sîri olmasa bile vaz geçmemelidir. Çünkü ilimler kulağına gire gire bir gün olur, bunların fâidesini görür, öğrendiği şeylerden fâidelenmesi ve fâideli şeyleri öğrenmesi için Rabbine yalvarmalıdır. Abdullah İbni Mübârek hazretlerine: “Ne zamana kadar ilim ve hadîs talebinde olacaksın?” diye sorulduğunda: “Bilmiyorum, kurtuluşumun içinde olduğu kelimeyi henüz duymadım. O ümid ile çalışıyorum, ölünceye kadar ilim bırakılmaz” buyurdu.

Hiç kimse, kendini ilim öğrenmekten uzak tutmamalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, Tâhâ sûresi yüzondördüncü âyet-i kerîmede kendisini en iyi tanıyan, hükümlerini en iyi bilen Resûlüne bile meâlen: “Ey Resûlüm de ki, yâ Rabbî! İlmimi arttır” diye duâ etmesini emir buyurmuştur. Pazartesi, Perşembe ve Cum’a günleri ilim taleb etmek, öğrenmek sünnettir, âdettir. Zira o günlerde ilim öğrenmek kolay olur. Bir harf bile olsa, hayır ile ilim öğretene tevâzu göstermelidir. Tevâzu, hakkını vererek alçak gönüllülük göstermektir, ilim öğretene gizli, aşikâre duâ etmeli, ona hizmet ve yardım etmelidir. Hadîs-i şerîfte: “Bir kimseye Allahü teâlânın kitabından bir âyet öğreten, o kimsenin efendisi olur” buyurulmuştur.

Hocaya hizmeti ve yardımı kesmemeli, hocasına başkasını tercih etmemelidir. Aksi takdîrde İslâm kablarından birini kırmış olur. Hocasına hürmet ve ta’zîm olarak onun kapısını çalmamalı, çıkmasını beklemelidir. Nitekim Allahü teâlâ Hucurât sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer sen çıkıncaya kadar sabr etselerdi, bu onlar için daha hayırlı olurdu” buyuruyor. Dinde mübah olan işlerde hocasının emirlerine mutlaka uymalıdır. Hizmetinde ve yardımında bulunarak onu memnun etmeğe çalışmalıdır. Hocanın, muallimin hakkı, anne-baba hakkından ve diğer müslümanların hakkından önce gelir. Hiçbir şeyi hocasından esirgememelidir. Hocasından gördüğü yanılmaları iyiye yorumlamalı, hatâlarını araştırmamalıdır.

Dînimizdeki sünnetlerden biri de, ilim öğrenme esnasında gadabını yenmektir. Kalbi dağıtacağı için şaka yapmamalı, ilim okuma ve dinleme esnasında, kalbi öldüreceği için gülmemeli ve oyun oynamamalıdır. İlimde mücâdeleye ve münâkaşaya girmemelidir. Çünkü din bilgilerinde tartışmaya girmek sapıtmaya yol açar.

Dinde sünnet olanlardan biri de, din ilimlerinden öğrendiklerini hatırda tutmak, ezberlemek, iyice sindirmek ve kalbe yerleştirmektir. Bilgiler tarlada biten ve yeşeren ekin gibi insan tabiatında yetişmelidir. Din hakkında ihtiyâcı olduğu şeyi sormalı, bildikleri ile yetinmemelidir. Suâli güzel sormalıdır. Çünkü suâli güzel sormak, ilmin yarısıdır. Suâl ilim hazînesinin anahtarıdır. Baliğ olmadan önce küçük yaşta din bilgileri öğrenilmelidir. Hadîs-i şerîfte: “Küçük yaşta ilim öğrenmek, taş üzerine döğme yapmak, yazı yazmak gibidir. Büyük yaşta ilim öğrenmek, su üzerine yazı yazmak gibidir” buyuruldu. Küçük, büyük, zengin, fakir herkes ilim öğrenecektir, ilim öğrenmekten geri durmak yoktur. Kendinden daha aşağı derecede olan kimseden de ilim alınır. Çünkü hikmet (fen bilgileri) mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa almalıdır.

İlmi herhangi bir âlimden değil; nasihat verici, temiz kalbli, gıybet etmiyen, dinde adâletli, soyu şerefli, yaşı büyük, sultanlarla görüşmeyen, din işlerini sekteye uğratacak kadar dünyâya dalmamış kıymetli âlimlerden öğrenmelidir. İlim öğrenmek için, gerekirse bir hadîs-i şerîf öğrenmek için yaya olarak uzak ülkelere sefere gidilebilir.

İslâmın sünnetlerinden biri de, din bilgilerini veren hocanın, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu göstermeğe, onları ıslah etmeğe, fâideli bilgiler öğretmeye niyet etmesidir. Zira Allahü teâlânın bir kimseye onun sebebi ile hidâyet etmesi, Güneş ve Ay’ın üzerine doğduğu şeyden, ya’nî dünyâdan hayırlıdır. Nasihat eden bir âlimin, isyan eden birini itaat eder hâle çevirmesi, Allahü teâlâya insanların ve cinnîlerin ibâdetlerinden sevgili gelir. Nasihat verici din hocasının alameti, Hak teâlâdan haya ederek halktan tama’ı kesip, öğretmede fakirlere daha yakın ve daha yumuşak davranması, talebeye tevâzu ve şefkat üzere olmasıdır. Hoca talebesine önce dünyâda ve âhırette en çok ihtiyâcı olacak şeyleri öğretmelidir. Çünkü ilim, hikmet, cevherlerden kıymetlidir, ilmi ve hikmeti kötü görenler, domuzdan daha zararlıdır, ilmi ehlinden saklamak da zulümdür.

Sünnetlerden biri de, her sınıf insan ile, onların akıllarının erdiği, zihinlerinin idrâk ettiği şekilde konuşmalıdır. Âlimin, hakîkati hakkıyla anlatması lâzımdır. Karşısındakinin anlıyacağı gibi anlatmazsa inatçı olan bunu hemen yalanlar, zeki olmayan da gevşeklik gösterir veya yanlış anlar. O zamanda büyük bir fitne meydana gelmiş olur. Bu sebeble âlim karşısındakilere, onların akıllarında kalacak şekilde ve mühim şeyleri anlatmalıdır. Mağrur câhillere ruhsatlardan bahsetmemeli, dini, zorlaştıracak şekilde de anlatmamalıdır. Çünkü o zaman ye’se, ümidsizliğe düşerler. Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte: “İnsanlara Allahü teâlânın rahmetinden ümid kestiren ve azâbından emîn kılan fakîh, gerçek fakîh değildir.” buyuruldu. Va’zlarda sözü genişletmemeli, çeşitli yönlere saparak sözü sağa, sola götürmemelidir. Hadîs-i şerîfte: “Sözü çok edebiyat yaparak söylemek şeytandandır” buyuruldu. Dinleyicileri sıkacak kadar çok uzun konuşmamalıdır. Zira Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) konuşmalarında Eshâbın sıkılmamasına riâyet ederdi. Dinleyicilerin sıkıldığını hissedince hemen sözü kesmelidir. Dinî bilgileri, ahkâmı, duyduğu şekilde arttırmadan ve azaltmadan bildirmelidir. Zira bu dinî bilgiler, Allahü teâlâdan indirilmiş vahiylerin naklidir. Bir kimsenin ilimdeki hıyâneti, maldaki hıyânetinden daha kötüdür, iyice bilmediği şeyleri de söylememelidir. Sahip olup olmadığını iyice incelemeden, hattâ tahmin ile zan ile, öğrenmediği, duymadığı bilgiler üzerinde konuşan, Cehenneme girer. Allahü teâlânın kitabından, Resûlullahın sünnetinden ve icmâ’i ümmetten açık bir delîle dayanmadan fetvâ vermemelidir.

İnsanlardan güzel ahlâk sahibi olmalarını isteyen vâ’iz, önce kendisi iyi huylu, ilmi ile âmil olmalıdır. İnsanları, konuşması ile, hâl ve hareketleri ile iyi yola da’vet etmelidir. Söylediklerini kendisi de yapan vâ’izin sözü te’sîrli olup, yalnız söz ile va’z verip ameli olmayanların konuşmaları zayi olur. Hilm sahibi, yumuşak tabiatlı olup, gadabını yenmeli, fakat vekarlı olmalıdır. Hafifliği ve acele etmeği terk etmelidir, insanlara rıfk ile muâmele etmeli, şiddet göstermemelidir. Hatîblik, imamlık ve öğretmenlik gibi vazîfelerde herkesle. İyi geçinmelidir. Ba’zı mes’elelerde sözünü kabûl etmiyen kimselerin üzerine düşmemeli, bir şüphe arız olduğu için kabûl etmemiştir, yoksa inâd için değildir, şeklinde düşünmelidir. Kendi kendini, da’vet bizden, hidâyet Allahü teâlâdan diye teselli etmelidir.

Talebenin ilim öğrenmekteki anlayışını ve ilim öğrenmekteki hırsını anlamak için imtihan yapmakta bir mahzur yoktur. Çünkü Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) Eshâbını imtihan ederdi. Şöyle ki bir defa: “Bana yaprağını dökmeyen, mü’min gibi olan bir ağacı haber veriniz” buyurduklarında, bütün herkes o ağacı bulmak için kırlara koştu. İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) cevâbın hurma ağacı olduğunu bildi, ancak büyüklerden önce söylemeğe haya etti.

İslâmın sünnetlerinden biri de, herkesin içinde hiç kimseyi yüzüne karşı ayıplamamak, gücendirmemek, azarlamamaktır. Çünkü Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bu gibi hâllerde: “Bu insanların hâli nedir? Niye böyle yapıyorlar?” buyururdu.

Sünnetlerden biri de, maksadlı, karşısındakini mahcûb duruma düşürecek sorulara cevâb vermemelidir. Yanıltıcı, şaşırtıcı mes’eleleri, ma’nâsı zor anlaşılan bilmece gibi soruları, karşısındakini mahcûb etmek için ortaya atmamalıdır. Böyle suâlleri âlimlere sormak haramdır. Çünkü bu âlimleri tahkir, küçük düşürme ve dîni aşağılamaya kadar gider.

Selef-i sâlihînin sünnetlerinden biri de, fetvâ vermekte ve kadı olup hüküm vermekte az cesâretli olmaktır. Va’z ve ders vermek için ta’yin edilmeğe hevesli olmamaktır. Çünkü Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ): “Fetvâ vermekte cesur olanınız, ateşe cesur olanınızdır.” buyurmuştur.

Selef-i sâlihîn, sükût etmeği ve dinlemeği, konuşmaktan üstün tutarlardı, insanlar arasında meşhûr olmamağı. İsmi ve resmi bilinmemeği. İsmi her yerde duyulmaktan, meşhûr olmaktan şerefli sayarlardı. Birisinin sorusuna, bir kardeşinin fetvâ vererek kâfi gelmesini temenni ederlerdi. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) çok kere Bedr ehlini toplar, onlarla meşveret eder, bir hâdise karşısında yalnız kendi ictihâdı ile hüküm vermezdi. Selefden hiçbiri, dinde önemli mes’elelerin dışında fetvâ vermezdi. Kapalı, önemsiz konulara hiç dokunmazlardı. Onların fetvâ vermekle, büyüklük, başkanlık, herkesin hürmetini kazanmak, kalblerine girmek, menfaat elde etmek, mevki kapmak gibi bir fikirleri yoktu. Onların bütün çalışmaları, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak. İsmini yükseltmek dinine yardım etmek ve gelecek nesillere emâneti iletmek idi. Bütün bunları ve emâneti yerine getirmeyi üzerlerine bir farz bilirlerdi.

Hâfızası kuvvetli olmayanlar için, ilmi kitaplara yazmak ve açıklamalarını yapmak da sünnettendir. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) “İlmi yazarak kayd ediniz” buyurmuştur. Denildi ki: “Hıfz etmek, ezberlemek avdır. Yazmak onu bağlamaktır.”

Sünnetlerden biri de, okunaklı yazmaktır. Çünkü yazının güzeli okunaklı olanıdır. Sözün güzeli de anlaşılanıdır.

İslâmın sünnetlerinden biri de, Arabîyi öğrenmektir. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ): “Arabîyi öğreniniz! Çünkü Arabî, sizi mürüvvete delâlet eder, muhabbeti arttırır. İbâreyi güzel okumak, sözleri iyice açmak ve açıklamak, öğretmenin edeblerindendir.

Kur’ân-ı kerîmin fazileti: Kur’ân-ı kerîmin yüceliği, yüksekliği, faziletleri sayıya gelmez. Sonu, sınırı yoktur. Çünkü Allahü teâlânın kadîm kelâmıdır. Onun üstünlüğü, Allahü teâlânın mahlûklarına üstünlüğü gibidir. Hadîs-i şerîfte: “Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın (kendisine yapışılan ve Allahü teâlâya kavuşturan) sağlam ipidir. Ma’nâların hepsi anlaşılmaz, bitmez. Çok okumak ve dinlemekle eskimez, usanılmaz. Kur’ân-ı kerîm ile söyleyen doğrudur. Onun ile amel eden doğru yoldadır. Onun ile hükmeden âdildir. Ona tutunan sırât-ı müstekim üzere hidâyettedir” buyurdu. Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise: “Kıyâmet günü Kur’ân ehli çağırılır. Herbirine taç takılır. Her tacın yetmişbin rüknü vardır. Herbir rüknde kırmızı yakut vardır. Günlerce gidilecek uzak mesafelere ışık verir. Sonra ona “Razı oldun mu?” denir. “Evet” der. Dâima onunla olan Kirâmen kâtibîn melekleri: “Yâ Rabbî! Daha ver” derler. Allahü teâlâ, “Ona kerâmet elbisesini giydirin” buyurur. Giydirirler. Sonra yine “Razı oldun mu?” denir. “Evet” der. Kirâmen kâtibîn melekleri yine, “Yâ Rabbî! Ziyâde et” derler. Kur’ân ehline “Sağ elini aç” derler. Allahü teâlânın Rıdvan’ından doldurulur. Sol elini aç denir. Ona Huld’dan doldurulur. Sonra “Razı oldun mu?” denir. “Evet” der. Yine Kirâmen kâtibîn melekleri, “Yâ Rabbî! Daha fazla ver” derler. Hak teâlâ: “Ona Rıdvânı’mı ve Huld’ümü verdim” buyurur. Sonra ona Güneş gibi nûr verilir. Yetmiş bin melek onu Cennete uğurlarlar. Kur’ân ehli, Rabbini tenzih ve tesbih eder. Cennete götürürler. Her harf için bir hasene, her hasene için bir derece verilir, iki derece arası yüz senelik mesafedir. Sonra Kur’ân-ı kerîm ehline, “Dünyâda okuduğun gibi tertîl ve rikkat üzere oku! Ve yüksel! Menzilin, okuyacağın son âyetin yanındadır” denir. Okur ve yükselir. Nihâyet Kur’ân-ı kerîm, onu inciden yapılmış bir odaya götürür. O odanın altından yetmiş bin kapısı vardır. Meyvaları, nehirleri, hizmetçileri, hanımları vardır. Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanın hatırına gelmeyen ni’metler bulur. Birinci kapıdan yetmişbin melek girer. Hepsi güzel yüzlüdür, güzel kokuludurlar. Hepsinin elinde birer hediye vardır. Herbiri, Allahü teâlânın sana selâmı vardır. Bu hediyeyi de sana gönderdi derler ve “Sabrınıza karşı size selâm olsun…” âyet-i kerîmesini okurlar. Sonra ikinci kapıdan yüzkırkbin melek girer. Herbirinde Rablerinin birer hediyesi vardır. Evvelki kapıdan girenlerin söylediği gibi söylerler. Sonra üçüncü kapıdan ikiyüzseksenbin melek girer. Böylece her kapıdan, bir evvelki kapıdan giren meleğin iki katı kadar girer. Sonra bu Kur’ân-ı kerîm ehlinin ebeveyni getirilir. Bunlara, oğulları sebebiyle çok ikram olunur. Bunlar, “Bize bu ikram neden oluyor?” diye sorarlar. Çocuğunuza Kur’ân-ı kerîmi öğrettiğiniz için diye cevap verilir” buyuruldu.

Kitapların birçoğunda Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin sayısı, Cennet dereceleri kadardır diye yazmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerini okuyan, Cennet derecelerinin en üstüne yükselmiş olur.

Namazın edebleri: Namazın rüknlerini (farzlarını) lâyık olduğu şekilde eda etmeli, vâcib ve sünnetlerini tamam yapmalıdır. İftitâh tekbirinde, ayakta düz durmalıdır. İftitâh tekbiri ânında, Allahü teâlânın zikri ile kalbi hazır olmalı, O’nun büyüklüğünü düşünmeli, ta’zimde bulunmalıdır. Amelini, Allah rızâsı için tam bir ihlâs ile şuurlu olarak yapmalı, geçmiş günahları için tövbe etmelidir. Farzı yerine getirmek için, kalbini din ve dünyâ işlerinden kurtarmalıdır. Sanki son namazı kılıyormuş gibi, kalbi huşû’ içinde ve bedeni hudü’ içinde olmalıdır. Namazda sağa sola iltifât etmemelidir. Allahü teâlâyı görüyormuş gibi namaz kılmalı veya Allahü teâlânın onun bütün tavırlarını, hayır ve şer bütün hâllerini görüp bildiğini düşünmelidir. Allahü teâlânın kendisinin bütün hâllerini müşâhede ettiğini düşününce huşû’u artar ve ta’zimi kendiliğinden olur.

Namazda a’zâların hareketsiz olmasına dikkat etmelidir. Bir sağa, bir sola meyletmemelidir. Namazda sekine, vekar, hudû’ ve inkisar üzere olmalıdır. İnkisar, boyun eğmeye delâlet ettiği için omuzları indirmeli namazda özürsüz öksürmemelidir. Namaza başlarken sümkürmemeli ve etrâfına bakmamalıdır. Esnememeli, eğer çok bastırırsa önlemeye çalışmalıdır. Namazda gözünü semâya doğru kaldırmamalı, işâret de etmemeli, secde yerine bakmalı, sağ eli sol el üzerine koymalıdır. Namazda ayakta iken, ayaklardan biri üzerinde dinlenmemelidir. Ayakları çok fazla açmamalı, iyice de birbirine bitiştirmemelidir. Kıyâmda başı çok eğmemelidir.

Kur’ân-ı kerîmi çok yüksek ve çok alçak sesle okumamalıdır. Kırâat ile rükû’ arasında, sübhânallah diyecek kadar durmalıdır. Rükû’da, düzgün durmalı, kıyâm ve son oturuşu haddinden fazla uzatmamalıdır. Rükû’dan başını kaldırdıktan sonra, bütün uzuvlar yerine gelecek şekilde dik durmalıdır. Secdede, avuç içleri yere değerken, dirsekler yerden, karın uyluklardan ayrı durmalıdır. Kendini çok serbest bırakmamalı, yerden uzak olmağa, kollarını yanlarından ayrı tutmağa çalışmalıdır. Secde, yedi uzuv üzere olmalıdır. Bunlar, alnı, iki eli, iki dizi ve iki ayağının parmaklarıdır. Secdelerde bütün kalbi ile önemli hacetleri için duâ etmelidir. Çünkü secde yakınlık makamıdır. Eshâb-ı Kirâm, sevindirici bir haber geldiğinde, Allahü teâlâ için şükür secdesi yaparlardı.

İki rek’attan sonra sol ayak üzerine oturulur. Sağ ayak parmakları kıbleye karşı olmak üzere dikilir. Eller dizler üzerine, kıbleye karşı olmak üzere konur. Üçüncü rek’ ate kalkarken ayakların uçları üzerinde kalkılır. Elleri yere koyup dayanarak kalkılmaz. Ancak yaşlı ve zaîf olanlar ellerine dayanarak kalkabilirler. Son teşehhüdden sonra iki tarafa selâm verirken yanakların beyazı görülecek kadar yüzünü çevirmelidir.

İstiğfarın sünnet ve edebleri: Devam üzere istiğfarda bulunmak İslâmın sünnetlerindendir. Devamlı istiğfar etmek insanın üzüntüsünü alır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederdi. İstiğfardan önce günahtan el çekilmelidir. Bütün işlerde ve hâllerde istiğfârı elde tutmalıdır. İstiğfar ederken de “Estağfirullahel’azîm ellezî lâ ilahe illâ hüvel hayyelkayyûme ve etûbü ileyh” demelidir.

Helâl rızık için çalışmak: insanlara muhtaç olmayacak kadar helâl ve tayyib rızık talebinde olmak, dilenmek zilletine düşmeden iffet içinde yaşamak farzdır. Meşrû kazanç yolu Peygamberlerin (aleyhisselâm) ve Selef-i sâlihînin (r.aleyhim) sünneti, yoludur. Kişinin yediği şeylerin en tayyibi, kendi kazancından yediğidir. Peygamberler (aleyhisselâm) bir san’at, ticâret veya başka yollarla bir kazanç sağlarlardı. Helâl kazanırken de, dîne hizmet etmeğe ve kimseye muhtaç olmamağa niyet etmelidir. Allahü teâlâyı zikr etmekten alıkoyan, âhıret işlerini yapmayı engelleyen kazanç yollarına girmemelidir. En iyi kazanç yolu cihâddır. Bu cihâd, Allah yolunda yapılan harbdir. Rızık talebinde bulunmak üzere, sabahleyin erkenden işe başlamalıdır. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ): “Rızık talebinde erken davranın. Çünkü sabahda bereket ve muvaffakiyet vardır” buyurmuştur. Cihâddan sonra en faziletli kazanç yolu ticârettir. Ancak ticâret yapan kimsede; emânet, nasihat ve sıdk bulunmalıdır. Bir buğday tâneside olsa emânete hıyânet etmemelidir.

Tacirin ticârette cesur olması da sünnettir. Bir işte kazanç sağladığı zaman, o işe devam etmelidir. Ticâret maksadı ile bir işe üç kere başlayıp kazanç elde edemezse, o işi bırakmalıdır. Ticârette Allahü teâlâya güvenmelidir. Rızkı ve kârı ancak Allahü teâlâdan beklemelidir. Takvâ nûrunu söndürecek kadar hırslı olmamalıdır. Çünkü Allahü teâlânın ezelde takdîr ettiği rızık hırs ile artmaz. Üstüne aşırı düşmemekle de azalmaz.

Müslüman satın aldığını aşağılamaz, satacağını da medhetmez. İlmi çok olanlar dışında hiç kimse, çarşıda dîne uygun alışveriş yapamaz. Doğru olsun, yalan olsun, malını satarken yemînle övmemelidir. Mü’min; arkadaşına mal satarken kârı düşünmez, alış-verişte hıyânet etmez. Malının ayıbını müşteriden gizlemez. Gaben-i fahiş ile mal satmaz, ya’nî piyasa fiatından fazlasına satmaz. Normal kâr ile satar. Bir alış-veriş yapılırken, almaya niyeti olmayan bir başkasının, araya girip fiatı artırması caiz değildir. Böyle yapanın rızkının bereketini Allahü teâlâ kaldırır.

İsçinin ücretini teri kurumadan ödemelidir. Borcunu, alacaklının istediğinden daha iyi bir şekilde ödemelidir. Zor durumda olan borçlunun borcunu bağışlamalı veya az bir kısmını almalıdır. Tartı ile aldığı borcu verirken, fazlasıyla vermelidir. Başkasının hakkını noksan vermemek için, ihtiyâten tartı ile olan her işte fazla tartıp vermelidir. Alış-verişte fiat husûsunda münâkaşa edip ileri geri konuşmamalıdır. Bu hâl, iki taraftan birinin hatâya düşmesine sebep olur.

Alış-verişte aldanmamalı, kimseyi de aldatmamalıdır. Çünkü devamlı aldanan kimse ahmak olduğundan, dünyâda insanlar arasında beğenilmez, âhırette de sevâba kavuşamaz.

Müslüman ihtiyâcı olduğu zaman, borç istediğinde ödeme niyeti ile ister. Muhtaç olanlara borç vermelidir. Çünkü dinimizin hukûkundandır. Şu üç hâlde borç istenir:

1. Lüzûm-i îcâbî: Nafakası olmayanın veya kazancı şüpheli olanın, helâl nafaka almak için, ödünç istemesidir. Setr-i avret için (avret yerini örtmek için) çamaşır parası da böyledir.

2. Lüzûm-i aklî: Evi olmayan kimsenin, memleketin âdetine göre, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. Soğuktan korunmak için, elbise parası da böyledir.

3. Lüzûm-i istihsânî: Mevkii, vazîfesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek için ödünç istemektir. Bu üç lüzum için, faizsiz ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir. Başkalarına, zâlimlere, fâsıklara ödünç verilmez, ihtiyâcı olana ödünç verilir, ihtiyâcı olmayana, malını lüzumsuz yerlere, harama harc edene verilmez. Başkasına ödünç vererek kendini sıkıntıya düşürmek doğru değildir. Nisaba mâlik olmıyan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi caiz değildir.

Ticârette faizden çok sakınmalı, ödünç verirken de menfaat getirecek, faize düşecek şekilde vermemelidir. Çünkü faizin en aşağı derecesi, annesi ile zinâ yapmak gibidir. Rehin bırakılan şeyi kullanmaktan da kaçınmalıdır. Faiz yememeli, faize şâhid olmamalıdır. Kimse kimseye bir menfaat şart koşarak ödünç vermemelidir, ödünç verdiği kimseden, az da olsa hiçbir şey kabûl etmemelidir. Borcu olduğu için değil de, yakınlığı, dostluğu veya cömertliği sebebiyle verirse, alınabilir. Zâlim, hırsız ve hâinden birşey satın almamalıdır. Habis kazançlardan sakınmalıdır. Hiç kimsenin malını, rızâsı olmadıkça ve fiatında uyuşmadıkça almamalıdır. İnsanlara merhamet ve nasihat ile muâmelede bulunmak da sünnettir.

Karaborsacılık: İnsanların ihtiyâcı olan şeyleri alıp, bekletip, pahalandığı zaman satmamalıdır. İnsan ve hayvan gıda maddelerini biriktirip, fîatların artmasını beklemeye ihtikâr (karaborsacılık) denir. Böyle yapan kişiye muhtekir denir. Muhtekir mel’ûndur.

Yalan: Günahların en çirkini, ayıpların en fenâsı, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Yalan, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) en sevmediği huydur. Neden böyle olmasın ki, yalan, imânın karşısında durmaktadır. Ya’nî imân bir yanda ise, yalan diğer yandadır. Melek, yalan söyliyenden, yalanı sebebi ile çıkan pis koku sebebiyle yanından bir mil uzaklaşır. Çocuğa: “Sus, sana şunu alacağım” dememelidir. Almazsan, bu sözün aleyhine yalan diye yazılır. Birşey anlatır, haber verirken, aksırmayı fırsat ve ni’met bilmelidir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Konuşurken aksırmak, konuştuğunun doğru olduğunu gösteren en âdil şâhiddir” buyurdu. Kişinin üç yerde yalan söylemesine izin verilmiştir. Birincisi, harbde yalan söylemektir. Zira harb bir hiledir, ikincisi, iki kişinin arasını bulmak, iki mü’mini barıştırmak için yalan söylemektir. Üçüncüsü, erkeğin hanımını memnun etmek için gerektiği yerde yalan söylemesidir.

Gıybet: Müslüman kardeşini, beğenmediği bir şeyle anmaktır. Bir kimse, bir din kardeşinin arkasından açık, kapalı ve işâretle, yahut bir başkasını onun ayıplarını anlatmağa teşvikle, yahut gıybet eden kimseye hayranlık duymakla gıybet etmiş olur. Gıybet, zinâdan daha şiddetlidir ve sevâbları ateşin odunu yediği gibi yer. Gıybet edeni de dinlememelidir. Çünkü gıybeti dinleyen de, gıybet günâhında gıybet edene ortaktır.

Dinde sahih olan bir maksadla, niyetle, başkalarının beğenilmeyen iş ve sözlerini anlatmak ve onu bildirmek gerekiyorsa, bu durumda gıybet günâhı kalkmış olur. Bunu İmâm-ı Gazâlî beş kısma ayırmıştır. Birincisi; müslümanı, kötülükten, günahtan men etmektir, ikincisi; zulme uğramaktır. Üçüncüsü; günâha mâni olmak ve isyan edeni doğru yola çevirmek için, yaptıklarını söylemede fayda düşünmektir. Dördüncüsü; aşikâre günah işleyen, fısk meclisi kuran, yaptığı kötülük ve çirkin işleri dile getirmekten kaçınmıyan kimsenin yaptıklarını söylemek gıybet olmaz. Beşincisi; a’meş (gözü akan) yahut a’rac (topal) gibi kusurunun bilindiği bir lakabla tanınan kimse için, bu isimleri kullanmak günah olmaz. Gıybet etmenin keffâreti, gıybet ettiği kimse için istiğfar etmektir.

Nemime: Bir kimsenin saklı bir şeyini, istemediği bir kimseye ulaştırmak, yahut bu şahsın bu gizli, saklı şeyinin kendisine getirilmesidir. (Nemîmenin Türkçe karşılığı, koğuculuk veya söz taşımadır.) Bir hadîs-i şerîfte; “Koğuculuk yapan Cennete giremez” buyuruldu. Söz taşıyana, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) bu tehdidi yeter, İslâm âlimleri şöyle demişlerdir. “Sana başkasından söz getiren, sonra senden başkasına söz götürür. Bunun için sana söz getirenden emîn olma.” Bir hadîs-i şerîfte; “İnsanlar arasında söz taşıyarak dolaşan, ya zinâ çocuğu, veya kendisinde zinâ karışıklığı bulunan kimsedir” buyuruldu.

Fuhuş söz söylemek ve sövmek dinimizde yasaktır. Şöyle anlatılır: Îsâ aleyhisselâm önünden geçmekte olan bir hınzıra “Selâmetle geç” buyurmuştur. Yanında bulunanlar: “Ey Allahın Peygamberi, bu hayvana da böyle söylenir mi?” dediklerinde, “Dilimi kötü söze alıştırmamaya çalışıyorum” buyurdu.

Mâlik bin Dinar anlatır: “Îsâ aleyhisselâm, yanında havarileri olduğu hâlde, bir köpek leşinin yanından geçerken, beraberindekiler hoşa gitmeyen bir söz ya’nî ne pis kokuyor diye söylediler. Îsâ aleyhisselâm ise, “Beyaz dişleri ne güzeldir!” buyurdu.

La’net: Allahü teâlânın mahlûklarından hiçbirine la’net etmemelidir. La’neti âdet hâline getirmemelidir. Mü’mine la’net etmek, onu öldürmek gibi günahtır. Çok la’net eden, kalbinde merhamet olmadığı için, din kardeşlerine şefaatçi olamaz. Çok kere la’net döner ve la’net edene gelir. Mü’min, zinâ ve şarap içmek gibi günahları işleyene de la’net etmeyip, Allahü teâlâya onu bağışlaması için duâ eder. Allahü teâlânın mahlûklarından birşeye la’net eden, ona rahmet ve duâ ile bu la’netinden kurtulmak istemeli ve: “Yâ Rabbî, o la’neti ona rahmet ve kurbet eyle” demelidir.

Yemîn etmek: Allahü teâlâya, çok yemîn etmemelidir. Zîrâ çok yemîn eden, Allahü teâlânın ismini küçümsemiş, O’na ta’zimde gevşeklik göstermiş olur. Yalan yere yemîne gelince: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) yalan yere yemîni, keffâreti olmıyan büyük günahlardan saymıştır. Bir hadîs-i şerîfte: “İçinde, sivrisineğin kanadı kadar yalan ihtimâli bulunan bir yemîn edenin kalbinde, kıyâmete kadar bir nokta hâsıl olur” buyuruldu. Vallahi, Allahü teâlâ böyle yapacaktır diye yemîn ve hüküm etmemelidir. Ama Allahü teâlânın evliyâ kullarından biri, böyle yemîn ederse, Allahü teâlâ onun yemînini doğru çıkarır, yemîni bozmuş olmaktan onu korur. Evliyânın yemîninde vâki olduğunu düşünüp de, böyle yemîn etmeğe kimse cesâret etmemelidir. Zira çoğu zaman, yemîni doğrulanmaz ve bundan ötürü günah işlemiş olur. Doğru olarak yemîn etmek isteyen, ya Allahü teâlâya yemîn etsin yahut sussun. Çünkü Allahü teâlâdan başkasına yemîn gizli şirktendir. Babasının ismine, bir kimsenin hayâtına veya Kâ’be’ye yemîn etmemelidir.

Mâlaya’nî (boş) konuşmak: Kalbinde iyice yoğurmadan söz söylememelidir. Eğrisini doğrultmadan, iyisini temizini alıp, yaramazını atmadan konuşmamalıdır. Boş söz söylememelidir. Zira boş ve lüzumsuz konuşmalar, kişinin aklını azaltır. Ve çoğu zaman, bu sözler ona vebal ve dert olur.

Şaka: Çok şaka yapmaktan sakınmalıdır. Çünkü kişinin heybet ve vekarını kırar. Çok şakanın sonu pişmanlıktır. Yalan ve boş sözlerden uzak ve az yapılan şakada bir mahzur yoktur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), yürümekten yorulan bir kimsenin, beni deveye bindir demesine karşılık: “Seni deve yavrusuna bindireyim” buyurması böyledir. Adam, deve yavrusunun kendisini taşıyâmıyacağını düşündü. Bunun üzerine Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) “Her deve, bir devenin yavrusu değil midir?” buyurmuştur, ihtiyâr bir hanım, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna gelip: “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâdan beni Cennete sokmasını istiyorum” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “İhtiyâr kadınlar Cennete girmez” buyurup, bununla, sen önce gençleşir, sonra Cennete girersin demek istedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), yine birgün Hazreti Enes’e “Ey iki külahlı” diye seslendi. (Bu ifâdede, onun anlayışının ve anlatılanları iyi dinlemesinin medhi vardır. Ayrıca bunu bir şaka ile belirtmiş oldu.)

Abdullah bin Abbâs ( radıyallahü anh ), yanında üzgün kimseler görünce, güzel, latif sözlerle onların kalbini ferahlandırın derdi. Hazreti Ali ( radıyallahü anh ): “Bu kalbleri rahatlandırın, çünkü onlar da bedenler gibi yorulurlar” buyurdu. İbn-i Uyeyne buyurdu ki; “Şakalaşmak sünnettir. Lâkin şaka yapmasını bilen ve yerinde yapan içindir.”

Konuşmanın edeb ve incelikleri: Konuşurken, konuşmanın edeblerini, inceliklerini gözetmelidir. Nitekim Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) huzûrunda bir kimse, “Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat eden doğru yoldadır. Onlara isyan eden hatâ eder, ya’nî fâsıktır” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) böyle diyene, “Allahü teâlâya ve Resûlüne isyan edene söyle buyurdu.

Filân kimse aralarında bulundukça onlara bir zarar gelmez dememelidir, ölen bir kimse için de, yok oldu gitti, yıkıldı gitti, geberdi dememelidir. Ancak müşrik, kâfir, haksız yere adam öldüren ve anasına babasına eziyet eden ölürse, bunlar için söylenebilir. Bir kimse için, o tamamen hayır idi, dememelidir. Çünkü tepeden tırnağa kadar hep hayır olan, sâdece Resûlullah ( aleyhisselâm ) idi. Başkası için böyle denmez. Bir kimseye, senden sonra ehline bakacak bir halefin yoktur dememelidir. Çünkü Allahü teâlâ herkes için en hayırlı haleftir. Sen aralarında bulundukça, onlar hep iyi olurlardı dememelidir. Bunların hepsinin söylenmemesi hakkında haber vardır.

Bir kimseye, Allahü teâlâya ve sana sığınırım dememelidir. Bir belâ voya istenmiyen birşey meydana geldiğinde, zamana sövmemelidir. Çünkü belâları gönderen ve hâlleri değiştiren Allahü teâlâdır, başkası değildir. Bir kimseye duâ ederken: “Allahü teâlâ seni uzun yaşatsın.” dememelidir. Çünkü bu, müşriklerin birbirlerine saygı ve esenlik ifâdeleridir. Onlar birbirlerine, bin yıl yaşa derlerdi. Yine denildi ki, bir zâlime Allah seni çok yaşatsın diyen, yeryüzünde Allaha isyana râzı olmuş sayılır. Sözünden kötülük, bereketsizlik anlaşılmaması için, konuştuğunu iyi düşünmelidir. Kederlendiği zaman, rûhum pislendi, habis oldu dememelidir. Tabiatım değişti demelidir. Hazreti Ömer, ateş yakan insanlara uğradı. Onlara, “Esselâmü aleyküm ey ziya ehli” dedi. Ey nâr ehli!.. demedi. Yanlış anlaşılabileceğini düşündü.

Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve mübah olan diğer şeyleri dinlemede sünnet olan; anlayışını, aklını, zihnini toplayıp, konuşanı, okuyanı ve hadîs bildireni dikkatle dinlemek ve susmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm okunurken susanlara rahmet edeceğini va’detmiştir. Allahü teâlâ A’râf sûresi ikiyüzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: “Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun. Tâ ki merhamet olunasınız.” buyurdu. Kur’ân-ı kerîm dinlemenin sünnetlerinden biri de, a’zâların sükûnu ve Kur’ân-ı kerîmden dinlediğini yapmaya azm etmek ve yerine getirmektir.

Konuşan sözünü bitirmeden, dinleyenin konuşmaması ve soru sormaması sünnettir. Bitirdiği zaman, anlamadığı bir yer veya şüpheli bir durum varsa, onu incelemek ve araştırmakta bir mahzur yoktur. Konuşurken söze karışmamak ve suâl sormamak, vekar ve hürmete daha yakındır. Nitekim Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân), ekseriya Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) birşey sormazlardı. Hattâ incelikleri anlamaktan, ahlâk-ı hamîdeyi bilmekten uzak, şehir dışından bir bedevi gelip, suâl sorar, Eshâb-ı Kirâm, muhtaç oldukları bilgileri, o esnada öğrenirlerdi.

Sahâbe-i Kirâmın ba’zısı suâl soracakları zaman dizi üzerine otururlar ve “Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Bu nedir? Bu nasıldır?” derlerdi. Suâl sormada evlâ olanı, oturmak için izin istemek, büyüklere yakın olmak, sonra sormak için izin almaktır. Büyüklere birşey sorarken veya onlarla konuşurken sesi alçaltmalıdır. Çünkü Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hazreti Ömer-ül-Fâruk; “Ey îmân edenler, seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirinize bağırır gibi O’na bağırmayın. Haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir” meâlindeki Hucurât sûresi ikinci âyeti indikten sonra, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) birşey söylediklerinde gayet sessiz söylerdi.

Hoca, imtihan için talebesine birşey sorarsa, cevâbı, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbının verdikleri cevap gibi olmalıdır. Resûlullahın suâlinin cevâbını bilseler veya bilmeseler, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” derlerdi. Suâl soran, zor suâller sorsa da, âlim kızmamalıdır. Bedevîler, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) getirdiği İslâm dîni esaslarında, yemîn ettirirlerdi. Resûl-i ekrem de yemîn ederdi ve hiç kızmazdı.

Din kardeşinin, kendisine söylediği sözü emânet saymalıdır. Konuşulan sözü, söyliyenin izni olmadan başkasına açmamalı, onun izni ile açarsa, en güzel bir şekilde, tam duyduğu gibi söylemelidir, iyiye yorumlanabilen tarafı bulunan hiç kimsenin sözüne, kötü zanda bulunmamalıdır.

Çok Gülmek: Çok gülmemelidir. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür. Çok gülmek yüzdeki nûru giderir. Hayret, şaşkınlık verecek birşey olmadan gülmek akılsızlıktır.

Resûlullahı rü’yâda görmek: Rü’yâsında Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) görmek isteyen, O’na çok salevât getirsin ve şu duâyı okumaya devam etsin: “Allahümme rabbel beledil-harâmi veş-şehril harami vel-hılli vel-harâmi ver-rükni vel-makâm ikra’ âlâ rûhı Muhammedin minesselâm.”

Sohbet ve muaşeret edebleri: insanlara nasihat etmek ve şefkat ile davranmak sünnettir. Bu şekilde insanlar arasında bulunmak insanlardan ayrılıp nafile ibâdetle meşgûl olmaktan daha iyidir. Sohbete katılmak, hakkını vermek büyük iş olup, sevâbı da çoktur, insanlarla birlikte bulunmanın hakları çoktur. Biri, bedeni ve ameli ile insanlarla olmak, kalbi ve dini bakımdan ise onlardan ayrı bulunmaktır. Biri de, kendisi için sevdiğini insanlar için de sevmek, dinin zâhir ve kalbe âit işlerinde, onlara nasihat etmektir. Çünkü nasihat, dînin temel direklerindendir. Görünüşlerinde ve amellerinde bulunan eziyet verici şeyleri onlardan gidermeğe uğraşır. Uygunsuz işlerden onları men eder. İnsanlara merhamet ve şefkatle muâmele eder. Hiç kimseyi, beğenmediği şeyle anmaz. Çünkü kula müvekkel bir melek vardır. Arkadaşı için söylediğini, ona iade eder. Kim olursa olsun, bir kimsenin kötülüğünü istememelidir. Mü’min; iyi kötü, ehil, nâ ehil herkese iyilikte, ihsânda bulunur.

Biri de, insanların eziyet ve sıkıntılarına katlanmaktır. Kendisini döven, söven, eziyet edeni affedip, hakkını helâl eder. Onların eziyetlerinden kurtulmaya çalışmaz. Çünkü bundan kurtulmak imkânsızdır, insanların ağırlıklarına, zahmetlerine, istemiyerek değil, isteyerek ve Allahü teâlânın ni’metlerine şükr ederek katlanır, insanların ihtiyâçlarını görür, işlerini görmeye çalışır. Hadîs-i şerîfte: “Bir müslüman kardeşinin fâideli ve iyi bir husûstaki ihtiyâcını görüp onu sevindiren kimse, Allahü teâlânın rızâsı için bin sene hizmet etmiş, bu zaman zarfında bir ân günah işlememiş gibidir” buyuruldu. Mü’min, daralmış, zor ve güç hâlde olana kolaylık gösterir. Sıkıntıda olanın sıkıntısını giderir. Gamlının, kederlinin, gamını kederini almaya uğraşır. Çünkü kul, müslüman kardeşine yardımda olduğu müddetçe, Allahü teâlânın yardımındadır. Bir hadîs-i şerîfte: “Mağfiret sebeplerinden biri, müslüman kardeşinin kalbini sevindirmendir” buyuruldu. Mü’min iki kişinin arasını bulur. Bir kelime ilâvesiyle de olsa bunu yapar. Çünkü bu sadakanın efdalindendir. Din kardeşinin ırzını korur. Ya’nî canını ve namusunu korur ve aşağılanmasına karşı onu himâye eder. Arkasında, bulunmadığı yerde ona yardım eder. Bir hadîs-i şerîfte: “İnsanların Allahü teâlâya en sevgilisi, insanlara fâideli olan ve kendine zulm edeni affedendir” buyuruldu. İyi bir müslüman kendisine kötülük edene iyilik eder. Kendisini ziyâret etmeyen dostunu ziyâret eder, kendisine vermiyene verir ve insanlara iyi zanda bulunur. Çünkü kötü zan, düşüncenin en kötülerindendir. Allahü teâlânın verdiği ni’metten dolayı kimseye haset etmez, kimsenin malının, parasının elinden çıkmasını dilemez ve elinden çıkması için hileli yollara başvurmaz. Verdiği sözü yerine getirmelidir. Çünkü verilen söz bir bağış ve bir borçtur. Sözünden dönmek nifak alâmetidir.

Kimsenin ayıp, kusur ve gizli şeylerini araştırmaz, aksine örter. Bir kimseyi, onda gördüğü ayıbından dolayı ayıplamaz ve ona sitem etmez. Çünkü çoğu zaman aynı kusuru kendisi işler. Din kardeşinin hatâsına mazeret olarak yetmiş özür arar. Hiçbir özür bulamazsa, ben iyi göremedim deyip, din kardeşinin yaptığını iyiye yormaya uğraşır. Bizden önceki sâlihlerin âdeti böyle idi. Bir mü’min kardeşine veya zımmî gibi bir başkasına bir şey va’d ederken, söz verirken inşâallah demeli ve içinden onu yerine getirmeğe niyet etmelidir. Bu durumda dediğini yerine getirmezse, önceki sözünden dolayı günah işlemiş olur. Müslüman kardeşinin tahakkümünü hüsn-i kabûl ile karşılayıp, ihtiyâcını görür. Tahakküm, hüküm vererek istemektir.

Kızınca ne yapmalı: Mü’min kızgınlık ânında kendini tutar. Çünkü bu dinde kuvvetli olmanın alâmetidir. Kızınca hemen abdest almalıdır. Kızdığı zaman ayakta ise oturmalıdır. Oturmakla kızgınlığı geçer. Oturmakla geçmezse yatmalıdır. Müslüman, kardeşinin yaptığı kötülük ve kusurlarına katlanır eziyetlerine sabreder. Ayrılıp gitmesini, din kardeşinin mürüvvetsizliğine değil, kendi işlediği günahtan ve suçtan dolayı olduğuna hükmeder. Herkese hâline göre davranır.

Büyüklere saygı: Mü’min, yaşlı müslümanlardan haya eder ve onlara, Resûlullahın asrına daha yakın olduğu için saygı gösterir. Allahü teâlâyı tanıtmakta önde olmaları ve tâatlerinin çokluğu sebebiyle hürmet eder. Hadîs-i şerîfte: “Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet edilir” buyuruldu. Yaşına hürmetten, ziyârete büyükten; ihsân, iyilik, birşey vermeğe ise küçükten başlanır. Çünkü küçük yaştakilerin sabrı az, feryâd ve sızlanması çok olur.

Hizmetçiye karşı rıfk ile, yumuşaklıkla muâmele eder. Zengine zenginliği için hürmet etmez ve tevâzu göstermez. Eder ve gösterirse, dîninin üçte ikisi gider. Elinde az şey olan mü’mini aşağı görmez. Âlimler buyurdular ki: “Zenginliğinden dolayı zengini yücelten ve fakirliğinden dolayı yoksulu aşağılayan mel’ûndur. Zâlime, zulm yapmaması için ve mazlûma, zulümden kurtarmak için yardım eder.

Hediye verenin hediyesini alır ve bulunduğu mecliste olanlara ondan ikram eder. Hediyeye daha fazlası ile mukâbele eder. Hediyede önce davranmağı, fazilet bilir. Hediye ni’metine karşı ona duâ ile teşekkür eder. Onu medh eder ve yaptıklarını anlatır. Hastaları yoklar. Müslümanların cenâzesinde bulunur. Musibete uğrayan, yakını ölen mü’mine başsağlığı diler, ta’ziyede bulunur. Mü’mine kaybettiği şey için, kolaylık ve yol gösterir. Zenginlerle ve zâlim devlet adamları ile oturup kalkmaktan sakınır. Çünkü böyleleri ile görüşmek, meclislerinde bulunmak fitne ve belâdır. Hükümdârların, vâlilerin ve zenginlerin çocukları ile oturmaktan kaçınır.

Dostluk ve kardeşliğin sünnetleri: Mü’minin en üstün hasleti, sevdiğini Allah için sevmesi, sevmediğini de Allah için sevmemesidir. İmânın kemâlini ve Allah sevgisini bu güzel haslet kazandırır. Mü’min bu haslet ile imânın zevkine erişir. Yine bu haslet, Allah için olan amelin en hâlisidir. Bir hadîs-i şerîfte: “Çok dostunuz olsun. Çünkü Rabbiniz haya sahibidir. Kerîmdir. Kıyâmette dostları arasında, din kardeşlerinin içinde bulunan kuluna azâb etmekten haya eder” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de: “Çok tanıdığınız olsun. Çünkü kıyâmette her biri için şefaat vardır” buyuruldu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) yine bir hadîs-i şerîflerinde: “Allah yolunda bir din kardeşi edinene, Allahü teâlâ Cennette bir derece verir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Müminin mü’mine karşı ülfet ve muhabbeti, rûhun cesede olan bağlılığı, sevgisi gibidir” buyurdu.

Dînine, emânetine güvendiği, salah ve takvâsını bildiği kimseler hâriç, başkaları ile dostluk etmemesi sünnettir. Çünkü kişi, sevdiği kimse ile beraberdir. Ameli sevdiği kimse gibi olmasa da, herkes sevdiği ile olacaktır. Allahü teâlâ çoğu zaman bir sevgili kulunun kalbinde, bir kimseye muhabbet görür de, onun hürmetine bir kimseye merhamet eder ve onu velîlerine ilhak eder. Allahın kullarından sevdiklerine, sevdiğini söylemelidir. Çünkü kalbler, birbirini tanır ve birbiri ile görüşürler. Sevdiği kimsenin ismini, babasının ismini, sülâlesini, köyünü ve memleketini sorar. Çünkü bu muhabbeti kuvvetlendirir. Sevgide ve buğzda aşırı olmamalıdır. Sevgi aşırı olursa, ülfet halini alıp, istese de ondan ayrılamaz. Buğzun ve nefretin de aşırı olmaması lâzımdır.

İyi bir müslüman, din kardeşinin yüzüne sevgi ve muhabbet ile bakar. Bir hadîs-i şerîfte: “Mü’minin mü’mine sevgi ve muhabbet ile bakması ibadettir. Mü’min bir kimsenin, müslüman kardeşinin yüzüne gülmesi, ikisinin de hatâlarını döker” buyuruldu. Sevmede hâlis olmaya gayret etmelidir. Hadîs-i şerîfte: “Seni saf, temiz kılan üç haslet vardır. Din kardeşine rastlayınca sevginden ötürü hemen selâm vermen. Mecliste ona yer vermen. Onu en çok sevdiği isim ile çağırman” buyuruldu.

Kardeşlik ettiği kimseye, güler yüzlü, tatlı sözlü, açık gönüllü, açık elli, sabırlı, kibirsiz muâmele eder. Saygıya devam edip, yalan veya doğru olsun özrünü kabûl eder. Onunla görüşmeden bir gün geçirmez. Karşılaşınca, sevgi ve saygı gösterip: “Benden sonra nasılsınız?” der. Resûlullahın Eshâbı, birbiri ile karşılaşınca, birbirlerini güler yüzle karşılar müsâfeha ederlerdi. Ayrıldıkları zaman da müsâfeha ederler, bu zamanda Allahü teâlâya hamd ve istiğfar ederlerdi. Birgünde birkaç defa karşılaşıp, ayrılsalar da böyle yaparlardı.

İyi bir müslüman kardeşine, onun kendisine verdiğinden daha çok değer verir, elden geldiği kadar, müslüman kardeşine gönül rahatlığı ile hediye verir. Hediyeyi külfet ve utanma sebebiyle vermez. Onun verdiği hediyeyi kabûl eder. Bu, az da olsa çok görür, onu daha çok sever, imkânı varsa ondan daha üstün hediye ile karşılık verir. Kardeşine bu iyiliğinden dolayı teşekkür eder, onu iyilikle anar, ona duâ eder ve Allahü teâlâ sana iyi karşılık versin der. Çünkü övmenin ve duânın en güzeli budur.

İyi bir müslüman, yapılan iyiliği gizlemez, yayar. Daha önce de bildirildiği gibi, kişinin müslüman kardeşi için en iyi hediyesi hikmetli sözdür. Çünkü hikmet mü’minin kaybettiği malıdır ve dîni için bütün dünyâ mallarından hayırlıdır. Yiyecek ve giyecekten eline geçtiğinde, Allah için olan kardeşini, kendine tercih eder. Eshâb-ı Kirâmdan biri diğerine bir koyun başı hediye etti. Yedi evi dolaştı. Yine hediye olarak sahibine geldi. Kişi, kendisine iyilik edenin bedduâsından korkar. Çünkü iyilik edenin, iyilik ettiği kimseye ettiği bedduâ kabûl olur.

İyi bir müslüman, müslüman kardeşini gün aşırı ziyâret eder. Din kardeşini hergün ziyâret ettiğinde sıkılacağından korkarsa böyle yapar. Yoksa hergün ziyâret eder. Din kardeşini ziyâretinden dolayı Allahü teâlâdan sevâb umar. Müslüman kardeşinin kapısına varınca içeri girmek için izin ister, kapının karşısında durmaz. Kapının sağında veya solunda durur. Kapı aralığından içeri bakmaz. Kapıyı üç sefer çalar. Abdest alan kimsenin abdestini bitirinceye veya dört rek’atlık namaz kılacak kadar bekler. Kendisine izin verilirse girer, verilmezse, hiçbir kin, hased ve düşmanlık beslemeden geri döner.

İslâmın sünnetlerinden biri de, ziyâretine gelene ikram etmek, altına minder koymak, hizmetine kalkmaktır. Ziyâret edenin de, kendine yapılan ikramı red etmemesi, hizmeti beğenmemezlik etmemesi lâzımdır. Çünkü ikramı red, müslümanın hakkını gözetmeme ve onu aşağılamak olur. Hadîs-i şerîfte: “Üç şey red edilmez: Minder, güzel koku ve süt” buyuruldu. Ancak ziyâret eden kimse, Allah için alçak gönüllülük yapıp yerde oturursa, mahzuru yoktur.

Din kardeşleri ile görüşmek için hazırlanmak, onlar için süslenmek, en temiz ve en güzel elbisesini giymek de sünnettir. Abdest alır, güzel koku sürünür, saçını tarar. Sonra da din kardeşlerinin yanına çıkar.

İnsanlarla oturmanın sünnetleri:

İnsanlarla oturmanın edebleri ve sünnetleri çoktur. Din kardeşleri ile otururken abdestli olur, yaşı büyük olanlara oturmada öncelik ve iyi yer verir, ilimde üstün olan, en şerefli yerde oturur. Hadîs-i şerîfte; “En hayırlı meclis, kıbleye karşı oturulan ve mecliste oturmak isteyene yer açılan meclistir.” buyuruldu. İki kişinin arasına oturmaz ve onların izni olmadan onları birbirinden ayırmaz. Halkanın ortasına oturmaz. Kendisine yanında yer veren bulunmazsa, bulunduğu en geniş yerde oturur ve kendisinin oturması için kimseyi yerinden kaldırmaz. Meclisin baş köşesinde oturmayıp, sonunda oturur. Ancak mecliste olanlar veya ev sahibi kendisini baş köşeye oturtursa o zaman oturur. Müslümanlar, din kardeşleri ile bir yerde otururken, saf hâlinde birbirine yakın ve bitişik olup, ayrı ve dağınık oturmazlar. Çünkü bu, kalblerin birleşmesine sebeb olur. İyi bir müslüman, müslümanlardan fakir olanlarla, vera’ sahibleri ile, imân ve ilim sahibleri ile oturmağı tercih eder. Hadîs-i şerîfte: “Büyüklerle otur, âlimlerden sor, hikmet sahibleri ile konuş” buyuruldu. Görüldüğü zaman, Allahü teâlânın hatırlandığı, konuştuğu zaman amelin arttığı ve âhırete âit sevgini çoğaltan kimselerle, ya’nî evliyâ ile otur. Mecliste konuşulanları muhafaza et, mahrem olan mevzûları başka yerde anlatma! Hadîs-i şerîfte: “Birlikte oturan iki kişi Allahü teâlânın emânetiyle otururlar. Bunlardan birinin, bir başkasına, hoşlanmadığı bir şeyi açması helâl olmaz” buyuruldu.

İyi bir müslüman, din kardeşinin sırrını ifşa etmez. Bu hıyânettir ve kalbin pis Olduğunu gösterir. Yanlarında üçüncü bir kişi varsa, iki kimse birbiri ile gizli olarak fısıldaşarak konuşmaz. Çünkü bu hâl, diğer mü’mine eziyet verir ve onlara kötü zanda bulunulmasına sebep olur. Arkadaşı ile beraber otururken, kalkmak için izin ister, iyi bir müslüman, din kardeşinin elbisesinde, yüzünde zarar verici bir şey görürse onu hemen alır. Merak etmemesi için önce ona gösterir, sonra atar. Arkadaşı da, ona, “Elin hayıra kavuşsun” veya “Çocukların ve torunların da sana, bana hizmet ettiğin gibi hizmet etsinler” der. Zarar, eziyet veren şeyi kaldıran, onun bu duâsına karşılık, “Senin elin de dert, kötülük görmesin” veya “Allahü teâlâ çocuklarını ve torunlarını sana karşı gelmekten korusun” der. Bu davranış ve söyleşmeler iki tarafın da sevgi ve beraberliğini arttırır, demişlerdir.

Müslüman, din kardeşine üç günden çok dargın durmaz. Böyle dargın olanların hayırlısı, önce selâm verip barışandır.

Sünnetlerden, biri de; yanında bulunmayan din kardeşine hayır ve selâmetle duâ etmek, uzakta ise mektûp yazıp, ayrıldıktan sonraki durumu, çoluk-çocuğunun hâlini bildirmektir.

İşlerin hepsi önem bakımından bir değildir. Biri diğerinden önemli olur. Hadîs-i şerîfte: “Yıllarca yolculuk yapmakla mümkün olabilecekse de anne ve babana iyilik yap, bir sene yolculuğa mâl olsa da akrabanı ziyâret et. Bir mil mesafede bulunsa da, müslüman hastayı yokla, dört mil mesafede olsa da cenâze namazını git kıl” buyuruldu.

İstişâre etmek: Sünnetlerden biri de; vâki olan önemli işlerde akıllı kimselere danışmaktır. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez, helak olmaz ve doğru yoldan ayrılmaz. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için, akıl, takvâ, hikmet ve tecrübe sahibi on kişiye danışırdı. Veya bu sıfatta olanlardan biriyle on defa meşveret ederdi. Meşveret eden, iki rek’at namaz kılıp sonra Allahü teâlâdan hayırlı olanı ister. Başladığı işte rahat olur, acele etmez. Hilm ve vekar ile davranıp acelecilikten kaçınır. Orta yolu tutar, taşkınlık ve aşırılık yapmaz, iki işle karşılaşırsa, hafif ve kolayını seçer. Çünkü o, tehlike, zarar ve fitneden daha uzaktır. Her sözünde, işinde ve düşüncesinde Allahü teâlâdan hayır, afiyet ve din salahı ister. Her işin şerrinden Allahü teâlâya sığınır. Besmele okur. Çünkü onda her iyiliğe yardım vardır. E’ûzü çeker. Çünkü bunda da her belâyı ve fitneyi izâle vardır.

Ana-baba hakkı: Allahü teâlâ katında makbûl amellerin en üstünlerinden biri de, ana-babaya iyilik ve ihsân etmektir. Allahü teâlâ, anaya-babaya itaat ve iyiliğin öneminin büyüklüğünü belirtmek için, bunu, kendine ibâdete yakın tuttu. Hadîs-i şerîfte: “Babalarınıza iyilik ve itaat ediniz, çocuklarınız da size iyilik ve itaat etsinler” buyuruldu. Rivâyet olunur ki: Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma: “Ana-babasına güzel muâmele edip, bana isyan edeni iyilerden yazarım. Bana itaat edip, ana-babasına isyan edeni âsîlerden yazarım” buyurdu.. Ana hakkı, baba hakkının iki katıdır. O hâlde anaya itaat, iyilik ve güzel muâmele, öncelikle lâzımdır, farzdır. Çünkü Allahü teâlâ, anaya güzel muâmele etmeği, kitabında açıkça tavsiye ve emretmektedir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet, anaların ayakları altındadır” buyuruldu.

Ana-babanın haklarından biri; onlara karşı alçak gönüllü olmak, yaşadıkları müddetçe onlara hizmet etmek ve bununla onların rızâlarını kazanmaktır. Ana ve babaya karşı, az da olsa hoşlanmadıkları hareket ve ifâdede bulunmaz. Konuşurken, onların sesinden yüksek sesle konuşmaz, bağırarak hitâb etmez. Dinde mübah olan husûslarda, kâfir de olsalar, onlara itaat eder. Çünkü Allahü teâlânın rızâsı, ana ve babanın rızâsındadır. Gadabı da onların kızmasındadır. Sâlih müslüman, anne ve babasını beğenmiyerek, ben onların oğlu, kızı değilim demez. Kendi malından, parasından onlara sarf eder. Çünkü ana ve babasına harcayacağından, verdiğinden kendisine suâl olunmaz. Hazreti Hüseyn’in oğlu Zeynel Âbidîn Ali ( radıyallahü anh ), edeblerini gözetemem endişesiyle ana ve babasıyla yemek yemezdi. Çocuk ana-babasına şefkat, merhamet ve sevgi ile bakar. Ona böyle her bakışı için, kabûl edilmiş bir hac sevâbı verilir. Harbe, hacca, ilim öğrenmeğe ve para kazanmağa ana-babasından izinsiz gitmez.

Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) sabah olunca, annesinin odasının kapısına varıp: “Esselâmüaleyki ve rahmetullahi ve berekâtühü ey annem! Ben küçükken beni yetiştirip terbiye ettiğin gibi, Allahü teâlâ sana hayırlı karşılıklar versin” derdi. Annesi de: “Sen bana, yaşlandığım zaman itaat ve iyilik ettin. Bunun için sana da Allahü teâlâ, benim tarafımdan hayırlı karşılıklar versin” cevâbını verirdi. Sonra, Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) çıkar, döndüğü zaman yine aynı şekilde söylerdi.

Sâlih müslüman, anne ve babasına karşı saygılı ve itaatli olur. Emîrlerini dinler. Onlara karşı alçak gönüllü davranır. Alçak gönüllülük ifadesi olarak anasının elini öper. Ana ve babasına bizzat kendisi, eli ile hizmet eder, hizmetlerini başkasına bırakmaz. Babanın haklarından biri de; oğlu daha bilgili ve âlim olsa da, babasına hürmet ve ta’zimi gözetip, namazda ona İmâm olmaz. Ana ve babası müşrik, kâfir olsalar da, hizmetten geri kalmaz.

Sâlih müslüman, ana ve babaya dünyâda Allahü teâlânın emrettiği şekilde muâmele eder. Ana ve baba hakkını, öldükleri zaman ve sonra da gözetir. Onları dinimizin emrine uygun techiz, tekfin ve defn eder. Yaşadıkları müddetçe onlara hayır ve hidâyetle duâ eder.

Sâlih müslüman, ana ve babasının önünden yürümez. Onların yanında, meclisin baş köşesinde oturmaz. Ana ve babasını isimleri ile çağırmaz. Anneciğim, babacığım diye hitâb eder. Kimsenin anasına-babasına sövmez. Çünkü o kimse de kendi anasına-babasına sövebilir. Yemek, içmek, oturmak, konuşmak ve benzeri şeylerde onlardan önce davranmaz. Onlara keskin ve dik bakışla bakmaz. Mü’min iseler, cenâze namazlarını kılar ve Allahü teâlâdan onlar için mağfiret diler.

Anası ve babası öldükten sonra, verdikleri sözleri ve vasıyyetleri icra eder. Onların dost ve ahbablarına hürmet eder. Sevdiklerini yoklar, akrabâlarını ziyâret eder. Bir hadîs-i şerîfte; “Babanın arkadaşını ve arkadaşının oğlunu arayıp sorman babana iyiliktendir” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Babasını kabrinde ziyâret etmek isteyen, babasından sonra onun ahbablarını ziyâret etsin. Ana-babasına iyilik, ihsân etmiyen, bari onlar vefât ettikten sonra iyilik yapsın ve onlar için sadaka versin. Böylece ana-babasına iyilik edenlerden yazılsın” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Ana ve babasının veya bunlardan birinin kabrini her Cum’a günü ziyâret eden, onlara iyilik yapanlardan yazılır” buyuruldu.

Sâlih müslüman, malından, parasından verdiği sadakalarda, ana ve babasına diye niyet eder. Böyle niyet ederse kendi sevâbından birşey eksilmez ve ana-babasına da onun kadar sevâb verilir. Rebi’ bin Heysem ( radıyallahü anh ) büyüklerden idi. Yolda insanlara eziyet veren taşları, birini babasına niyetle kaldırıp sağ tarafına, diğerini annesine niyetle sol tarafına atardı. Ana-babasına iyilik etmek ve sevâbı onlara olmak üzere kızgınlığını yenerdi. Buradan anlaşılıyor ki, çocuk yaptığı her iyilikte ana-babasına niyet ederse, kendisinin aldığı sevâbtan hiç azalmadan, birer misli de onlara verilir. Kuşluk vakti iki rek’at namaz kılıp, sevâbını onların rûhuna bağışlar, sevâbı onlara ulaşır. İyi bir evlât, onların hakkını ödemede kendini dâima eksik ve kusurlu görür.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh. 116

2) Keşf-üz-zünûn cild-2, sh. 1044, 1156

3) Fevâid-ül-behiyye sh. 161

4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 98

5) Brockelmann Sup-1, sh. 642

6) Şir’at-ül-islâm


İMÂMZÂDE (Muhammed bin Ebî Bekr)

Kategori içindeki yazılar: HİCRÎ 06.ASIR ÂLİMLERİ